Aşkın cinsiyeti!¶¶İnsan aslında neydi, ne oldu, önce bunu bilmemiz gerek. Çünkü insan,
her zaman bugünkü gibi değil, bir başka türlüydü. İnsan soyu ilkin üç çeşitti.
Şimdiki gibi erkek, dişi diye ikiye ayrılmıyordu, her ikisini içine alan bir
üçüncü çeşit daha vardı. Bu çeşidin kendi kayboldu, sadece adı kaldı:
Androgynos denilen bu çeşidin adı gibi biçimi de hem erkek, hem dişiydi; bugün
sözü edilmesi bile ayıp sayılır. İşte bu insanlar yuvarlak sırtları ve
böğürleriyle tostoparlak bir şeydiler. Her birinin dört eli, bir o kadar da
bacağı vardı. Yusyuvarlak bir boyun üzerinde birbirine tıpatıp eşit, ama ters
yöne bakan iki yüzlü bir tek kafa, dört kulak; edep yerleri ve herşeyleri de
ona göre hep ikişer. Yürürken istedikleri yöne doğru, bizim gibi, düpedüz adım
atabilir, koşmak istedikleri zaman da, tepetaklak, havaya fırlayan
bacaklarıyla bir tekerlek olur, sekiz kola, bacağa birden dayandıkları için,
döne döne uçar giderlerdi. Peki ama, neden insanlar üç çeşitti? Çünkü erkek, aslında güneşten gelmeydi, dişi bu dünyadan, ikisini
birleştiren cins de aydan; ay hem güneş, hem de dünyaya bağlı ya. Toparlak
olmaları, döne döne gitmeleri de bu gezegenlere çektikleri içindir. Hani göğe
tırmanmaya, tanrılara karşı koymaya yeltenmişler.
Bunun üzerine Zeus ve öbür tanrılar görüşmüş, konuşmuşlar, ne
yapacaklarını pek bilememişler. Bir yandan insanları yok etmek, devler gibi
soylarını yıldırımla yakıp, kül etmek istemiyorlarmış (çünkü o zaman
insanların kendilerine sundukları kurbanlar bitermiş), öte yandan da
küstahlığın bu derecesine göz yumamazlardı. Zeus uzun uzun düşündükten sonra,
"Galiba bir çare buldum," der, "insanlar hem kalsın, hem de kuvvetten düşüp
hadlerini bilsinler. İkiye böleceğim onları, böylece hem zayıf düşecekler, hem
de sayıları artıp, bizim için daha faydalı olacaklar. Üstelik iki bacak
üstünde doğru dürüst yürüyecekler. Yine de hadlerini bilmez, uslu
durmazlarsa, yeniden ikiye bölerim, bu kez tek bacak üzerinde zıplaya zıplaya
giderler."
Böyle der Zeus ve der demez de insanları tutar ikiye böler, tıpkı bir
meyveyi kışa saklamak için ikiye böler gibi, ya da bir yumurtayı ince bir
kılla ortasından keser gibi.
Zeus, kestiği adamların yüzünü boyunlarıyla Apollon'a tersine
çevirtmiş ki, kesilen yerlerini görsünler ve akılları başlarına gelsin.
Yaralarını iyi etmesini de buyurmuş. Apollon da yüzlerini tersine çevirmiş,
derilerini şimdi karın dediğimiz yerde bir kesenin ağzını kapar gibi
birleştirmiş, orta yeri sıkı sıkı üzmüş ve bir tek delik bırakmış. İşte biz
buna, göbek diyoruz. Sonra bakmış buruşuklukları var, onları düzeltmiş,
ayakkabıcıların deriyi yontmak için kullandıkları bıçağa benzer bir araçla
göğüslerine bir biçim vermiş; ama eski hallerini unutmasınlar diye, karnın ve
göbeğin ötesinde berisinde birkaç kırışık bırakmış.
