Gönderi

Şavaş
Günün Pasajı John Steinbeck - Cennetin Doğusu Çevirmen: Roza Hakmen Sel Yayıncılık / 42. Bölüm (Sayfa: 526, 527, 528) Savaş hep başkasının başına gelir. Salinas'ta biz Birleşik Devletler'in dünyanın en büyük ve en güçlü ulusu olduğunun farkındaydık. Her Amerikalı doğuştan nişancıydı ve kavgada bir Amerikalı, on ya da yirmi yabancıya bedeldi. Pershing'in Pancho Villa'nın peşinde Meksika'ya yaptığı sefer, efsaneleri kısa bir süreliğine çürütmüştü. Meksikalıların doğru düzgün ateş edemediğine, ayrıca tembel ve aptal olduğuna gerçekten inanmıştık. Bizim çocuklar C Birliği'yle sınırdan bitkin halde döndüğünde, bunların hiçbirinin doğru olmadığını söylediler. Meksikalılar doğru düzgün ateş ediyorlardı, Allah kahretsin! Pancho Villa'nın atlıları bizim kasabanın oğlanlarından daha iyi at biniyorlardı ve daha dayanıklıydılar. Ayda iki akşam eğitim bizimkileri pek pişirememişti. Son olarak da, öyle görünüyordu ki, Meksikalılar “Black Jack" Pershing'den daha iyi düşünmüş ve onu pusuya düşürmüşlerdi. Meksikalılara bir de müttefikleri dizanteri katılınca tam felaket olmuştu. Bizim çocuklardan bazıları yıllar sonra bile tam toparlanamadılar. Nedense Almanlarla Meksikalılar arasında bir bağlantı kurmuyorduk. Efsanelerimize aynen geri döndük. Bir Amerikalı yirmi Alman'a bedeldi. Hal böyle olunca, Kayzer'i dize getirmek için sert davranmamız yeterliydi. Bizim ticaretimize karışmaya cesaret edemezdi... ama etti. Kendini ateşe atıp gemilerimizi batırmazdı... ama batırdı. Aptalliktı ama yaptı, dolayısıyla savaşmaktan başka çare kalmadı. Savaş, en azından başlangıçta, başkalarını ilgilendiren bir şeydi. Biz, ben, ailem ve dostlarımız tribünlerdeydik deyim yerindeyse; epey de heyecanlıydık. Nasıl ki savaş hep başkasını ilgilendirirse, ölen de hep başkasıdır. Fakat gel gör ki, bu da doğru çıkmadı! O feci telgraflar sinsi sinsi, kederli kederli gelmeye başladı, herkesin kardeşiydi ölen. Biz burada öfkeden ve patırtıdan on bin kilometre uzaktaydık, ama bu bizi kurtarmiyordu. Sonrası pek eğlenceli değildi. Liberty Belles kızları beyaz kepler ve beyaz parlak üniformalarla geçit töreni yapıyorlardı, tamam. Dayımız 4 Temmuz konuşmasını baştan yazıp tahvil satmakta kullanıyordu, tamam. Biz lisede hakiler giyinip asker kepi takıyor, fizik hocasından silah kullanmayı öğreniyorduk, tamam ama Allah aşkına, Marty Hopps ölmüştü; sokağın karşı tarafında oturan Berges'lerin oğlu, küçük kız kardeşimizin üç yaşından beri âşık olduğu yakışıklı çocuk paramparça olmuştu! Ayaklarını sürüyerek yürüyen, esnek, sırık gibi oğlanlar ellerinde bavullarla Main sokağından aşağı, Southern Pacific istasyonuna yürüyorlardı beceriksizce. Şaşkın ve mahcuptular; Salinas Bandosu ulusal marşı çalarak önden yürüyor, yanda yürüyen aileleri ağlıyor, müzik ağıt gibi geliyordu kulağa. Askere alınanlar annelerine bakmiyorlardı. Bakmaya cesaret edemiyorlardı. Savaşın bizim başımıza gelebileceğini hiç düşünmemiştik. Salinas'ta bilardo salonlarıyla barlarda alçak sesle konuşmaya başlayanlar vardı. Bunlar bir askerden hususi malumat edinmişlerdi: Bize doğruyu söylemiyorlardı. Adamlarımız silahsız gönderiliyordu savaşa. Asker taşıyan gemiler batırılıyor, hükümet bize söylemiyordu. Alman ordusu bizimkinden o kadar üstündü ki, hiç şansımız yoktu. O Kayzer denen adam akıllı bir tipti. Amerika'yı işgal etme hazırlıkları içindeydi. Ama Wilson bunu bize söylüyor muydu? Elbette hayır. Genellikle bu leş kargaları, çarpışmada bir Amerikalının yirmi Almana bedel olduğunu söyleyenlerdi – tipatıp aynıları. İngilizler acayip üniformaları içinde (ama gerçekten havalı görünüyorlardı), küçük gruplar halinde ülkede dolaşıyor, kapılmamış olan her şeyi satın alıyor, parasını veriyorlardı; iyi de para veriyorlardı. İngiliz ikmalcilerin çoğu sakattı, yine de üniforma giyiyorlardı. Satın aldıkları şeyler arasında fasulye de vardı, çünkü fasulyenin nakledilmesi kolaydır, bozulmaz ve adam pekâlâ fasulyeyle doyabilir. Fasulyenin kilosu yirmi beş sentti ve kolay da bulunmuyordu. Çiftçiler altı ay önce piyasa fiyatının kıtıpiyos üç dört sent fazlasına peşinen fasulyelerini satmış olduklarına pişmandılar. Memlekette de, Salinas Vadisi'nde de şarkılar değişti. Önceleri Helgoland'ı yerle bir edip Kayzer'i asacağız, oraya yürüyüp kahrolası yabancıların yüzüne gözüne bulaştırdığı işi toparlayacağız diyorduk. Sonra birden “Savaşın kızıl lanetinde ayakta Kızıl Haç hemşiresi. Sahipsiz Toprakların gülü" şarkısını söyler olduk, ardından “Alo santral, Cennet'i bağlayın, babamla görüşeceğim” geldi, sonra da “Bebeğin alacakaranlık duası, ışıklar solgun. Odasına çıkar, duasını okur: Allahım! Lütfen söyle babama, dikkat etsin kendine..." İlk kavgasında burnuna bir yumruk yiyen güçlü kuvvetli ama tecrübesiz bir oğlan çocuğu gibiydik galiba; canımız acımıştı, bitsin istiyorduk.
·
47 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.