Gönderi

Ayaz, büyük fatih, Put Kıran Gazne Hükümdarı Mahmut’un ahbabı ve kuluydu... Bu kıssada kullanılan her kelimenin üzerinde dur. İslam putlara inanmaz ama bu Müslümanlar tarafından yanlış anlaşılmıştır. Putlara inanmamak başka bir şey, kalkıp başkalarının putlarını yok etmeye başlamak başka. Aslında birinin putunu kırmak demek, olumsuz yönde de olsa o puta inanıyor olmak demek; yoksa o seni niye ilgilendirsin ki? Seninle hiç alakası olmayan bir şey. Mahmut fanatik bir müslümandı. Bu ülkeye ait birçok tapınağı yok etti. Bütün hayatı tapınakları ve putları yok etmekle geçiyor, bir de böylelikle Tanrı’ya hizmet ettiğini sanıyordu. İşte insanın büyük hakikatleri yanlış anlaması böyle bir şeydir.Muhammed, Tanrı’yı temsil edecek bir put yapmanın imkansız olduğunu söylerken haklıydı. Musa da aynısını söyler. Tanrı’yı temsil edecek herhangi bir put yapmak mümkün değildir çünkü Tanrı engindir, uçsuz bucaksızdır. O’nu temsil edecek bir şeyi nasıl yapabilirsin ki? O’na tapmak istiyorsan olduğu gibi tap- dağlarda, ağaçlarda, yıldızlarda, bulutlarda. O dört bir yandadır. Yalnızca O vardır: La ilahe ill Allah- Ondan başka kimse yoktur. Taştan bir put veya tahtadan bir imge yapmaya hiç gerek yok. Anlamsız bu. Bu muazzam değerde bir gerçektir ama Müslümanlar olayın özünü tümüyle kaçırmıştı. Başkalarının putlarını kırmaya başlamışlardı. Eğer Tanrı her yerdeyse, o zaman putlarda da olmalı O. Buna bir de bu açıdan bakın: Eğer Tanrı her yerdeyse, o zaman putta da olmaması nasıl söz konusu olabilir? Demek ki taştan bir putta da var O. Sıradan bir taşın içindeyse, neden yontulmuş bir taşın içinde olmasın? Başkasının putunu da, tapınağını da yok etmeye hiç gerek yok. Cami nedir? İçinde Tanrı’nın hiçbir temsilinin olmadığı bir tapınaktır. İnsanlar caminin yanından geçerken son derece saygılı davranıyorlar. Başlarını eğiyorlar, sıradan bir ev değil bu. Peki caminin sıradan bir evden farkı ne? Caminin sıradışılığı nereden geliyor? Artık Tanrı’nın evi haline, bir tapınak haline gelmiş. Mahmut birçok tapınağı camiye çevirdi. Basit bu: Putu yok ettin mi tapınak cami oluyor. Çoğu kez büyük hakikatler, insanların elinde tehlikeli bir hal almıştır. Çocuğun eline geçmiş bir kılıç gibidir bu. Tekrar tekrar yaşanmıştır bu durum. Büyük hakikatler insanların eline geçmiş ve aynı büyük hakikatler dünyada nice sefaletin kaynağı olmuştur. İnsan öyle ahmaktır ki etiketler değiştirip dursa da hep aynı kalırlar. Hindu Müslüman olur, Müslüman Hristiyan olur, Hristi-yan Yahudi olur, Yahudi Jaina olur ama asla etiketten başka bir şey değişmez. Anlamak demek yalnızca etiket değişimi demek değildir. O yürekten değişmek; vizyon ve perspektifini değiştirmek demektir. Ayaz, büyük fatih, Put Kıran Gazne Hükümdarı Mahmut’un ahbabı ve kuluydu. Hükümdarın sarayına sefil bir köle olarak gelmiş, Mahmut onu fikir danıştığı bir dostu haline getirmişti. Bu herkesin hikayesidir. Dünyaya geldiğinde sefil bir köle olarak gelirsin. Neden? Çünkü çocuk dünyaya mutlak derecede aciz bir halde gelir. Başkalarının, ebeveynlerinin, ailesinin desteği olmadan hayatta kalması mümkün değildir. Bir dilenci olarak gelir. Sürekli yemek, sıcaklık ve bakım dilenmektedir. Öylesine acizdir ki, bir köledir. Bu durum yüzünden ebeveynler, toplum, devlet, kilise çocukları asırlar boyunca sömürmüştür. Ona yemek vermişlerdir, gıda ve destek sağlamışlardır ama belli şartlar karşılığında. Çocuğa birçok şart koşmuşlardır ve o da acizliğinden ötürü bunları kabul etmek