İnsanın yapısı böylece ikileşince, her yarı öbür yarısını özleyip,
üstüne atlıyor, kollarını birbirine sarıp, yeniden bir bütün haline gelmek
arzusuyla kucaklaşıyor, birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemeyerek,
açlıktan ve işsizlikten ölüp gidiyorlarmış. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan,
bir başkasını arıyor, ona sarılıyormuş, rasgele sarıldığı bir insan bir erkek
yarısı da olabiliyormuş, dişi yarısı da (ki bugün bir bütün olan bu dişi
yarıya kadın diyoruz). Bu yüzden insan soyu azalıp gidiyormuş. Zeus, hallerine
acımış, bir başka çare bulmuş, ayıp yerlerini önlerine getirmiş, çünkü arkada
olunca, çiftleşerek değil, ağustosböcekleri gibi, toprağa yumurta döküp
çoğalıyorlarmış. Ayıp yerleri öne alınınca, dişi-erkek birleşip çoğalmaya
başlamışlar. Maksadı şu imiş: Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan
soyunun çoğalmasını sağlamış olacak, yok eğer erkekle erkek arasında olursa,
arzularına kanarak, başka işlere yönelecekler, yani hayatlarında başka
amaçları olacak. Demek ki insanın kendi benzerine duyduğu sevgi, çok eski bir
zamandan kalmadır, Sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı bir
tek varlık haline getiriyor, kısacası insanın yaradılışındaki bir derde deva
oluyor.¶¶
Yunan mitolojisinden yola çıkarak iki cinsiyetin varlığı bu şekildedir ve küçük bir çocuğa babanın ne olduğunu sorduğumuzda annemin kocasıdır diyebilir. Erkek olanların baba olduklarını söyleyebilir. Bir insanı baba yapan özelliklerden bazılarını sayabilir. Çocuk babaya dair bildiği özellikleri sayabilir fakat babalık kavramının ne olduğunu bilemez. Felsefe günlük yaşamda izleri bulunan kavramların gerçeklerine ulaşmaya çalışır. Bu nedenle çok basit gibi görünen sorulardan yola çıkar. Örneğin “babalık nedir?” bu sorulardan biri olabilir. Babalık kavramının bilgisini ulaşabilirse o zaman babanın yaşam içindeki yeri, görevleri, sorumlulukları, hakları ortaya konabilir. Böylece toplumsal yaşam geliştirilebilir. Felsefe bu tür sorulardan doğar. Platon’un Sokrates’in karşılıklı konuşmalarından birini eserleştirdiği Şölen adlı kitapta da böyle bir soruya yanıt bulunmaya çalışılmaktadır.
Kitapta Agathon adlı tragedya yazarının kazandığı ödül üzerine verdiği bir Şölendeki konuşmalar yer almaktadır. Antik Yunanda Şölen belli kuralları ve ritüelleri olan bir toplumsal etkinliktir. Dönemin sanatçıları ve bilim insanları olan Agathon, Sokrates, Aristophanes, Phaidros, Pausanias, Eryksimakhos bir araya gelirler. Dost meclisi kurulur. Divanlara uzanılır. Konuşulacak konu aşktır. Aşka övgüler düzülecektir. Bu sırada aşkın ne olduğu da ortaya konmuş olacaktır. Konuşmacılar birer birer konuşurlar. Aşkın ne kadar tanrısal, ne kadar iyi, güzel ve vazgeçilmez olduğunu anlatırlar. Son olarak sıra Sokrates’e gelir. Sokrates aşk ile ilgili gerçekleri söylemenin onu övmek için yeterli olacağını sandığını oysa burada yapılanın güzel sözlerle aşkı şişirmek olduğunu, kendisinin böyle bir becerisi olmadığını söyleyerek söze girer. Gördüğümüz gibi Sokrates başlarken bile lafını esirgemez. Sevginin bir şeyin sevgisi olduğunu yani nesnesi olmayan sevgi olmayacağını söyleyerek açıklamalarına başlar. Şöyle der: ¶¶Sevgi bir şeyin sevgisi. Sevgi kendinde olmayanı arzular¶¶ (s. 40). İnsan kendisinde olmayanı ister demektedir. Elbette bu durumda iyi de ben zenginim ve yine de zenginlik istiyorum ben de var olanı da istemeye devam ediyorum itirazı gelir. Sokrates bu itiraza şöyle yanıt verir: ¶¶Be adam sen zenginliği, sağlığı, gücü, gelecek için istiyorsun, çünkü bugün için istesen de istemesen de bunlar sende var. Bende olanı arzu ediyorum dediğin zaman, acaba demek istediğin şu olmasın: Bugün elimde olanı yarın için de arzuluyorum ¶¶(s. 41).Buradan şu çıkarımı yapabiliriz, insan sevdiği birini de sevmek ister çünkü yaşadığı sevginin sürmesini ister.
Sevginin ne olduğunu ortaya koymak için nereden kaynaklandığını bulmak gerekir. Sokrates kaynağın ölümsüzlük isteği olduğunu belirtir. Sevgi güzel ve iyidir. Sevgi güzeli ve iyi istemektir önermelerine karşı sevginin doğurma sevgisi olduğu savını öne sürer. ¶¶Neden doğurma sevgisidir, çünkü doğurma sonsuzluğa götürür, ölümlüyü ölümsüz eder. İyiyi isteyen ölümsüzlüğü istemek zorunda, çünkü sevginin iyiyi bir an için değil, her zaman için istemek olduğunda anlaşmıştık. Sevgi ister istemez ölümsüzlüğün sevgisidir ¶¶(s. 51) der Sokrates. Buradan şu çıkarıma ulaşabiliriz. İnsan kendinde olanı ortaya çıkarmak ister. Çünkü yaşamak budur. Yaşadığı sürece de kendinde olan sonsuza ne kadar ulaşabilirse o kadar çok yaşamış, o kadar kalıcılaşmış olur. İnsanın kendinde olana ulaşabilmesini kolaylaştırana dair kendisinde oluşan duygudur sevgi. Örneğin bir erkek bir kadına aşık olduğu ve onunla birleştiği zaman kendi erkekliği ortaya çıkmış olur. Bir çocuk sahibi olduklarında beden olarak çoğalmış olurlar, çocuklarını bir insan olarak yetiştirdiklerinde düşünce olarak çoğalmış olurlar. Kişinin kendisinde olan duyarlılık, sevecenlik, bilgelik gibi özellikler bu süreçte ortaya çıkar. Böylece kişi daha iyi, daha güzel yaşamış olur.
