Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

104 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
12 günde okudu
Keşke Küçük Prens'le beraber batan güneşi seyredebilsem..
İncelememe başlamadan önce, Küçük Prens'i seslendirdiğim youtube videoma bir göz atmanızı tavsiye ederim >> youtu.be/8ZFihDOHlzo Küçük Prens'i ilk okuyuşum değil bu, ama ne zaman okusam, içimde bir yerlerde hafiften kaybolmaya başlayan Küçük Prens'in elinden tutmamı ve kaybetmememi sağlar bu kitap. Kaç kere okursam okuyayım, her seferinde, her cümlesinde farklı anlamlar, farklı duygular sarar benliğimi. Belki çok da büyük sayılmam, ama büyüdüğüme üzülürüm, okurken büyüdüğüm için ağlarım... Hadi gelin, her bölümü beraber inceleyelim. İlk defa biraz uzun bir inceleme yazacağımı söyleyebilirim, haberiniz ola :) Ayrıca uyarayım, okumadıysanız, bu incelemeden okuyanlar gibi zevk alamayabilirsiniz. İlk bölümde- artık boa yılanlarını bilmeyen yoktur diye düşünüyorum- şöyle bir düşününce, eğer kitabı ilk defa okusaydım, dıştan çizilmiş boa yılanın ben de şapkayla benzetirdim derim her seferinde içimden. Bu biraz yüreğimi burkar, ılık ılık hüzün akar içime. Yazarın sınadığı insanlardan olsaydım eğer, sanırım boa yılanı testini ben de geçemezdim... İkinci bölümde; şu gelir aklıma, Küçük Prens koyun çizmesini istiyordu yazarımızdan. Ve beğenmiyordu çizilen resimleri. Nasıl bir ders çıkarmamız gerek bilmem ama ben hep derim ki, Küçük Prens ne istediğini biliyordu. Küçük Prens neyi nasıl istediğini de biliyordu. Önemli olan bu değil mi zaten? Neyi istediğin değil de, neyi nasıl istediğin... Biz de neyi nasıl istediğimizi kafamızda oturtursak, içimizdeki Küçük Prens'i yaşatabilir miyiz? Dördüncü bölümde; büyük olmak biraz daha korkutucu, biraz daha üzücü gelir gözüme. Rakamlar büyükler için idealdir; maddiyat onlar için maneviyattan daha değerlidir. Rakamlarla ölçülür bir dost ve rakamlarla karar verirler o şeyin güzel olup olmadığına. Tam hüzne, kedere boğulmuşken yazar bir darbe daha vurur kalbime ve kitapta en çok canımı acıtan şu cümleleri yazar... "Büyükler böyledir işte. Onlara kızmamak gerekir. Çocuklar, büyüklere karşı her zaman anlayışlı olmak zorundadır." Büyükler demez mi yahu, 'çocuktur yapar' diye. Demek ki çocuklar da büyükler için pek farklı cümleler sarfetmezler hani... Beşinci bölümde: kendi kendime hatırlatma yaparım hep. Tıpkı baobap ağaçları gibi olan insanları hayatımdan söküp atmam gerektiğini hatırlatırım. Belki insanları ilk bakışta tanıyamayız kabul ama eğer baobapları güllerden ayırdığımız an sökmemiz gerektiği gibi; toksit, ruh emici, enerjimizi sömüren insanları da etrafımızda görürsek, kökünden kazıyıp atmalıyız. Gezegenler de kalbimiz gibi değil midir? Eğer toksit insanların sözleri, hareketleri, kalbimize bir boabap ağacı kökü gibi sarılırsa, kalbimiz parçalanır. Hayat ışığımız söner ve bir daha ne bir araya getirebiliriz kalbimizi ne de başka bir gezegen - kalp- bulabiliriz. Yedinci bölümde: sorun kendinize, "yahu ben ne yapıyorum?" diye. Hayatın o boş telaşeleriyle uğraşırken neler kaçırıyoruz? Ne harikalar var önümüzde ama gözümüzü açıp bakmıyoruz o manzaraya. Düşünmüyoruz bir koyun gülü yedi mi yemedi mi diye. Düşünmüyoruz sevgiyi, hüznü, öfkeyi, mutluluğu. Düşünmüyoruz kalbimizdeki o gülü, düşünmüyoruz yıldızları. Monoton, tekdüze, sıradan ve feyz alınamayan bir hayatı neden yaşarız? Gözlerimizi açıp, önümüzü görmemiz bedavadır. Yıldızlara bakmak bedavadır, gülü koklamak için insanlar bizden bir ücret istemezler. Biz niye mutluluğu bir market rafında, bir kıyafet mağazasında, en az yüz kere girdiğimiz bir avmde ararız. Çoğu öğretmen (işini hakkıyla yapan öğretmenleri tenzihen), okul bahçesindeki bir çiçek hakkında bir şeyler yazmamızı istemezler. Kafaları okul kitabına gömülüdür