Gönderi

İlah
"Bence"ler dünyasına hapsedilmiş durumdayız. Herkes kendi doğrularını başkalarına kabul ettirme uğraşında. Günümüz insanı, ya kendini ya da saygı duyduğu bireyleri "kural koyucu" olarak benimsemiş durumda. Eğer yaşadığımız hayatın hakikatte bir anlamı yoksa, başka insanların uydurmuş olduğu kurallara uymaktansa kendi koyduğumuz kurallara uymak oldukça rasyonel olacaktır. Doğal olarak her birey, kendi doğrularının toplum nezdinde de doğru kabul edilmesini ister. Aksi durumda muhtaç olduğu bu toplumun içinde yaşamak eziyet gibi gelecektir. Dolayısıyla insanlığın huzuru için ortak bir ahlak prensibinin benimsenmesi gereklidir. Ancak, yokluğa karışacağını yani yaşantının sadece bu dünyadan ibaret olduğunu düşünen veya dünya bazlı yaşayan seküler insanlar için toplumun ortak doğrularını benimsemek; eğer kendi çıkarlarının aleyhineyse oldukça irrasyonel olacaktır. Bu sebeple seküler bireyin kendi kurallarını kendi oluşturma yoluna gitmesi ve başkalarının uydurduğu kuralları doğru kabul edip onlara uymaktansa kendi oluşturduğu keyfi kurallara uymayı tercih etmesi, bence onun özgür ruhlu ve rasyonel olduğunu gösterir. Ancak bu durumda; insanların kendi başlarına belirlemiş olduğu doğrularının, başka insanların doğrularıyla çelişme ihtimali bulunduğundan evrensel bir kılavuz söz konusu olmayacak, dolayısıyla fikirsel bir kaos hakim olacaktır. Bunun sonucu olarak, kendi fikirlerinin güçlenmesini ve kabul edilmesini isteyen bireyler, kendi fikirlerine yakın olan fikirleri benimseyenlerle birleşecek ve karşıt fikirlere tepkisel bir savaş açacaktır. Oluşturulan bu grup/koalisyon mantık gereği, yapacağı fikirsel savaşı; kimi zaman medyayı, kimi zaman da -eğer vicdanına sığdırabiliyorsa- zorbalığı araç edinerek gerçekleştirecektir. Aslında dünyadaki kötülüklerin ve savaşların çoğu; insan tabiatına dayandığı gibi fikirsel, ırksal veya dinsel gruplaşmaya da dayanır. Her bir grup kendi doğrularını başkalarına kabul ettirmeye çalışır ve gerekirse bunun için kan döker. Bu grupların en yıkıcılarından biri Nazilerdi. Kurmuş oldukları ideolojinin fikirsel ve ırksal bir temeli vardı. Nietzsche'nin üstün insan fikrini üstün ırka, Kant'ın ödev ahlakını da görev ahlakına çevirip sosyal darwinizmle harmanlanmış; kendi içerisinde oldukça rasyonel bir görüştü Nazizm. Anti eşitlikçi, güçlünün güçsüzü sömürmesini makul bulan; alabildiğine doğal ve rasyonel bir görüştü. Malthus'un dediği gibi gıda aritmetik, nüfus ise geometrik artar; böyle giderse insan ırkının sonu gelebilir, dolayısıyla bu sonu gelmeyen ve sürekli artan çoğalmayı yavaşlatmak hatta gerekirse durdurmak gerekir. Eğer vasatın altı toplulukları yok etmezsek hepimiz yok oluruz. O halde yaşlılardan, sakatlardan ve bozuk ırklardan (sarı ırk, siyah ırk ve Yahudiler) kurtulmak gerekir. Hem açlık sorunu giderilebilir hem gelecek nesillere sağlıklı genler aktarılabilir hem de doğal seleksiyon sağlanmış olur. Üstelik demokrasi de ortadan kalkmalıydı. Bir Nazi subayının dediği gibi demokrasi, doğal seleksiyonu tersine çevirir. Doğada güçsüzler güçlülerin isteklerine boyun eğiyorken demokrasi yüzünden güçlü ile güçsüz/zeki ile aptal/zengin ile fakir denk görülüyordu. Güçsüzler/aptallar/fakirler çoğunlukta olduğundan onların istekleri gerçekleşiyordu. Onlar doğaları gereği irrasyonel olduklarından hayatlarını irrasyonel bir şekilde yönetiyorlar ve seçimleri