Tolstoy, 1870 senesinde eşi Sonya’ya, yüksek sosyeteden kocasını aldatan bir kadının romanını yazacağını söyler. Ancak kendisi açısından tüm problemin; “bu kadını acınası kılmak ama hor görülecek biri gibi yansıtmamak olduğunu” da ekler. Peki böyle mi olmuştur? Bu tasarının fazlasıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
1872 senesine gelindiğinde ise Tolstoy, komşusu ve arkadaşı olan Bibikov’un metresi olan Anna Stepanovna Pirigova’yla alakalı trajik bir haber alır. Olaydan çok etkilenir, araştırır, olay mahalline gidip bizzat gözlemde bulunur. Bilinçaltını etkileyen bu olayın da muhakkak kurgusunda bir payı vardır (Seçilen isimler bile bunu destekler nitelikte; Anna, Stepan). Nihayet 1873 yılında Tolstoy, romanına başlar ve 1877 yılında da romanını tamamlar. Bu eseri kendi deyimiyle ”mürekkep hokkasının içinde vücudundan etler bırakarak” yazdığını söylüyor. Roman üzerinde titizlikle çalışan Tolstoy, çokça değişiklik de yapmış. Kimi bölümlerin yerlerini değiştirmiş, kimi karakterler ekleyip kimi karakterleri çıkartırken kimi karakterlerin üzerinde de değişiklikler yapmış. Böylelikle eser tamamlanana kadar eserde ve eserin planında tam on iki sefer değişiklik yapmış.
Esere gelecek olursak, Anna Karenina; toplumsal yaşantıyı yansıtan, soyluların odakta tutularak toplumun çeşitli katmanlarındaki kişilerin resme dahil edildiği ve dönemin yaşayış ve anlayışlarının resmedildiği gerçekçi bir tablo. Birini, bir diğerinin gözünden görüyoruz. Soylular, toprak sahipleri, köylüler, hizmetliler, sosyetik düzen, bürokratik düzen, askeri düzen… Neredeyse her noktaya temas var. Basit bir aşk romanı olmaktan öte, fikir ve anlayışların, o zamanki siyasi arka planın da es geçilmediğini görüyoruz; toprak politikası, azınlık siyaseti, savaş ve soylu seçimleri de arka fonda işliyor. Bununla birlikte Tolstoy’un o büyük gözlemciliği ve gerçekçiliğiyle etkileyici kıldığı tasvir ve benzetmelerinin, psikolojik tahlillerinin de geri kalmayıp romanın edebi niteliğini artıran öğeler olarak öne çıktığını görüyoruz. Monologlarla psikolojik gerilimler başarılı bir biçimde verilirken, diyaloglarla çatıştırılan karakterler aracılığıyla da fikirsel alan genişletilmiş.
Romanda birbirine karışmayacak heterojen tipte karakterler ön planda. Stepan; liberal görüşlü gösterişe düşkün savurgan bir zengindir. Kazancına bakar, pervasızdır, etliye sütlüye karışmaz, gazetedeki köşe yazılarını çekirdek çitleyerek kavga izleyenlerin aldığı memnuniyet verici hazla takip eder. Karısını artık güzel bulmaz ve kaçamak yapmayı normal görür. Sergey; kendince felsefesi olan kibirli bir aydındır. Vronski; düzenli bir aile hayatı görmemiş, aile kültürüne yabancı, kadınlarla münasebetlerine ciddi bakmayan eğlence düşkünü bir subayken Anna sonrası değişim geçirerek eli sıkı toprak sahibi bir soyluya dönüşür. Levin; Tolstoy’un romanda kendini var ettiği ve sözlerini üzerinden söylediği karakteridir. Tolstoy’a epey benzer. Okulla arası olmayan, aritmetik ve dilbilgisiyle ilgilenen, müfredat dışında kendince metot geliştirip eğitim veren, topraklarını yönetmeye çalışan, şehirlilerden çok köylüleri seven, kendi köylüleriyle birlikte tarlada çalışan, güçlü kuvvetli, açık yürekli, samimi, dürüst, inatçı, çabuk huysuzlaşan, kendince kurallar koyarak onları yaşamaya çalışan, içe dönük, çekingen, balo-cemiyet hayatından hoşlanmayan, otorite sayılan kişi ve görüşlere karşı tepki gösterir vaziyette çıkışları olan, patavatsızlık eden, değişken ruh dünyasına sahip biridir. Tolstoy’un hayatında yaşadığı bazı şeyleri Levin’in yaşamında birebir görürüz. Kiti’ye harflerle yapılan utangaç evlilik teklifi, nişan, düğün, balayı süreci ve sonrasında gelen kırsaldaki yaşam Tolstoy’un hayatında da aynen öyle gelişmiştir. Yine Tolstoy’un kahyası, abileri (Nikolay ve Dimitri) de Levin’in etrafına eklemlenmiştir. Diyebiliriz ki; Levin, Lev’in romanın içinde kendi özgün kişiliğiyle özgürce dolaştığı karakteridir. (Tıpkı Kazaklar’da kendine seçtiği Olenin gibi.)
