Varoluşçuluğa dair okuduğum en keyifli kitaplardan bir tanesiydi . Varoluşçuların yaşamları , birbirleriyle ilişkileri , düşüncelerindeki kırılma noktaları , dönemin sorunlarına verdikleri tepkiler çok güzel işleniyor... “Hayatlardan ziyade felsefelerine , fikirlerine eğilseydi keşke” dediğim yazar kitabın son cümlelerinde bana yanıt veriyor ve diyor ki :”Evet , fikirler ilgi çekicidir ama asıl ilgi çekici olan bizzat insanlardır.” Bu da beni kitabın olduğu şekilde olması gerektiğine ikna ediyor . Sartre ve Beauvoir ‘in merkezinde olduğu bir anlatımla güzel bir yolculuğa çıkıyor ve bu aykırı ikilinin aşkları , tercihleri , öğrenme hırsları , yazma aşkları , dolambaçlı ilişkileri, arkadaşlıkları , görüş ayrılıkları önünüze seriliyor ...Bu yaşanmışlıkların yoğunluğu “Varoluşçu oldukları için mi böyle yaşadılar yoksa böyle yaşadıkları için mi varoluşçu oldular ? “ sorusunu sormanıza yol açıyor.İnsanın koşulsuz şartsız istediğini yapma ve istemediğini yapmama özgürlüğünün (aileyi , toplumu , tanrıyı ve diğer bütün otoritelerden bağımsız) getirdiği sorumluluğa katlanma kararlılığını , kısaca varoluşçuluğu , varoluşçuların hayatlarından öğreniyoruz. Hepsine yakınlık duymakla birlikte içlerinden en çok Sartre’a sevgi duydum sanırım .Bunda elbette kendimle benzer yönler bulmamın etkisi vardı .
Buna rağmen, bir kadın olarak Beauvoir ‘dan alacağım ilham elbette diğerlerinden daha fazla olacaktır.
“Bir gün annemin bulaşıklarına yardım ediyordum. Annem tabakları yıkıyor, ben kuruluyordum. Mutfağın penceresinden, başka evlerin mutfakları görünüyordu. Bu mutfaklarda da başka kadınlar, tava ovuyor, tencere parlatıyor, tabak yıkıyor, sebze ayıklıyordu. Her gün öğle yemeği; akşam yemeği; her gün bulaşık; her gün temizlik; saatler boyu uzayan bir hiçlik; hiçlikten öte bir yere ulaşmayan bir sonsuzluk. Ben böyle yaşayabilecek miydim? Bir yandan tabakları dolaba yerleştirirken, ‘hayır’ dedim kendi kendime. Benim yaşantım, bir yerlere ulaşacak mutlaka”