Gönderi

192 syf.
·
Not rated
·
Liked
·
Read in 4 days
FRANTZ FANON’UN ‘SİYAH DERİ BEYAZ MASKELER’ KİTABINA BİR BAKIŞ; TÜRKİYE’NİN SİYAHİLERİ KİMLERDİR? Kitabı okumaya başlar başlamaz her bir cümlesinde kendimi, dilimi ve yaşantımı görebiliyordum. Bununla birlikte bir söz kafamda döndü dolaştı: “Neye gülüyorsun? İsimleri değiştir, anlatılan senin hikâyendir.” Sömürenin ya da sömürülenin isimleri her zaman değişiyor ancak bâki kalan sömürme ve sömürülme eylemi oluyor. İsimleri değiştirdiğimizde sömürülenlerin çok da uzakta olmadığını kavrıyoruz. Sömürülen benim, sensin, biziz… Dilimizle ve kültürümüzle sömürülen biziz. Bu yazıyı Kürtçe yazamıyor olmam da sömürüldüğümün (sömürüldüğümüzün) en somut kanıtı olsa gerek. Fanon, genel bilinen ve kullanılan ekonomik sömürünün/emek sömürüsünün yanında kültür ve dil sömürüsüne de dikkatimizi çekiyor. Nitekim toplumdaki yerimizi belirleyen ve toplumsallaşmamızı sağlayan en önemli unsurlar dilimiz ve kültürümüzdür. Egemen gücün de sömürme eylemine başladığı ilk noktalar eğer dil ve kültürleri farklı ise bunlar olabiliyor. Özellikle ulusçuluk ve ortak dil hareketleri sonucunda uygulanan dil politikaları ve asimilasyon çalışmaları dil ve kültür sömürgeciliği olarak nitelendirilebilir. Ulus inşasında da egemen güçler Konfüçyüs’ün dediği gibi, bir milleti yok etmek için önce dillerinden başlıyorlar. Türkiye özelinde de geçmişe dönüp baktığımızda bir zamanlar, hatta günümüzde bile -bir devlet politikası hâlini almamış olsa da- Kürtlerin ve Kürtçenin inkarına gidilmiş olduğunu görüyoruz. 12 Eylül askeri cuntası zamanında kendini devlet başkanı yapan Kenan Evren’in şu sözleri hâlâ çoğu insanı eskiye döndürmekte ve zindanların buz gibi soğukluğunu, işkenceleri ve nefreti yanı başlarında hissetmelerine neden olmakta: "Kürt diye bir şey yoktur. Onlar dağ Türküdür. Bu, Güneydoğu'daki insanlarımızın, dağlarda karda yürürken ayaklarından çıkan kart kurt diye seslerden oluşmuş bir kavramdır. Onun için bu isimle anılmışlardır." Ne yazık ki bu söylenilenler bir devlet pratiği hâlini almış hatta bazı akademik(!) yazınlarla da buna destek verilmeye ve öncesinde olduğu gibi tarih bir kez daha yazılmaya çalışılmıştı. Tekrar hatırlatmakta fayda var; bir dil ve kültür kimsenin inkârı ile yok olamaz zira varlıklarını onlara borçlu değildir. “Uzağa gitmene gerek yoktu, zavallı annen bir kelime Türkçe bilmiyordu. Ve bu bay Kürt yok diyordu. Kürt yok! Güneş yok dermiş gibi, ay yok, yıldız yok dermiş gibi. Bir halk nasıl inkâr ediliyordu?” Sen’ Mehmed Uzun Bir hikâye ile devam etmek istiyorum. Öncelikle bu hikâyeyi anlatma amacım İslam dinine ve onun Peygamberine saygısızlık etmek değil; böyle anlaşılmasını istemem. Çoğumuzun alışkın olduğu elektrik kesintisinin yaşandığı bir gecede ya da bir misafirlikte sohbet sırasında kulağıma çalınmış ve hayli enteresan bir hikâye bu. Anlatılana göre hikâye Türklerin ve Kürtlerin ekseriyetinin inandığı