"Hayaletler ve hatıralar kolay kolay gitmezler."Yazarın, son altı ay içerisinde okuduğum, beni kendisine hayran bıraktıran beşinci romanı. Yazarın dilini ve kitaplarındaki kurguyu çok seviyor, okuyucuya vermek istediği duyguyu fazlası ile hissediyorum. Kitap, “Unutma Beni Apartmanı” kitabında ortadan kaybolan Rıdvan’ın, masasında elli üç yıl öncesine ait mektuplar bulmasıyla başlıyor. Farklı ülkelerde yaşayan iki kız kardeşin ve sevdiklerinin acılarına mektuplar yoluyla tanıklık ederken diğer yandan Rıdvan’ın da iç dünyasına yolculuk ediyorsunuz. Spoiler vermemek adına kitapla ilgili daha fazla bilgi vermeyeceğim. Madem ki bu kitapta bolca mektup okudum, ben de kitaptaki baş karakter Sudiş’e bana hissettirdikleri ile bir mektup yazarak incelememi sonlandırmak istiyorum.
Sevgili Sudiş;
Ben çocukluğumuzu boş bir kutuya benzetiyorum. O kutuyu bolca güzel hatıra ve sevgi ile dolduranlar dünyanın en şanslı çocukları oluyor, onunla güçleniyor, onunla büyüyorlar. O kutu boş ya da eksik kalırsa, kaç yaşına gelirlerse gelsinler büyüyemiyor o çocuklar. Bunu sen de iyi bilirsin, senin de söylediğin gibi: “Kabuğu soyuldukça acıyanlar, en çok çocukluk yaralarıdır.”
Bir gün, kendini ait hissetmediğin o evden de çıkıp gitmeni istiyorlar. “Yerini bulursun.” diyorlar. “Doğduğum evde yerimi bulamadıysam, başka yerde nasıl bulurum ki?” diyorsun. Öyle de oluyor, çocukken kendini o eve ait hissetmediysen, bir daha da hiçbir yere ait olmuyorsun, olamıyorsun. Önce –mış gibi yaşamların peşinden sürüklüyorsun kendini. Yap dediklerini yapıyor, git dedikleri yere gidiyorsun. Toplumun seni kabul edebilme standartlarına uymak için onların çizdiği bir çemberin içinde hapsoluyorsun. Sonra Sudiş, kendin olamadığını fark ediyorsun. Yıllarca, “bu benim” dediğin kendine bile yalanlar söylediğini fark ediyor, daha fazla bu şekilde yaşayamayacağının farkına varıyorsun. Farkında olup da, bir şey yapamamak kadar fenası var mı şu dünyada? Çünkü, kendin olabilmenin bir bedeli vardır bu dünyada. Bu durumda savcın, en sevdiklerin olur ve hükümlerini verirler. Genelde verilen ceza bellidir: yalnızlık. Artık hem tek başına hem de yalnız olursun.
Nedir gerçek yalnızlık? Zamanında aç bırakıldığın sevgiye hiçbir zaman doyamayacak olmak mı? Yemeklerini boş bir duvara bakarak yemek mi? Masaya bıraktığın tabağın günlerce aynı yerde duruşu mu? Birine sadece rüyada sarılabilmek mi? Evden çıkmak istediğinde, gidecek bir yerinin olmayışı mı? Korktuğunda, kimi arayacağını bilememen mi? Gogol; “Yalnızlık, soğuktan daha soğuktur.” demiş. Sen de mi çok üşüdün Sudiş? Bizim farkımız seninle, sen artık kendini kandırmıyorsun. Hiçbir şeyin seni ısıtamayacağını biliyorsun. Sen artık güzellikler aramıyorsun. Sen, sen her şeyi olduğu gibi kabul edenlerdensin ben ise hala mücadele edenlerden. Delirmemek için her şeyi yapan sen, geçmişinden kurtulamayacağını anladın. Ben ise hala geçmişe sünger çekebileceğimi sanacak kadar safım. Ben hala masallarla kendimi avutmaya çalışan koca bir kadınım.
Dilerim, o saklı bahçelerde kaybolmam.
Dilerim, bir gün senin kadar delirmem canım Sudiş’im…