Bir hikaye anlatmak istiyorum, bu sefer anlatacağım şey kibir dolu kalplerin bulunduğu bir şehirde geçiyor. Geceleri uykusunu, gündüzleri ise zihnini sevdiği kadın için düşünmeden feda eden Albert, bir gün bilincinin artık bu uykusuzluğa dayanamadığını fark etmiş. Artık bu mistik olgudan bir süre uzaklaşıp sevdiği kadın için daha iyi bir Albert olmak istemiş. Zihninin bu bulanıklığının bir süre sonra parçalanmaya yol açabileceğini ve hatırladığı her şeyin orada saklı kalmasını istediğini, unutmak istemediğini sevdiği kadına söylemiş. Meğerse sevdiği kadın da aynı şeyleri yaşadığını ve bu konuları aslında Albert'a nasıl söyleyeceğini planlıyormuş. Aslında bu haber ona buruk bir mutluluk yaşatmış. Yaşanılan şeylerin zorluğundan birincil gözle haberdar olup sevdiği kadın için üzülmüş ama bu hisleri bir köşeye sıkıştırarak onu kırmadan ve yanlış anlaşılmalar olmadan anlatabildiği için mutluymuş. Günler geçmiş haftalar geçmiş birbirlerinden uzak bir hayat yaşamaya başlamışlar. Bu hastalığın bu kadar inatçı bir yapısı olduğunun daha ilk zamanlarda zaten farkına varmış, sonrası için gerçekleşen şeyler daha üzücü. Hastalık artık ikisin de anılarına ve hatırladığı güzel şeylere saldırmaya başlamış, belki daha fazlasına. Her gece huzurlu bir uyku için yattığı yataktan Albert korku dolu çığlıklarla uyanır olmuş çünkü bir süre sonra hastalık onun zihnine de sıçramış. Albert bu çaresiz ve acınası durumdan nasıl kurtulabileceği ile ilgili bir sürü plan yapmış, çevresinde yaşayan alternatif tedavi kaynaklarını değerlendirmeye karar vermiş, buna devam ettiği süre boyunca her girdiği tedavi sonrası hastalığa daha bitkin düşer ve daha hızlı ilerlemesine neden olurmuş. Hastalıktan bitap düşmesine rağmen kendisini iyi hissettiği bir gün sevdiği kadının da onunla aynı hastalığı paylaştığını hatırlayıvermiş, zar zor ayağı kalkarak onun yanına gitmeye koyulmuş. Kapısına kadar varmış, zihnindeki hastalığın her şeyi paramparça etmesine rağmen bile buranın kokusunu hatırlamış. Kapıyı uzunca bir süre çaldıktan sonra daha önce görmediği bir kadın açmış kapıyı ve hemen onun nerede olduğunu sormuş kadına...Kadın uzunca bir süredir burada yaşadığını ve daha önce böyle birini yani Albert'in tarif ettiği gibi birini duymadığını söylemiş. Şaşkınlıktan ne olup bittiğini anlayamayan Albert kısa bir süre derin bir şekilde soluklanmış ve düşünmeye başlamış. Düşüncelerinin ne kadar uzun bir süredir böyle köşede sıkışmış kullanılmamış olduğunu hissetmiş. Kendine şu soruları sormaya başlamış; Zamanın içinde mi? Yoksa silinen bir anının son vakitlerinde miyim?
- Döngü, diye cevaplamış bir ses. Albert'in gözleri yerinden çıkacak gibi olmuş buda neyin nesi gibi bir bakış atmış hızla arkasını dönerek. Asıl şaşkınlığı etrafına döndüğünde kimsenin var olmamasıyla oluşmuş. Bir an içerisinde karşısında duran evin yıkılmaya başladığını fark etmiş. Ev sanki bir yapbozun parçaları gibi katlanarak bir ışık huzmesinin içine doğru sürüklenmiş, bir anda etrafta bulunan her şey bu yolu izleyerek yok olmaya başlamışlar. O anda Albert fark etmiş, kısık bir sesle "döngü" demiş ve sözlerini söyle dile getirmiş;
- "Zihin parlak bir hapishanedir. Özgür ve bir o kadar kısıtlı olabilir, aşıktır. Duygularına gerek olmadan fiziksel olarak hissedebiliyordur. Kalbinde hisseder, damarlarında belki de tüm vücudunda, onun zayıflığı budur. Sevdiğimiz birisiyle, belki de kaybettiğimiz birisiyle bir anıda sıkışmak çok güzel olabilir, bu sonsuzluktur. Yaşam materyal bir bütündür, sen parçalanmış anılarında kaybolursan o sana acımaz. Varlığım aidiyetini kaybettiğinde bile aidiyetim var olduğu yeri kaybetmedi. Aşkım, her kimsen hatırlıyorum sevgimin saflığını derinliğini. Hoşça kal." diye bitirdi o belirsiz zihniyle sözlerini.