İslam dininin peygamberi Muhammed zamanında geçiyor. Bir gün bir Türk, Muhammed Peygamber’in kapısını yavaş ve kibar bir şekilde çalıyor. Kapıya çıkan peygambere “Efendim sizden yaşamımı sürdürmek ve ekip biçmek için toprak/arazi istiyorum” diyor. Kapıyı çalanın dilinden, hareketlerinden ve kibar konuşmasından hoşlanan Peygamber ona şimdiki Türkiye’nin kıyı kesimlerini ve tarıma en elverişli topraklarını veriyor, “Bu topraklar senin olsun istediğin gibi kullan” diyor. Kapıya gelen Türk verilenlerden çok mutlu oluyor ve sevinçle yeni topraklarına hareket ediyor. Gel zaman git zaman başka gün aynı kapıda bağırış çağırışlar duyuluyor. Kapıyı kırarcasına vuran kişi daha kapıya kimse çıkmadan dışarıdan bağırarak “Mihoo ka derkeve ber dêrî û zeviyek bide min da ku ez bijîm û cot bikim” minvalinde ‘kaba’ bir şekilde konuşuyor. Söylenenleri, gürültüyü duyan ve bundan rahatsız olan peygamber sinirli bir şekilde “Here çiqas çiya û banî hebe bila ya te be” diyerek şimdiki Türkiye, Irak ve İran’daki dağları veriyor. Kapıyı çalıp toprak isteyen Kürt, ‘kaderine’ üzülerek oradan ayrılıp yeni topraklarına doğru yola koyuluyor. Hikâyenin ilk ağızdan ne zaman anlatıldığını bilmiyorum. Dil ve kültürüne baskı yapılan bir zamanda, evinde otururken kendisine ‘Em çawa hatin vê rewşê?’ diye soran birinin o anda aklına gelmiş ve o zamandan beri anlatılagelen bir hikâye olabileceği tahminini yürütmek zor olmasa gerek. Asıl muğlak olan hikâyeyi doğuran baskının ne zaman olduğunu saptamak oluyor; baskı altında olunan bir zamandan bahsettiğimize göre bu doksan yıl önce de olmuş olabilir altı ay önce de nitekim baskı şekil değiştirerek devam ediyor. Hikâyede üstünde durulması gereken konu kurgudaki anakronizm değil, böyle bir hikâyenin anlatılması ve ortaya çıkarılmasının nedenleri olmalıdır. Baskı ve zulümden yorulup ‘kendilerine biçilen kader’i kabul etmeye zorlanan Kürtler bu durumu kendi dinlerinden bir hikâye ile benimsemeye çalışmışlar gibidir, daha doğrusu kendilerini kandırmaya çalışmışlardır sanki. Daha öncesinden başlanan Kürtlere fiziksel ve dilsel özellikleri üzerinden yapılan hakaretler artık halkın bilincine işlemiş hâle gelebilmişti. Nitekim Kürtçe konuşmak bir süre sonra Kürtler arasında bile kaba bir durummuş gibi ayıplanır hâle gelebilmişti. Şu anda bile karşı cinse sempatik görünmeye çalışanlar İstanbul Türkçesini konuşmaya çalışmaktadır çünkü kibar olan budur Kürtçe kabadır, böyle empoze edilmiştir. Hikâyede de anlatılan kişilerde Türk olanı gayet kibar olmakla birlikte Kürt olanı medyanın, siyasilerin ve egemen gücün betimlediği üzere kaba, ‘dağlı’ olarak lanse edilmiştir. Yani Kürtlerin coğrafi özellikleri iyi olmayan dağlık alanlarda yaşamaları absürt bir şekilde ve Allah’ın cezasıymış gibi kaba olmasına dayandırılıyor. Bu aslında yapılan baskının bir şekilde ‘kabullendirme’sidir. Aradan dönemler, hükümetler, darbeler geçmesine ve akıtılan gözyaşlarının