zorunda kalmıştır. Onun için bir ölüm kalım meseledir bu. Çocuk hayır diyemez. Hayır derse hayatta kalamaz; evet demek zorundadır. Onun köleliği budur. Henüz küçük çocukları sömürmekten vazgeçmeyi başarabilecek kadar insanileşmiş, medenileşmiş de değiliz. Çocuklar dünyanın en sömürülmüş insanlarıdır. Nasıl şu anda dünyada büyük bir hareket, kadınların özgürleşme hareketi yükseliyorsa, bir gün çocukların özgürleşme hareketi de gerekecektir. Çocuklar muazzam derecede çektiler; kimse bu kadar çekmemiştir. Ve onları bu düzenin içinden çıkarmak neredeyse imkansızdır çünkü onlar bağımlı, onlar acizdirler. Ebeveynler de onları sevdiklerini sanırlar ama koşullara bağlı sevgi, sevgi değildir. Ebeveynler çocuğu bir Hristiyan’a veya Yahudi ‘ye veya Hindu’ya dönüştürmeye çalışırlar.Zavallı çocuğunun üzerinde oynadığın siyasi bir oyundur bu. Onun zihnini koşullandırırsın. Ona neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söylersin; hem de kendin bile bilmezken. Tanrı’nın var olup olmadığı konusunda beynini işlersin onun; bunu daha kendin soruşturmamışsın-dır. Ivır zıvır bir dolu bilgini çocuğun beynine akıtıp durursun. Bunlar onun kafasını karıştıracaktır, onun ruhunu hasta edecektir. Hayatı boyunca senin sözde sevgin yüzünden çekecektir. Ta en başından sevgi olmaktan uzaktı bu. Çocuk acizdi ve sen ona yardım etmekten keyif alıyordun çünkü insan birine yardım ettiğinde kendini çok iyi hisseder. Aciz insan sana, ona kıyasla daha güçlü olduğun fikrini verir. İnsanların başkalarına acımayı sevmesi de bu yüzdendir. Bayılırlar buna. Başın dertteyse insanlar sana anlayış göstermeye bayılırlar çünkü bu durumda onlar yukarıda, sen aşağıdasındır, onlar talihlidir sen talihsiz. Asla senin sevincini paylaşmaya gelmezler. Güzel bir ev yaparsan sevincini paylaşmaya, bunu kutlayışına katılmaya kimse gelmez. Ama evin yanıyorsa tanıdık, tanımadık herkes üzüntünü paylaşmaya gelir. İçlerinin derinlerinde bundan keyif almaktadırlar: Senin başın dertteyken onlarınki değildir. Tanrı onların yüzüne gülmüştür. Derinlerde bir yerde senin başına neden böyle birşey gelmiş olduğunu bilirler: Günahların, yapmış olduğun hatalar yüzünden başına tam da böyle bir şey gelmesi gerekiyordu, müstahaktı bu sana. Ama yüzeyde sana üzüntülerini bildirmektedirler. Oysa kıskançlıkları yüzünden sevincine asla katılmamışlardır. Mutlu olduğunda insanlar bunu kıskanır. Peki insanlar mutlu olduğunda bunu kıskanıyorlarsa, mutsuz olduğunda bunu nasıl paylaşabilirler? Bu çok mantıksız; hiçbir anlam ifade etmiyor. Sen mutluyken kıskanan kişi, mutsuz olduğunda da sevinecektir. Mantıklı olan budur. Ama üzüntüsünü gösterecektir. İçinden boyunun ölçüsünü aldığın, haddin bildirildiği, kendini bildiğin için çok sevinecektir. Ama yüzeyde üzülmüş görünür. İnsanlar çocukları çok sever çünkü onlar acizdir ve sana güçlü, kuvvetli olduğun fikrini verirler. Çocuklarını her türlü iktidar oyununa da maruz bırakırsın. Onları senin taklitçilerin haline getirmeye çalışırsın. Onlara kendi ideallerini dayatmaya çalışırsın. Onları kendi kopyan haline getirmeye çalışırsın hem de kendinin mutsuz, sefil bir halde olduğunu bile bile. Yine de kendi kopyalarını üretmeye devam ediyorsun! Bu yüzden dünya sefalet içinde kalıyor çünkü çocukları ebeveynler yaratıyor. Kendileri sefil durumdaydılar, yine sefil halde insanlar yaratacaklar. Her baba, oğlunun kendisi gibi, her anne de kızının kendisi gibi olmasını ister. Sefalet modelinin sürüp gitme biçimi budur. İnsanları mutlu