Gönderi

Ayasofya
Fatih kumandasindaki Osmanli ordusunun hücumuyla 857 Cümadelâhire'sinin 20. ve 1453 Temmuz'u nun 12. günü İstanbul alınmış, Ayasofya kilisesi camiye çevrilip ilk cuma namazı orada kılınmıştı. Mihrâbı ile minberi ve sağ köşesindeki tuğla minare ile haremindeki medrese Fatih'indir. Bu medrese bir katlı olarak inşâ edilmişti. İkinci Bayezid, ona bir kat ve caminin Sol tarafına ikinci bir minare ilâve ettirdi. Kanuni Sultan Süleyman, Macaristan'dan ganimet olarak getirilmiş olan iki şamdanı mihrâbın önüne koydurdu. Sultan İkinci Selim -şimdi Alemdar Caddesi'ne nâzır- kâgir iki minâre binâ ve duvarların tahkimi için dirsekler koydurttu. Sultan Üçüncü Murad, mabed dâhiline su içmek ve abdest al mak için mermer iki küp koydurmuş, biri müezzinlere mahsus olmak üzere dört tane mahfil binâ ettirmiştir. Vaaz kürsüsü, Sultan Dördüncü Murad'ın; kubbeden sarkan top kandil Sultan Üçüncü Ahmed'in; mahfili hümâyun ile sağ taraftaki kütüphane ve hariçteki şadırvan Sultan Birinci Mahmud'un eseridir. | Şimdi, şu zikrettiğim şeylere dâir bildiklerimi arz edeyim: 1. Binâ, şarka müteveccih olarak yapıldığı için mihrâb kıbleye çevrilmek üzere sağ tarafa mâil(bir yana) olarak konulmuştu. 2. Minberinde sağlı sollu iki sancak vardı ki Hazret-i Peygamber'in şebekesi dâhilindeki perdenin kumaşından yapılmıştı. Fetih alâmeti olan bu sancaklar elhamdülillâh hâlâ durmaktadır. Ayasofya hatipleri minbere çıkarken kını içinde duran bir kılıçla çıkarlar, inerken onu minber kapısının iç tarafına dayarlardı. Bu da orasının kılıçla fethedildiğine işarettir, denilirdi. Halbuki Resul-i Ekrem sallâllahüaleyhi vesselem seferde nutuk irâd ederken ya kılıca yahut yaya; barış zamanında hutbe okurken de âsaya dayanırdı. Hicaz kıtası bizde iken Mekke ve Medine hatipleri minbere âsa ile çıkarlardı. 3. Kürsü, halka —bilhassa Cuma günleri- nasihatta bulunacak vâize mahsus idi. Bu vâiz, hükümet tarafından tayin edilirdi. Hükümetin tayin ettiği vaizler evvelce tekke şeyhlerinden, alimlerinden seçilir ve boş makam bulundukça terfi edilir idiler; bunlara “katar şeyhleri' denilirdi. Bu katarın son noktası Ayasofya kürsü şeyhliği idi.' Benim yetiştiğim Ayasofya kürsü şeyhlerinin en değerlisi Manastırlı İsmail Hakkı Efendi idi ki, hem Alimdi, hem de muntazam söz söylerdi, A'yan âzâlığına tayin olunduğu halde camideki vazifesine devam ederdi, Bir gün kürsüden inerken düşmüş ve bacağı kırılıp ölümüne sebep olmuştu, Halk ise bu kazayı ittihatçı oluşuna ceza telakki eylemiş.(!) Tuğla minâre: Caminin sağ köşesinde ve yanan adliye binasının karşısında olup kaidesi yanında kahveci, tütüncü ve aşçı dükkânlarıyla Tuğla Minâre Dibi diye ufacık bir çarşı peydâ olmuştu. Oradaki aşçının sade yağ ile kızarttığı lokma pek meşhur olduğundan boğazını sevenler, o lokma için uzaklardan gelirdi. Şimdi o dükkânlar tamamıyla kaldırılmıştır. 4. Medrese, caminin hariminde ve sol tarafında olup içinde değerli âlimler ders okutmuşlardı. Dârü'-Hilâfe Medârisi? teşkilatında ben de orada bir sene İslâm Tarihi müzakere eylemiştim, esef olunur ki öyle eski ve tarihi bir bina yıktırıldı. İkinci minarenin İkinci Bayezid, üçüncü ve dördüncü minârelerin İkinci Selim irâdesiyle yapıldığını söylemiştim. Ramazan mahyaları, bu üçüncü, dördüncü minâreler arasında kuruldu. 68 nüshaya kadar çıkardığım Mahfil1 isimli aylık mecmuanın Şaban 1339 (Nisan/Mayıs 1921) tarihli 10'uncu sayısında mahya münasebetiyle şöyle bir fıkra yazmıştım.2 “Şeyhülislâm-ı esbak Hayri Bey'in Evkaf Nezâreti'nde bulunduğu ve cevâmi-i şerifeden bazılarının elektrikle tenvir olunduğu sırada mahyaların elektrikle yapılması hevesine düşülmüş, Ayasofya minarelerine sabit bir “Yâ Muin' levhası asılmıştı. Her gece aynı kelimeyi parlak bir surette gösteren bu usül, bizim gibi köhnepesend olanlar nazarında sadece itiyad ve zevk sebebinden hoş görünmedi. Çünkü bunda diğer mahyalarda olduğu gibi o leyli tenevvü(çeşitlenme,çeşitlilik) ve şâirane tenevvür(nurlanma,parlama) yoktu. Manzarasında da bir yabancılık hissediliyordu” 5. Levhalar: Câmi dâhilinde nefis yazılı levhalar vardı. Bilhassa Sultan İkinci Mahmud'un, Yesârizâde'nin celi ve ta'lik yazıları takdir nazar. larını üzerine çekerdi. İsm-i Celâl ile ism-i Nebi ve Çaryar isimlerini vaktiyle Tenekecizâde Hattat İbrahim Efendi yazmış* Sultanı Abdülmecid devrinde imam-ı Sultani ve Kazasker Mustafa İzzet Efendi'ye tekrar ve caminin iki tabaka arasını kaplayacak büyüklükte yazdırılmış ve duvarlara astırılmıştı. İsm-i Celâl'in elifinin altı arşın uzunluğunda olduğu söylenirdi. Hatta abd-i âciz“ bu sözden ilham olarak bir gazelimde: Her gören Allah! der ey kaamet-i bâlâ seni Lâfzatullahın bülend elf-i celâli sen misin? (Ey uzun boylu, seni her gören Allah der Yoksa Allah lafzından olan Celâl'in elifi sen misin?) Cami, müzeye çevrildiği sırada (İsm-i Celâl'in yazılı olduğu levha| diğer levhalarla kaldırılmış, bunlar da yerlerinden indirilmiş, fakat kapılardan sığmadıkları için kürsünün arka tarafındaki duvara dayatılmış, mabedin dâhili çırçıplak ve hazin bir manzara almıştı. Madde ve sanat itibarıyla gayet kıymetli ve bir daha yazılmaları gayr-i mümkün bulunan bu antika levhalar bir müddet metruk bir halde kaldıktan sonra ahiren eski yerlerine konulmuştur. İndirene teessüf, yerine taktırana teşekkür olunur.
·
106 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.