temizleyemeyeceği kadar kan akmasına rağmen elle tutulabilen bir ilerleme sağlanabilmiş midir? Hayır. Hâlâ bazı zamanlarda Kürtçe ve Kürtler kabul edilmemekte ve sadece Kürtçe konuşmak terörist olmanıza yetebilmektedir. (amp.artigercek.com/haberler/mahkem...) “Sömürgeleştirilen kişi anakentin kültürel değerlerini benimsediği ölçüde ormanından kurtulacaktır. Siyahlığını, ormanını reddettiği ölçüde, beyazlaşacaktır.” (s.18) diyor Fanon. Biz de hemen hikâyedeki isimleri değiştirip anlatılanın aslında kendi hikayemiz olduğunu görebiliriz. Ülke tarihi boyunca her dönemde Kürtlerin hak arayışlarının önüne set çekmek isteyenler sürekli ‘Kürtler bu ülkede bakan, başbakan hatta genelkurmay başkanı bile olabiliyor’, ’Alın size bir Kürt, alın bir Kürt daha’ diye fütursuzca söylemlerde bulunabilmişler ve etraflarındaki kişileri örnek gösterebilmişlerdir. Ama bu örnekteki kişiler Kürtlük bilincinde olmayan kişilerdir hatta ağızlarından Kürtçe bir kelimenin çıktığına dahi şahit olamamışızdır. Yani Fanon’un deyimiyle ‘siyahlığını (Kürtlüğünü), ormanını reddettiği ölçüde, beyazlaşacaktır (Zenginleşecek, kabul görecek, dışlanmayacak ve değerli olduğunu düşündüğü bir konuma ulaşabilecektir.). Maalesef artık bir yerlere gelmek isteyenler bir şeylerinden, Kürtlüklerinden ödün vermek zorunda bırakılmışlardır. Kürt bu ülkede Kürt olmadığı/kalmadığı sürece her şey olabilir, her mevkie gelebilir. “…susun ben size söylemedim mi Fransızca konuşacaksınız diye Fransa Fransızcası Fransız’ın Fransızcası Fransızca Fransızca.” Kelimeleri değiştirip kendi hikayemize bakalım mı? Diyarbakır cezaevinin duvarlarındaki yazılar bizi hikayemize sürüklemeye yetiyor. “Türkçe konuş çok konuş.” “Antiller’de burjuva sınıfı Kreol dilini hizmetçilerle olan ilişkileri dışında kullanmaz. Okulda, küçük Martinikli yerel ağzı hor görmeyi öğrenir. (…) Kimi aileler Kreol dilinde konuşulmasını yasaklar, çocuklar bu dilde konuştuklarında annelerinin gözünde ‘tibande’a (hergele) dönüşür.” (s.19) Kelimelerin yerlerini değiştirmeye devam edelim ama cümlede ‘yasak’ kelimesini gördüğümüz an hikâyenin kahramanlarından biri olabileceğimizi artık kanıksadık sanırım. Ülkemizde de yıllardır süren anadilde eğitim mücadelesine tanığız. Hiç Türkçe bilmeyen çocukların okuldaki ilk gününde, yeni bir dünyayla karşılaştığı anda gözlerindeki korkuya ve bilinmezliğe de tanık olmamız gerekir. Modern Kürt edebiyatının kurucularından Mehmed Uzun bir okul anısını anlatıyor; “Siverek'te ilkokulun birinci günü bir tokat yedim, bugün bile aklımdan çıkmaz. Okul bahçesinde sıraya girmeye çalışırken aramızda Kürtçe konuşuyorduk. Bir tokat attı İstanbullu yedek subay öğretmen, Türkçe konuş diye. Ama Türkçe bilmiyordum ki.” Çocuklarının ilkokulda zorlandığı gören aileler bu durumu aile içinde egemen dili konuşmaya özen göstererek azaltmaya çalışıyor. Hatta anadillerini konuşmayı yasaklamaya kadar bu durum ileri gidebiliyor. Teknolojiyle