etmenin hiçbir yolu yokmuş gibi görünmesinin nedeni budur. Bu süregelişin bir şekilde kırılması gerekiyor. Ebeveynler çocuğu gerçekten seviyorsa, kesin olan birşey şu ki, onu kendilerine benzetmeye çalışmayacaklardır. Kendilerinin sefalet içinde yaşadıklarını, yeterince acı çektiklerini gayet güzel bilirler. En azından çocuk kendileri gibi olup acı çekmesin ya da farklı bir oluş biçimini denesin diye ellerinden gelen herşeyi yapacaklardır. Kim bilir belki o acı çekmeyecektir. Ama kesin olan birşey vardır: Bizim gibi olmaması gerektiği. Gerçekten sevgi dolu olan bir ebeveynin temel anlayışı bu olmalıdır. O sevgisini verecek ama bilgisini vermeyecektir. Çocuğa bakacak, onu okşayıp sevecek ama kendi ideolojisini ona dayatma-yacaktır. Onu bir Hristiyan, Katolik, Protestan, Hindu, komünist vesaire yapmayacaktır. Çocuğu kendisi olmaya yönlendirecektir. Kendi deneyimlerini paylaşacak ama çocuğu aynılarını yaşamaya zorlamayacaktır. Çocuğa dostça davranacaktır. Ona karşı iktidar oyunları sergilemeyecektir. Ama yapılan bu. Bu yüzden her çocuk dünyaya sefil bir köle olarak geliyor diyorum. Ayaz, büyük fatih, Put Kıran Gazne Hükümdarı Mahmut’un ahbabı ve kuluydu. Hükümdarın sarayına sefil bir köle olarak gelmiş, Mahmut onu fikir danıştığı bir dostu haline getirmişti. Dünyaya boş bir tuval olarak geliyoruz sonra üzerimize bir şeyler resmediliyor. Bomboş, tertemiz geliyoruz sonra üzerimize bir şeyler yazılıyor. Dünyada bir şeye dönüşüyoruz; bir hiç olarak gelmiştik. Hiç kimse olarak gelmiştik sonradan birisi oluyoruz. Bu birisi olma durumu kazaradır. O birisi senin özün değil, asıl yüzün değil. O senin benliğin değil, sadece kişiliğin. Ve kişilik çok aldatıcıdır; seni aldatır. Bunu kendi benliğin sanmaya başlarsın. Kişilik ve benlik arasındaki farkı anımsa. Kişilik sana toplumun, seni büyütmüş olanların giydirdiği bir şeydir. Benlik ise senin dünyaya beraberinde getirdiğin şeydir. Benlik senin asıl yüzün demektir. Kişilik maskedir, boyanmış yüzdür. Kimse dünyaya bir Hristiyan veya Hindu olarak gelmez; bu yüzden sana dayatılmış olan Hristiyanlık veya Hinduizm kişiliğinin bir parçasıdır. Özünün, aslının bir parçası değildirler. Kimse dünyaya sıfatlarla gelmez, tüm sıfatlar sana sonradan eklenmiştir. İnsanlar dünyaya güzel, bomboş sıfırlar olarak gelirler, herşey sonradan eklenir. Eklenen şeylerin hiç birisi sen değilsindir ama bunlarla fazlasıyla özdeşleşmeye başlarsın. Kim olduğunu tekrar tekrar hatırla ve sana eklenmiş olan şeylerle özdeşleştirme kendini. Personayla, maskeyle, sana kendin hakkında işlenmiş olan fikirle özdeşleşme. Dini devrim budur: Kişilikle özdeşleşmeyip kendine sürekli “Ben kimim?” sorusunu sor mak. Diğer saray mensupları Ayaz’ı kıskanıyordu... Doğal olarak. Dünyanın işleyişi böyledir. Dünyada herşey politikaya dayalıdır ve herkes birbirini kıskanır. Ne kadar başarıya ulaşırsan, dünyada o kadar çok düşmanın olur. Ne kadar meşhur olursan o kadar insan senin karşında olur. Bu bariz bir şeydir: Onlar da meşhur olmak istemiş ama başarmamışlardır ve sen bu amaca ulaşmışsın. Senden öç alacaklar. Sana kızıyorlar. Öfkelerini haklı çıkaracak şeyler bulacaklar. Sana kusur bulacaklar. Bulamazlarsa yaratacaklar çünkü sana karşı hiddetleri nedensiz kalırsa kıskançlıkları fena halde ortaya çıkacak. Kıskançlıklarını saklamak zorundalar. Ona güzel bir kılıf uydurmak en azından dışarıdan güzel görünmesini sağlamak zorundalar. Diğer saray mensupları Ayaz’ı kıskanıyordu. Hem de Mahmut’un sarayı bu. Kendi