Gönderi

104 syf.
10/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 17 hours
Kuzgun sürüsü çığlık çığlığa dolaşıyor. Duyuyor musun, dostum? Kuzgun sürüsü çığlık çığlığa dolanıyor. İstedikleri ne? Bir ölünün diğer bir ölü dostuna yazdığı bu satırlar aklımı başımdan aldı. Biri stratejik bir hata yüzünden bacaklarını kaybetti ve gazi olarak evine döndü. Diğer dostu, yani bu satırları yazan kişi ise kim bilir ne tür bir acı ile hayatını kaybetti. Ama geri dönen dostunun bu dönüşü bir geri dönüş değildi. Kendinden sakındığı korkularla baş başa kaldı. Belki diğer dostu gibi ölseydi daha iyiydi? Ondan geriye bir tek anı kaldı; Kapalı bir kapının altından, bitmeye yüz tutmuş mum ışığının hafif ışığı görünüyor. Odanın içerisinden duyulan tek şey ise tüy kaleminin gıcırtısı. Kardeşine ve ailesine bıraktığı bu miras kardeşinin ruhunda derin etkiler bıraktı. Kardeşinin düşünceleri başta savaş karşıtı gibi gözükse de bu kadar basit açıklanamayacak derecede derin düşünceleri var. Gözlemlemelerinin derinliği harikaydı. Savaş meydanının kahramanların gür sesleri ve coşkulu tezahüratlarla dolup taşmadığını bilecek kadar bilgeydi. Savaş meydanına hakim olan şey vahşetin deliliği ve aciz vücutlardan yükselen inilti ve çığlıklardı. Savaş meydanlarında sergilenen kahramanlıklar yoktu, sevinç yoktu, göğüs kabartılacak ya da gurur duyulacak olaylar yoktu. Olan tek şey vahşetti. Birbiri ardına düşen ve parçalanan bedenlerdi. Her birinin içinde, bir zamanlar yeşeren umutlar toprağa birer birer düşüyordu. Toprak ise kanlarla kaplıydı. Umudun yeşerebileceği bir ortam değildi. Düşen her bir beden duygularıyla beraber yok oluyordu. Savaşan her bir birey günün sonunda sanki hiç var olmamış gibi yok oluveriyordu. Geriye ise yalnızca yağmalanmaya değer birkaç paçavrası kalıyordu. İnsan buydu işte; Savaş meydanında, toplum ve ailesi tarafından oluşturulan maskesini yırtıp atıyor ve kızıl kahkaha ile bütünleşerek dehşet saçıyordu. En kötüsü de bunu gayet doğal karşılıyordu. Doğanın bile görmekten çekindiği, Tanrının bile taşlaşmış yüreğinde hafif bir üzüntü duyacağı bu sahneyi doğal karşılıyordu. İnsan buydu işte! Bu kitap, benim gibi sözcüklerin karmaşası içinde kaybolan ve duygularını iyi ifade edemeyen birine bile sayfalar dolusu yazı yazdırır. O kadar derin ve korkunç bir kitap ki... Bitsin diye çırpınıp durdum. Her bir yanımı saran ölüm çığlığından ve minik bir odadan tekdüze bir şekilde duyulan tüy kaleminin gıcırtılarından bir an önce kurtulmak istedim. Her bir sayfadan sonra duygularım daha da karamsarlaştı. Neyse ki bitti. Tüm bu korkunç sesler son buldu. Son buldu değil mi? / Bugün anneannem bana bir uyarıda bulundu, ilginçtir hiçbir konuda uzun bir zamandır beni uyaran olmamıştı. Uyarı ise o kadar basitti ki gülmemek için kendimi zor tuttum; - "Dün annene oha kelimesi kullandığını duydum. Çok üzüldüm, ne kadar ayıp bir kelime. Gün gelir babana karşı da kullanırsın bu kelimeyi çok ayıp." Anneme yaşanan bu hadiseyi anlattığımda epey bir güldük. Annem önemsemez bir tavırla, - " yaşlandı artık anneannen. Onun zamanında bu tarz kelimeleri büyüklerine karşı kullanmıyorlardı. " Bu basit ve sıradan olay beni düşünmeye itti. Zaman insanı yıpratıyor ve değiştiriyor. Zaman kelimeleri, duyguları, düşünceleri, kültürleri, Tanrıları ve elçilerini, kötülüğü ve iyiliği, ahlakı, imparatorlukları ve devletleri, yeryüzünü ve atmosferi... kısaca neredeyse her şeyi değiştirebilecek bir gücün karşılığıydı, zaman. Tek bir şey dışında, tek bir kelimenin dışında. O kelime her zaman aynı anlama geliyordu. Herhangi bir çağda bile aynı kederi ve etkiyi doğuruyordu. Değişmeyen tek şey savaştı. İstisnasız her zaman geride aciz bedenlerden yükselen inilti ve çığlıklar bırakıyordu. Lehçeler ve diller ne kadar farklı olsa da geriye kalan tek şey çığlık, çığlıktı işte.
Kızıl Kahkaha
Kızıl KahkahaLeonid Andreyev · Everest Yayınları · 20195.5k okunma
··
198 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.