Aleksey Karenin; kendini iş dünyasına kaptırmış, ruhsal-manevi olandan anlamayan bir adamdır. Eşi Anna’nın ruhsal yanına dokunamamış olması, onu duyumsayacak derinlikten uzak olması Anna ile aralarındaki ciddi kopukluğun en önemli nedenidir. Aralarındaki büyük yaş farkının da bunda payı vardır tabi ki. Bu kopukluktan dolayı Anna’nın gözünde aşk ulaşılması çok zor, anlamı çok derin bir kavrama dönüşüyor. Ona evli bir kadın olarak hiçbir zaman erişemeyeceğini bilmek de içinde aşka karşı bir nefret doğuruyor. Elde edilemeyene karşı gelişen nefret… Anna ne kadar canlı ve sıcaksa Aleksey de o kadar donuk, sönük ve resmidir. Aleksey Karenin’in, kendini, insana dair olana kapatıp sadece iş hayatına vermesi, onu ruhsal olanı anlamlandırma hususunda yetersiz bırakmıştır. Ancak bu diğer taraftan da yara almak istemeyen bir adamın kaçışı olarak da okunabilir. Aleksey, eşiyle alakalı problem yaşadıkça işine sarılır. Bundan dolayı Anna’yla yapacağı konuşmayı da sevgi içeren nedenler yerine iş akdi benzeri prensipler, biçim, disiplin ve maddeler halinde kafasında toparlaması gayet anlaşılır bir durum.
Anna ise, asil duruşu ve asil hareketlerinin yanında sağlam karakterli birisi olarak girer romana. Samimi olma çabasında ve gerçekçilikten de vazgeçmeyen bir karakterdir. Hak etmediğini düşündüğü abartılı övgüler aldığında bunu kabullenmeyip kendi kötü yanını ortaya koyarak itiraz edebilmektedir. Tolstoy, başlarda büyülenmişçesine tarif eder Anna’yı. Duruşu, kıyafetleri, hareketleri, sözleri, insanlar üzerindeki etkisi öyle etkileyici çizilmiştir ki yazarın kontrolü kaybedip çizdiği karakterine âşık olduğu bile düşünülebilir. Nitekim romanın ilk cildinde bir karakterine Anna hakkında “Sizin gerçek bir roman kahramanı olduğunuzu söylüyor. Kendisi erkek olsaymış, sizin için bin türlü delilik yapabilirmiş.” dedirterek okura göz kırpıyor.
Anna başlarda imrenilen asil bir kadın olarak çizilirken devamında ise Anna’ya kızıyoruz, sonrasında acıdığımız yerler oluyor. Kendisine karşı ikiyüzlü tavır sergilendiği zaman buna karşı durmaya çalıştığında beğendiğimiz oluyor. Anneliğiyle ilgili kızdığımız, acıdığımız tarafları oluyor. Kendine o kadar hâkim olamayışına kızıyoruz, kocasını haksızlığa uğratışına kızıyoruz, bir yandan da dönemin şartları gereği içinde sıkışıp da çıkamadığı cenderenin onu nasıl boğduğunu görüp çözüm arıyoruz, bir çıkar yolu bulmaya çalışıyoruz. Çünkü Tolstoy, Anna’ya da kocası Aleksey Karenin’e de hem acımamızı hem de onlara kızmamızı sağlıyor. Onları anlayalım diye resmin ayarlarıyla epey oynuyor. Kadrajı yakınlaştırıyor, ışıkla oynuyor, açıları değiştiriyor. Böylece olayı ve karakterleri birçok noktadan görüyoruz.