bile son derece barbar, aptal biriyken tabii ki etrafındakiler de aptal, barbar ve açgözlü kimseler olacaktı. Etrafındakiler de onun yansıması olmalıydı. Politikacılar en kıskanç kişilerdir çünkü tüm hayatları başarılı, ünlü ve iktidar sahibi olmak üzerine kuruludur. Tüm özlemleri gitgide daha güçlü olmaya dairdir. Sürekli birbirlerinin gırtlağın-dadırlar. Hangi başkente gidersen git- mesela Yeni Delhi’ye gidebilir-sin-politikacıların nasıl sürekli birbirlerinin gırtlağında olduğunu görürsün. Politikacılar dost olamaz, sadece düşman olabilirler çünkü amaçları gereği hepsi birbiriyle rekabet halindedir. Bir kişi Hindistan’ın başbakanı olacak- oysa Hindistan’da milyonlarca politikacı var ve hepsi başbakan olmak istiyor. Doğal olarak bu kıran kırana, tamamen şiddet dolu bir rekabet olacaktır. Bir de şiddet karşıtı olduklarından, barış yanlısı olduklarından bahseder bu politikacılar. Bu imkansızdır. Politika gitgide gücünü yitirmedikçe savaştan kaçınılamaz. Savaş siyasi oyunların doğal bir sonucudur. Politika önemini yi-tirmediği sürece.ki yitirebilir. Politika tuzağından kurtulmanın tek yolu insanları ekonomik, politik ve spiritüel anlamda daha özgür kılmaktır. İktidarın daha merkezi olmayan bir hale getirilmesidir. Oysa akış tümüyle bunun tam tersi yönde gidiyor. Devletler gitgide daha güçlü hale geliyor ve iktidar hırslarını, iktidara duydukları ihtirası güzel isimlerin arkasına gizliyorlar. Buna “ulusallaştırma” diyorlar. O zaman çok iyi görünüyor bu; ulusallaştırma iyi bir şey. Ama aslında bu devletin eline daha fazla güç geçmesinden başka bir şey demek değil. Bankaları ulusallaştır, sanayiyi ulusallaştır, tarımı ulusallaştır ki, devletin gücü gitgide daha da artsın. Devlet herşeyin tek sahibi haline geliyor ve tüm ekonomi devletin denetiminde olduğunda geriye özgürlükten eser kalmıyor. Devlet daha güçlendikçe doğal olarak politikacılar da daha güçlü hale geliyor. Başbakan, cumhurbaşkanı daha güçlü hale geliyor. Politikacıların güçlerini ellerinden almanın tek yolu özelleştirmedir. Bırak insanlar daha çok şeyi kendi başlarına yapsınlar. Ulusallaştırma tamamen ortadan kalkmalıdır. Tren yolları, postaneler ve bu tip şeyler bile insanların kendileri tarafından işletilmeliler; hükümetin araya girmesine gerek yok. İktidar yavaş yavaş politikacıların elinden alınmalı. O zaman politikacı otomatik olarak unutulacak, önemini yitirecektir. Amerika politikacıların dünyanın diğer ülkelerine göre daha önemsiz olduğu tek ülkeymiş gibi görünüyor çünkü neredeyse devlet kadar güçlü birçok şirket var- multi milyoner şirketler bunlar ve müthiş güçlüler. Uluslararası, kıtalararası bir güçten söz ediyorum. Gücü gitgide daha da yayın insanlara. Yavaş yavaş bütün iş politikacıların elinden alınmalı. Onlara sadece elzem olanları bırakın, ki elzem olan fazla birşey de yoktur. Dünya için tek bir umut var o da politikacıların daha az güce sahip olması. Ancak o zaman dünya barış içinde yaşayabilir; yoksa bu imkansızdır. Politikanın temeli tümüyle kıskançlık, açgözlülük ve ihtirastan oluşur. Duydum ki. Yeni Delhi ‘li eski ve emekli politikacıya resepsiyon sonrası konuşma yapması için “Politikada Dürüstlük” başlığı verilmiş. Konuşmacı kürsüye çağrıldığı zaman ayağa kalkmış, selam vermiş ve, “Sayın Başkanım, Bayanlar ve Baylar: Politikada Dürüstlük zerre kadar yoktur” demiş ve oturmuş. Politika dürüst olamaz. Açgözlülük, ihtiras...nasıl dürüst olabilirler ki? Politika barışçıl olamaz. Açgözlü insanlar nasıl barışçıl