daha çok haşır neşir olan çocuklar yaşanılan ülkenin teknoloji dilinin Türkçe olması hasebiyle ister istemez anadillerinden daha çok uzaklaşabiliyor. Ailenin özel bir çabası olmadığı sürece Kürtçe bilen çocuk nesli gittikçe azalmaya yüz tutuyor. “En azından ilkokulun sonuna dek, özellikle siyahlara yönelik resimli dergiler, siyah çocuklar için yazılmış şarkılar, daha da ileri gidersek tarih kitapları istediğimiz şimdiden anlaşılıyordur.” (s.119) Bağlamından koparılmış, değiştirilmiş, eksiltilmiş tarih kitapları ve asimilasyon çarkını döndürmek için aşılanan bilgiler hepimizin malumu. Bu bilgilerin karanlığına gömülmüş küçük yaştaki çocuklar belli bir zamana kadar kim olduğunu yanlış bilebiliyor çünkü okulda ona böyle öğretiliyor hatta anayasaya (md.66) da böyle yazılıyor. Her ne kadar yüksek öğretimde Kürt dili ve edebiyatı bölümü açılmış olsa da öğrencilerin tezlerini Kürtçe yazmaları absürt bir şekilde yasak edilebiliyor. Kendi hikâyemizi yazabilmek ve sonraki nesillere hikâyemizi anlatabilmek için bunların değişmesi gerekiyor. Césaire’nin dediği gibi “Ağacın aşağısını istedikleri kadar beyaza boyasınlar, kabuğun gücü alttan bağırır…” “Yaşam renklidir, çok yanlıdır, çeşitli yanları, görüşleri ve bakışları içermektedir. Bunların tümünü tekleştirme ve tek bir renge dökme arzusu hem çok tehlikeli hem de sonuçsuz bir deliliktir. Önemli olan tüm bu renkler, farklılıklar arasında, demokratik, insani bir uyum sağlayabilmektir.” Bir Dil Yaratmak’ Mehmed Uzun Örnekler daha fazla uzatılabilir elbette ama isimleri her değiştirdiğimizde anlatılanın bizim hikayemiz olduğunu fark etmemiz gerek. Biz de Frantz Fanon’un siyahiler için yazdığı cümlelerdeki isimleri değiştirdiğimizde anlatılanın aslında biz olduğumuzu görmüş olduk. Her ne kadar özel olarak Kürtler ve Kürtçe üzerinde gitmiş olsak da Türkiye’de aynı durumları yaşamış olan -yaşayan- çok fazla ırk, dil ve kültür var; Laz, Ermeni, Gürcü, Çerkez, Alevi, Süryani, Keldani ve daha nicesi… Başlığın cevabı ise artık belirginleşmiş oluyor. Türkiye’de dili ve kültürü üzerinden asimilasyona, baskıya, işkenceye maruz kalan ve her seferinde bu farklılıklarını koruyup yaşatmaya çalışan herkes bu ülkenin siyahileridir. Ben de bu ülkenin bir siyahisiyim ve çığlığım daha da gür çınlayacak! Başka bir çözümün de olabileceğini göreceğiz. O çözüm dünyanın yeniden yapılandırılmasını içeriyor. (s.67)
Siyah Deri Beyaz Maskeler
Siyah Deri Beyaz MaskelerFrantz Fanon · Metis Yayınları · 2020482 okunma
··
841 views
Berna okurunun profil resmi
Destên te, pênûsa te û dilê te sax be... Heya niha gelek nivîs li ser vê mijarê hatine nivîsandin, ev lêkolîna te jî bi qasî wan xweş û di cih de hatiye ber ziman... Ez gelek peyvan de kelegirî bûm û ez bawerim ku rojek rojê ji bo me jî hilbe...
Savaş okurunun profil resmi
Sipas ji bo xwendina te û şîroveya te ya baş:)
1 next answer
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.