de irrasyonel oluyordu. Bu sebeple toplumsal ilerleme asla sağlanamıyordu. Nazilerin bu rasyonel görünen görüşlerine hangi akıllı birey karşı çıkabilirdi ki? Fakat çoğunluk olan bizler için oldukça zalimlerdi ve iyilikten alabildiğine uzaktılar. Onlar içinse bizler doğru ve yanlışı ayırt edebilecek kapasitede değildik ve onlar insanlığın kurtuluşu için tek yolun Nazizm olduğuna iman etmişlerdi. Bu azınlığın doğrularıyla onlara karşı olan çoğunluğun doğruları adına hem medya yoluyla hem de askeri yolla savaşıldı ve sonucunda Nazizm kaybetti; ancak ardında bir yığın kötü anı bıraktı. Bu tarihsel vakaya bakıldığında fikirlerin ve çatışan doğruların nelere yol açacağı gayet net gözüküyor. Naziler, kaybettikleri ve elbette arkalarında büyük yıkımlar bıraktıkları için onların doğruları "evrensel" manada yanlış kabul edilmekte. "Bence" de onların doğruları ve iyi sandıkları, doğruluktan ve iyilikten baya bir uzaktı. Ancak, kasıtlı olarak burada bence ifadesini kullandım; çünkü bence ifadesini kullanmadığımda benim vicdanen varmış olduğum keyfi düşüncelerin mutlak doğrular olduğu yanılgısına kapılmış olurum. Zaten, önceden koyutlanmış ve belirlenmiş bir ahlak olmadığı sürece; kendi uydurmuş olduğum, vicdanen veya rasyonel bir yolla belirlediğim ahlak kurallarını başkalarına mutlak ahlak diye dayatmak oldukça irrasyonel olacaktır. Çünkü sen, kendi doğrularını öncesinde bence diye belirtmeden başkalarına mutlak doğru diye kakalamaya çalışırsan başkası da haklı olarak "ne malum senin uydurmuş olduğun kuralların mutlak doğrular olduğu? Bana göre de benim doğrularım mutlak doğrular!" diye karşılık verecektir. İşte kaosun ve savaşın temeli de buna dayanır. Böyle bir tartışmada karşı tarafa kendi menfaatiniz adına, kendi doğrularınızı kabul ettirme yoluna gidersiniz. Bu mücadeleyi kazanacak olan taraf, artık başkalarına karşı daha güçlü şekilde kendi doğrularını kabul ettirme fırsatı bulacaktır. Peki, karşı taraftan daha güçlü olduğu için mücadeleleri kazanacak olan tarafın doğruları; bu sayede mutlak doğrulara dönüşebilir mi? 2. Dünya Savaşı'nı Naziler kazansaydı, elde edecekleri güç sayesinde kendi görüşlerinin alıcısı artacaktı; fakat savaşı kazanan taraflar Amerika, İngiltere ve Sovyetler Birliği oldu. Naziler kazanmış olsaydı, kendi görüşlerinin propagandasını daha güçlü bir şekilde yapabilme fırsatı bulacaklardı ve muhtemelen dünyaya pazarlama gayretinde bulundukları bu görüşlerin azımsanmayacak derecede alıcısı olacaktı. Ancak bu savaşlar silsilesinin nihai kazananı Amerika olduğundan onun dayattığı doğrular, insanların ekseriyeti tarafından mutlak doğrularmış gibi kabul ediliyor. Kabul etmeyenler ise ya demokrasi düşmanı olarak nitelendirilip ötekileştiriliyor ya da susturuluyor. Örneğin Aysun Kayacı, "dağdaki çobanla benim oyum bir mi?" gibi bir soru yöneltince, medyada hemen linç edildi. Çünkü demokrasi, eşitlik, insan hakları vardı ve bu kavramlar asla sorgulanamazdı. Amerika; kendi ideolojisini, medya ile o kadar iyi yedirmişti ki halklara, demokrasi asla sorgulanamazdı. Elbette ki ben de Nazilerin sistemindense demokrasi gibi ılımlı sayılabilecek bir sistemin uygulanmasından yanayım. Ancak vurgulamak istediğim, Amerika'nın sahiplenmiş olduğu demokrasi kavramının asla sorgulanamayacak kutsal bir şeymiş gibi lanse edilişi ve sorgulamaya kalkanların da hemen linç ediliyor oluşu. Üstelik Amerika, demokrasi