çoğunun ve tüm sene boyunca o kitaptan kafalarını kaldırmazlar da solup gider tüm çiçekler... Sekiz ve dokuzuncu bölümlerde: Kızamıyorum güle, onun kendini beğenmişliğine hayıflanamıyorum, müşkülpesentliğini hor göremiyorum. Çoğumuz böyle değil miyiz zaten? Sevdiğimiz insanlara hiç gerçek duygularımızı yansıtamaz, onlar hakkında neler neler düşünür de ağzımızdan bir iltifatı çıkaramayız. Hor göremem, nefret duyamam böyle insanlara. Yapamazlar işte sadece. Onları anlamak gerekir, tıpkı Küçük Prens gibi, insanlar birbirini anlamalı ve aralarında mesafeler açılsa bile birbirlerinden kopmamalıdır. Onuncu bölümde: insanların güce ne kadar da düşkün olduğunu anladım. "Ne olursa olsun, ben birilerini yöneteyim de gerisi önemli değil" diye düşünür insanlar. Kime, ne emir verdiği önemli olmaz onun için. Emir verdiği kişinin o emri yerine getirmesi, kendini tatmin etmek için yeterlidir çünkü. Kralı bu yüzden hiç sevmem ama kitapta en beğendiğim cümlelerden birini söylediğini de inkar edemem: "İnsanın kendini yargılaması, başkasını yargılamasından çok daha zordur." Vallahi de öyledir be kral paşam. Ben de korkarım kendimi yargılamaktan, ya kendime acımasız davranırsam da kendimi incitirsem? On ikinci bölümde: ayyaş adama Küçük Prens'le beraber üzüldük. Ama ben ayriyeten bir de acıdım... Acımak belki ne haddime ama hayatını boşuna geçiren, o kıymetli zamanını bir döngüde dönüp durmaya harcayan insana kim acımaz? İşte bu yüzden çok uğraşırım beyhude bir döngüye kapılmamak için. Bir kitaptan on sayfa okursam, birkaç kelime karalarsam kağıda, bir de o gün gözlerimi açmaya üşenmeyip fikirlerimi değiştirecek bir şeyler bulursam- bilirsiniz insanlar değiştikçe gelişir- işte o zaman döngüden çıktığımı hisseder ve huzur bulurum. On üçüncü bölümde: Yüzüklerin Efendisi filmindeki bir replik gelir aklıma. "Çünkü insanlar tamahkardır" Evet insanlar açgözlüdür. Her insanın güç yüzüğü farklıdır elbet, ama 'benim' demek her insana aynı hazzı verir. Ne senin yahu? Ne senin oğlum? Umurunda mı ki, onun olması yeterlidir. Onu kullanamıyor olması, aslında hiç onun olmamış olması umurunda mıdır? Benim desin yeterdir insana. Benim. Tutunamayanlarda Olric'in tezini çürütebilirim, en zehirli kelime 'ama' yerine 'benim' olamaz mı? On dördüncü bölümde: Fener yakıcısıyla, sıradan bir döngüde hayatını yitiren ayyaşın tek farkı, fener yakıcısının bir hareket halinde olmasıdır. Ayyaş hiçbir şey yapmadan yok olur gider evrenden ama fener yakıcısı bir şeyler yaparak yok olur gider. İnsanın bir şeyler yapması değil, önemli bir şeyler yapması değiştirir evreni bence. Boşuna yakılıp söndürülen bir fener, birinin yolunu aydınlatmayacaksa neden yanar, neden söner? On beşinci bölümde: ayyaş ve fener yakıcısına bir rakip daha geldi demek istiyorum tabiri caizse. Bakın coğrafyacı önemli iş yapar işte, güzel şeydir coğrafya. Ama, ah şu ama... Kendine bir şey katmadıktan sonra insan önemli işler yapsa neye yarar? 'Araştırma'nın anlamını tecrübeyle karıştıran insanlaradır bence bu bölüm. Tecrübe edinmediğin sürece, hayatından zevk almadığın sürece okusan okusan, yazsan yazsan ne fayda... On yedinci bölümde: yılan zekayı temsil ediyor bence. Küçük Prens "çok tuhafsın, parmağım gibi inceciksin" dedikten sonra yılan şunları söyler: "fakat bir kralın parmağından daha güçlüyüm." Öyledir. İnsanlar hep birbirinin zekasını hafife alır. Bilirsiniz bir laf vardır, sadece salaklar başkalarını kendilerinden daha salak olarak görürler. Dış görünüş pek bir şey söylemez ama insanlar çok çabuk bir yargıya ulaşabilir, birkaç zayıf argümanla. Asıl karşısındakinin içini görüp bir yargıya varmak... Zor olan budur. On dokuzuncu bölümde: yine bir Osmanlı tokadı çarpar yazar yüzümüze. Yalnızız. Kabul, yılanın dediği gibi insanların arasında da yalnızız. Bu 