Anna düştüğü arafta bir yandan gururunun bir yandan anneliğinin baskın gelmesiyle hareketsiz kalırken mazideki yaşamı ve kurmayı düşündüğü istikbali arasındaki makas gittikçe açılır. Ne ileriye ne de geriye gidememenin verdiği bunalımla gittikçe bulunduğu yerde gömülmektedir adeta. Salonlarda herkesin etkilendiği, güzelliği, zarafeti, asil duruşu ve yerinde söz ve davranışlarıyla büyüleyici Anna, tercihi neticesinde sıkışıp kaldığı noktada iyice yalnızlaşarak kendi içine düşmüştür. İçinde kendine doğruyu söyleyen sesi kaybetmiş, hezeyanlarına teslim olmuştur. Kontrolünü iyice kaybettiği noktada her şey anlamını yitirir. Hayatı karamsar ve anlamsız olarak gören o bakış açısıyla içsel savaşı Tolstoy, bir araba yolculuğu ve sonrasındaki monologlarla bize çok net gösterir. Anna’nın hezeyanlarla dolu olarak çıktığı araba yolculuğunda ve sonrasında şeylere karşı (insan, nesne, duygu fark etmez) yargısı-algısı aynıdır: pis, tiksinç, iğrenç, anlamsız. Baştaki mükemmel resmi, son derece pozitif ve yapıcı tavrıyla herkesin sevgilisi olan Anna’yı ve gelinen noktadaki hali, bu halin algıladığı duyumsamayı düşündüğümüzde durum oldukça çarpıcıdır.
Diğer taraftan roman, aynı zamanda yüksek sosyeteye yönelik eleştiriler de içeriyor. Tolstoy’un sosyete yaşamına dair yaptığı ironi ve ortaya döktüğü ikiyüzlü tutumu görüyoruz. Tolstoy, sosyete muhabbetlerine dair; güzel şeyleri konu alan muhabbetlerin başladıktan kısa bir süre sonra bittiğini, genelde konuşmalarda ‘son toplum havadisleri, tiyatro ve yakınlardan birinin çekiştirilmesi üzerinde dönüp dolaştıktan sonra, son konu, yani dedikodu üzerinde karar kılındığını’ söylüyor. Anna’nın durumu üzerinden de genel yaşamlarındaki ikiyüzlülüğü, adaletsizliği açık ediyor. Evli kadınlara kur yapmanın normal sayıldığı, hatta kur yapan kişi genç bir adamsa (misal; kariyerinin başlarında bir subaysa) kur yaptığı kişi de saygınlığı ve şöhreti yerinde olan evli bir kadınsa, elde edeceği muvaffakiyet çevresindeki akranlarınca imrenilecek bir hareket olarak algılanırken, genel sosyete yaşantısı açısından da ‘sükse’ anlamına geliyor. Kadın kendini kaptırır, aile düzenini bozar da o adamla birlikteliğini ilan ederse adama bir şey olmaz ama sosyete dünyası kadını ayıplayarak üstüne çizgi çeker. Bu kadın açısından sosyete dünyasında itibarını kaybetmek demek. Hatta ondan beklenilen bir daha sosyetik etkinliklere katılmaması. Halbuki ikiyüzlülük ederek oyunu bozmasa, bir yandan evli olarak devam edip, bir yandan da başka ilişkiler kursa, herkes bunu bilse de kimse bilmiyormuş gibi yapsa alenen sahiplenilmedikçe, ilan edilmedikçe problem yok demektir. İhtişamını takınan genç adamlar iltifat kılıfı altında evli bir başka kadına kur yapabilir. Tüm bu sahneleri bizlere gösteren Tolstoy, bu yaşamdan tiksindiğini, bunu kaldıramadığını karakteri Lev-in üzerinden ortaya koyuyor. Ne kadar tepki gösterilse de Levin’e bildiğini okutuyor. Son bölümde dahi Panslavistlerin ağır eleştirilerini göze alarak kendi düşüncelerini Levin’e okutmuş gönüllü Slav hareketine karşı tepkisini dile getirmiştir.
Tolstoy’un romandaki başarısı, herkesin rahatlıkla kötüleyebileceği bir karakteri anlayabilmemiz için bizi zorlaması, kötü hale gelmiş olandaki iyi tarafları göstermeye çabalaması. Anna, kendi yazgısında sıkışmış kalmış, ileri geri gidemez bir durumdayken, okur da Anna’yı yargılarken aynı zorluğu çekmelidir. İşte romanı da Anna’yı da kalıcı kılan taraflardan biri bu. Anna, Müge Anlı’ya çıksa başta Müge Anlı kızar, “sevgilin batsın senin” der, programdan kovardı belki de :) Sonra orada burada haber olsa herkes ayıplardı kendisini. Belki Tolstoy bile Anna’yı aklına ilk getirdiğinde onu bu kadar anlayarak ona bu kadar acıyacağını aklına getirmemişti. Nitekim kurgu ilerledikçe kendinden epey izler bıraktığı Levin de Anna’ya kızarken ondan çok etkilenerek ona acımaya başlamış ve anlaşılamamasından korkmuştur. Belki de Tolstoy istediğinden fazlasını almış, amaçlanan fazlasıyla gerçek olmuştur; herkesin kızdığı, aşağıladığı, hor gördüğündeki acınacak tarafı göstermek, öfkeyi merhamete, hıncı anlamaya acı duymaya değişmek…