perdesinin arkasına sığınarak Orta Doğu'da katliamlara sebep olmuştur ve bunu "iyilik" uğruna yapmıştır, önlerine de pek bir engel çıkmamıştır. Öyle ki, bu verilerden anlaşılacağı üzere Amerika, tüm zorlukları aşarak dünya devletlerinin ilahı olmuştur. Ancak bu ilahlık yarışı yalnız devletler için değil bireyler için de geçerlidir. Yine en başa döndük, herkes kendi "bence"lerini başkalarına dayatıyor ve güçlü olanın "bence"leri, toplumun geneli tarafından doğru kabul ediliyor. Sartre'ın söylemiş olduğu gibi, günümüz dünyasında herkes Tanrıcılığı oynuyor, kendini ilah belleyip kendi uydurmuş olduğu doğruları diğer insanlara dayatıyor; fakat tüm insan uydurması doğrular sübjektif ve "bence"lere mahkum doğrulardır, peki hakikatte mutlak doğru diye bir şey var mıdır? Eğer ki mutlak bir doğrunun olmadığı görüşündeyseniz, "bence"lerin dünyasında sizin doğru kabul ettiklerinizi başkalarının da doğru kabul etmesini beklemeniz oldukça irrasyonel ve açıkça kendi doğrularınıza kulluk talebi olacaktır. Kendi uydurmuş olduğunuz doğruların mutlak doğrular olduğunu düşünüyorsanız ve bunu dikte ediyorsanız Nazilerden ne farkınız kalır? "Ama onlar kötüyü, ben iyiyi savunuyorum." diyorsanız onların kötü olduğunu kendi sübjektif vicdani görüşleriniz dışında neye dayanarak söyleyebilirsiniz ki? Kendi düşündüklerinizin doğru olduğunu da vicdana vurgu yaparak temellendiremezsiniz. Zira vicdan dediğiniz şey herhangi bir doktrine sahip olmayan, hem kendi içinde değişken hem de insanlar arasında değişkenlik gösteren bir olgudur. O zaman vicdanın ortak bir ahlaki bağlayıcılığı olamayacağı gibi doğruya ve yanlışa temel sunamayacağı da açıktır. Naziler de yaptıklarını kendilerince ahlaki bir temele oturtmuşlardı, insanoğlunun sağlıklı ve mutlu geleceği adına bunların gerçekleşmesi gerektiğine inanıyorlardı. Ahlaken doğru olanın kendi düşünceleri olduğuna iman etmişlerdi. Dolayısıyla önceden koyutlanmış bir ahlak yani objektif ve bağlayıcı bir ahlak var olmadığı sürece yapabileceğiniz tek yorum "bence doğru olan bu" olacaktır. Öyleyse özünde hangi taraf doğru ve iyi olandı sorusunun mutlak cevabı, eğer doğru ve iyi kavramlarını uydurmuş olan bizlersek mümkün değildir. Ancak, iyiyi de kötüyü de yaratmış olan bir Tanrı varsa mutlak doğrulardan bahsedebiliriz; fakat eğer bu Tanrı, iyiyi-kötüyü/doğruyu-yanlışı bize bildirmediyse yine burada mutlak doğruların varlığından söz edilemez. Dolayısıyla bu Tanrı'nın kendi belirlemiş ve yaratmış olduğu bu ahlaksal ikilemlerin mutlaki ayrılığını açıkça beyan etmesi gerekir. Tanrı'nın ve böyle bir doktrinin var olmadığını düşünüyorsak, hakikatte doğrunun ve yanlışın illüzyondan ibaret olduğunu kabul etmemiz gerekir. Böyle bir durumda aslında bizim ahlaken doğru veya yanlış dediğimiz olgular sübjektif uydurmalar ve fazlaca anlam yüklenmiş değer yargıları olacaktır. Sonu olan, dolayısıyla anlamsız olan bu hayatta uydurmuş olduğumuz değer yargılarını obsesyon edinip kendi menfaatimiz dışında onlar adına mücadele etmek de oldukça irrasyonel olacaktır. Esasen bu hayatta mutlak doğruyu arıyor oluşumuz ve ahlaklı olanı yapmanın her koşulda rasyonel olması adına dini bir doktrinin ve ahiret inancının olması gerekliliği benim için Tanrı'nın varlığının ve teizmin doğruluğunun, hayattaki böyle önemli bir boşluğu kapatıyor oluşundan mühim bir delilidir. Bireylerin sübjektif görüşlerinden bağımsız