Sokrates sevginin basamak basamak geliştiğini ifade eder. Tensel olandan, bilgelik sevgisine doğru uzun bir yol vardır. O yolu Sokrates şu şekilde tasvir eder: ¶¶Bu dünyanın güzelliklerinden başlayacaksın, hiç durmadan basamak basamak yüce güzelliğe yükseleceksin, bir güzel bedenden ikisine, ikisinden bütün güzel bedenlere, sonra güzel bedenlerden güzel işlere, güzel işlerden güzel bilgilere, güzel bilgilerden de sonunda bir tek bilgiye varacaksın: Bu bilgi de o tek başına var olan salt güzelliğe varmaktan, asıl güzelin özünü tanımaktan başka bir şey değildir ¶¶(s. 56) İnsan en çok gerçeği sever çünkü gerçek insanı özgürleştirir ve sonsuzlaştırır. İnsan en çok gerçeği sever çünkü insan kendini ve yaşamayı sever, gerçek de insanın kendi olmasını sağlar. Bu nedenle neyi, ne kadar ve nasıl seveceğimiz de gelişim düzeyimize bağlıdır. Örneğin bir çocuk şekeri sever. Şeker çocukta var olan tat duyusunu ortaya çıkarır ve haz verir. Oysa gelişmiş bir insan kendini geliştirecek olanı sever. Çok zor da olsa bir sorunla uğraşmayı sever. Çünkü o güçlüğü aştığı zaman daha yenilmez olur. Bu nedenle çalışmayı sever.
Özetle kitap aşkın ne olduğundan bahsetmektedir. Kitapta Sokrates’in nasıl bir insan olduğuna dair de bilgi bulunmaktadır. Sokrates’in sevgi üstüne konuşmasının bitiminden sonra yakışıklığı, cesareti, cüretkarlığı, varlıklılığı ile çok çekici bir genç olan Alkibiades içkili bir şekilde ortama dahil olur. Kendisi Sokrates’e tutkundur (Antik Yunanda aşk genelde iki erkek arasında yaşanan bir duygu olarak kabul ediliyor) çünkü yukarıda saydığım bütün özellikleri Sokrates’e işlememiştir. Alkibiades sevgi üzerine konuşuluyorsa sevgiyi değil sevdiği olan Sokrates’i övmek ister. Onun ağzından Sokrates’in ne kadar erdemli, kararlı, gösterişe ve görüntüdeki zenginliğe değer vermeyen birisi olduğunu öğreniriz. Örneğin, Alkibiades Sokrates için şöyle der: ¶¶İstediğiniz kadar zengin olun, herkeslerin arayıp da bulamadığı şanlara, şereflere konun, bütün bunlar onun gözünde hiçtir, bizler birer hiçiz. Evet, evet size söylüyorum. Böyleyken, bütün ömrünü bir çocuk bilmezliğiyle şununla bununla şakalaşarak geçirir. Ama bir ciddileşip de Silen’in içi açıldı mı, ne Tanrı yüzleri çıkar ortaya! ¶¶(s. 63) Alkibiades doğal bilincin akla nasıl hayran olduğunu fakat kendisini korumak için ondan kaçtığını da ortaya koyar. Bu da ilginç bir durumdur. Kendisi Sokrates’e hayrandır, tutkundur fakat bir yandan da ondan kaçar çünkü Sokrates yaşamını zorluklarla boğuşmaya adamıştır. Sokrates’e şöyle seslenmektedir: ¶¶Şimdi yine seni dinleyecek olsam, dayanamam sözlerine, aynı duygulara kapılırım. İster istemez kabul ettiriyor ki bana, benim bunca eksiğim varken, kendimi bırakıp, Atina’nın işleriyle uğraşıyorum. Onun için tıkıyorum kulaklarımı sözlerine, Seirenlerden kendimi korur gibi, bucak bucak kaçıyorum, şuracıkta, bu adamın ayakucunda ömür boyu oturup kalmayayım diye¶¶ (s. 63). Çok güzel, akıcı ve kısa bir kitap sadece 80 sayfa. Umarım okuma yazma bilen herkes okur. :))