'tuhaf gezegende' yalnızlar kendileri konuşup kendileri dinlerler. Ama yankı yapan o dağlar, belki de yıkmaz yalnızları ve sırtlarını dayayacakları bir destek olurlar. Bilemiyorum, yalnızlık görecelidir. En sevdiğim bölümler tikliyle olan bölümlerdir. O yüzden yirminci ve yirmi birinci bölümü aynı zamanda ele alalım: unutur Küçük Prens gülünün onun için tek olduğunu ve ağlamaya başlar kocaman bir gül bahçesi gördüğünde. Hani gülüm tekti, burada binlercesi var, der. Sonra bana göre kitapta- Küçük Prens'ten sonra- en naif karakter olan tilki, yine bana göre kitaptaki en güzel mesajı verir. Evcilleşmenin güzelliğini, naifliğini, huzurunu, sevincini anlatır. Asıl görenin gönül gözü olduğunu söyler. Öylesine de haklıdır ki... Gönül gözü kör olan insanlar ne şanssızlardır ki, bu şanssızlık bizzat onların yaptıkları eylemlerin sonucudur. Sevmeyi anlatır yazar bu bölümde bize, ve okuyup da gönül gözüyle görenler sevmeyi sevmeye başlar bir süre sonra. Maddiyata önem veren büyüklerin sorumlulukları da rakamlarladır. Ve güle harcanan zamanı değil, güle harcanan para onları ilgilendirir. Halbuki bence en büyük sorumluluk: sevmektir. Nihayet son bölümlere geldik. Yoksa ne yazık ki mi demeliyim? Pilotumuz, son bölümlerde Küçük Prens'e olan sevgisini öyle bir dile getirir ki, daha o cümlelerden gözlerim dolmaya başlar. Daha o cümlelerden bilirim ayrılacaklar, ama isterim ki öyle olmasın. Tilkinin de dediği gibi: "İnsan bir kez evcilleşirse biraz gözyaşı dökmeye de hazırlıklı olmalıdır." Hazırlanıyorum gözyaşı dökmeye ve son bölüme geliyorum. Salya sümük, bu naif kitabı okurken, af buyurunuz, hayvan gibi ağlıyorum. Neden bu kadar derinden yaralar ki, neden her okuyuşumda, sonunu bile bile hüngür hüngür ağlarım? diye düşündüm ilkten. Sanırım bu kitap da beni evcilleştirdi biraz... Benim de kalbime küçük Prens'in özlemi düştüğünde penceremi açıp, o gün bulutlu olsa bile, semaya bakıp gülümseyeceğim. Çünkü biliyorum ki yıldızlar ben göremesem de oradalar. Kim bilir belki Küçük Prens'le aynı anda sevinmiş, mutlu olmuş olurum. İncelememi öğrendiğim birkaç bilgiyle bitirmek istiyorum. Yazar sahiden 1900lerde sahra çölüne düşmüş, tıpkı kitaptaki Pilotumuz gibi. Çoğu kişi gibi, ben de o pilotun bizzat yazar, Küçük Prens'in de onun kaybolmuş çocukluğu olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, karısının da Küçük Prens'in sevgili gülü olduğunu düşünmekteyim, karısının evlenmeden önce yaşadığı yerin anlamı volkanlar diyarı'ymış. Zira Küçük Prens'in yaşadığı asteroitte de yanardağlar var. Belki yazarımız uçakla ülke ülke gezdiğiyle ve karısını yalnız bıraktığıyla, Küçük Prens'in gezegen gezegen dolaşmasıyla ve gülünü bir süre tek başına bırakmasıyla bağdaştırmış olabilir. Hangi teoriler doğrudur bilemem ama Küçük Prens'in maceralarını okurken yazarın hayatından derin izler de okuduğumuz kanaatindeyim. Antoine de Saint Exupery.. Hayatımda iz bırakan sayılı yazarlardandır, incelemeden anlayacağınız gibi. Herkes okumalı, herkese okutulmalı. İlkokul-ortaokul-lise kitaplarında olmalı, market raflarında en önlere dizilmeli, bir pazar tezgahında olmalı veya bir bakkalda bile satılmalıdır. 100 küsür sayfa bir kitap, 100 küsür anlam barındırabilir mi içinde? Alın size cevabı. İncelememi buraya kadar okuyan herkese teşekkür ederim, okumadıysanız okumanızı, okuduysanız da bir daha okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Tekrar edeyim, eğer bir de benim sesimden dinlemek isterseniz, sizi şu linkten, daha bir çok kitap seslendireceğim kanalıma davet edeyim. >> youtu.be/8ZFihDOHlzo Hoşçakalın, kitaplarla kalın. İçinizdeki Küçük Prens hiç büyümesin <3
Küçük Prens
Küçük PrensAntoine de Saint-Exupéry · Nilüfer Yayınları · 2017236,1bin okunma
·
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.