münferit ve objektif bir doğrunun temeli, ancak "Tanrı buyruğuyla yani bir dinle sağlanabiliyorken, Tanrı buyruğu yani bir dine dayandırılmaksızın söylenen ahlaki kuralların sübjektif ve keyfi uydurmalar oldukları açıkken ateist/agnostik/deist biri kendi doğrularını ne hakla bana kabul ettirmeye çalışıyor? Sizin anlattığınız gibi hiçbir anlamın veya hiçbir objektif ahlakın olmadığı bir evrende yaşıyorsak, neye dayanarak bu iyidir bu kötüdür deme cüretinde bulunuyorsunuz. Elbette ki fıtratınız gereği siz de hayatın anlamsız olduğunu ve iyinin-kötünün/doğrunun-yanlışın insan uydurması olduğunu kabul edemiyorsunuz. Ancak dediğiniz gibi Tanrı'nın olmadığını/olup olmadığını bilemeyeceğinizi/varsa bile din-doktrin göndermediğini düşünüyorsanız; buyruklarınızı, kendi hayat görüşünüzün sizi hapsetmiş olduğu "bence"ler ile ifade etme dürüstlüğünde bulunun ve bu sübjektif görüşleri, başka insanlara mutlak doğrularmış gibi kabul ettirme cüretinde bulunmayın. Dindar biri "mutlak doğrunun bu olduğuna inanıyorum ve sana bildiriyorum; fakat buna inanmak ve uyup uymamak sana kalmış" deyip kendi dini doğru olmasa bile objektif doğruların varlığını ilahi buyruk ile mantıksal açıdan gayet de temellendirebilir. Sizin hayat görüşünüz gereği, mutlak bir doğru olduğunu iddia etmeniz tutarsızdır. O halde dürüst olun ve "bence doğru olan bu" deyin. Mutlak doğrunun olmadığı hayat tasavvurunuz sonucu, kendi menfaatinizi korumak gereğince sizinle aynı görüşleri paylaşmayanlarla mücadeleye gireceksiniz hayatınız boyunca. Bakalım hanginiz dünyevi çıkar adına ve dünyevi ideolojilerin maksimizasyonu adına yapılan bu ironik ve sübjektif doğruluk dayatmacı mücadeleyi kazanıp da kendi doğrularını başkalarına dayatma gücünü daha da arttıracak. Bakalım hanginiz kendi uydurmuş olduğu doğruları adeta bir ilahmış gibi başkalarına kabul ettirme ve köle sayısını arttırma fırsatında bulunacak. Esasen, "Tanrı öldü" söyleminin güçlendiği 20. yüzyılın bir kaosa dönüşmesini "benim doğrularım mutlak doğrular, bu doğruları kabul etmeyenlerle savaşırım" diyenlerin seslerinin yükselmesi ve bunu gerçekleştirmek için imkan bulabilmiş olmaları sağlamıştır. Yani din perdesi altında "dinde zorlama yoktur" felsefesinin bulunduğu bir dine iman etmemiş olup küfür işleyenlerin yaptıklarını dindarlara mal edenlerin onlara yaftaladıklarının en alasını kendi ideolojileri adına kolektivist bir şekilde savaşan dinsiz gruplar yapmıştır; ancak 20. yüzyılı kana bulayanların ekseriyeti dinsiz gruplar diye bu kötülüğü tüm dinsizlere mal edecek değilim. "Dinde zorlama yoktur." o halde dindar birinin cihadı haksız saldırılarda bulunmak değil, gerçeği açıklamaktır. "Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar (yasa koyucular) olsa idi kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Şüphe yok ki arşın Rabbi Allah, onların söyledikleri şeylerden yücedir, münezzehtir. Allah'ın yaptıklarından sual olunmaz, ama insanlar mutlaka sorguya çekilecektir. Yoksa onun dışında bazı ilahlar mı edindiler? De ki: 'Haydi bu ilahların gerçeklikleri hakkında delilleriniz varsa getirin. İşte bu, benimle birlikte olanların ve benden önceki (peygamber)lerin dile getirip durdukları ilahi öğretidir.' Hayır, onların çoğu gerçeği bilmiyor ve bunun için de [ondan] inatla yüz çeviriyorlar." (Enbiya suresi 22-24)
··
204 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.