kalabilirler ki? Barışçıl kalmaları demek zaman kaybetmeleri demektir. Savaşmaları gerekir. Mümkün olan her şekilde savaşmaları gerekir. Savaşmak için hiçbir fırsatı kaçıramazlar. Savaşmak için her türlü bahane kullanılmalı, pireden deve yapılmalıdır çünkü insan ancak savaşarak güç kazanır. Politikacı evinin yolunu tutmuşken 3 hırsız tarafından yolu kesildi. Kendini müthiş bir cesaret ve inatla savundu ve uzun süren mücadele epey kanlı geçti. Ancak politikacı en sonunda yenik düştü. Karşılaştıkları olağanüstü dirençten sonra yüklü bir meblağ bulacaklarını sanan haydutlar adamın ceplerini karıştırmaya başladılar. Politikacının hayatı pahasına savunduğu tüm servetin bükülmüş bir beş kuruştan ibaret olduğunu görünce şaşırıp kaldılar. “Sadece beş kuruş!” dedi yara bereleriyle uğraşan haydutlardan biri burun kıvırarak. “Şansımız varmış,” dedi bir diğeri. “On kuruşu olmuş olsaydı hepimizi öldürmüştü!” Politika şiddet dolu bir mücadeledir. Doğal olarak saray mensupları çok kıskanmış olmalılar. Aniden Ayaz saraydaki en önemli kişi haline gelmişti. Ayaz’ın saraydaki en önemli kişi haline geliş nedeni de onun sadeliği, politik olmayışı, hiç kimse oluşu, fakrıydı. Ve derinlerde bir yerde de zikr duruyordu. O bir Sufi’ydi. Nazik, neredeyse görünmez ama yine de insanları etkileyen bir ışıltısı vardı. Hatta görünmez olduğu için daha etkiliydi çünkü görünmediği için insan kendini ondan koruyamıyordu. Ayaz bir Sufi’ydi. Fakir bir insan olarak, “ruhu fakir” bir insan olarak, sürekli kaynağını hatırlayarak dünyanın dört bir yanını gezmişti. Mahmut’un huzurunda birden bu kadar önemli oluşu böyle gerçekleşmişti. Ve çok neşeli bir insandı, daima mutluydu. Bir gül gibiydi. Sadece onunla olmak, onun huzurunda bulunmak bile insana neşe veriyordu. Belli bir titreşime sahipti. Diğer saray mensupları Ayaz’ı kıskanıyor ve bir kusurunu bulup da onu padişaha şikayet etmek ve ayağını kaydırmak için her hareketini takip ediyorlardı... Politikacıların tüm arzusu budur: Diğerlerinin ayağını kaydırıp onların yerine geçmek. Bir gün onu kıskanan bu kimseler Mahmut’un huzuruna çıkıp, “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi! “dediler... Politikacı iktidarda olanı daima kıskandığı gibi daima dalkavukluk da yapar. Kendisine hiç saygısı yoktur; olamaz da. Kendini azıcık sayan, seven hiçbir insan politikaya atılamaz. Mutlak derecede aşağılayıcı, küçük düşürücü bir şeydir bu. Şimdi kalkıp da Mahmut’a “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi!” demek çok saçma bir şey. Hindistan onu çok yakından tanımıştır. Hayatı boyunca Hindistan’a yaklaşık on sekiz kere saldırmıştır. Hindistan’da nice yaralar açmıştır. Böyle bir adama “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” demek çok saçmadır ama işte politikacılar bu şekilde yükselir. Politikacılar dalkavuktur. İktidarı gördükleri yerde eğilmeye hazırdırlar. İktidar onları hipnotize ediverir. .”Bilesiniz ki yorulmak bilmeden hizmetinizde olan bizler, kulunuz Ayaz’ı yakından izliyoruz. Şunu bildirmeye geldik ki, Ayaz her gün huzurunuzdan ayrılır ayrılmaz asla başka kimsenin girmesine izin verilmeyen bir odaya giriyor”. Şimdi, Sufiler der ki, ne zaman dua edeceksen yalnız et, mutlak bir mahremiyet içinde yap bunu. Dua yüksek sesle edilmemeli; bağırarak dua etmemelisin. Bu bir gösteri değildir; bunu diğerlerine teşhir etmeye hiç gerek yoktur.Mutlak sessizlik, dinginlik, mahremiyet içinde yapılmalıdır ki kimse bilmesin. Sufiler der ki, “Ne zaman dua ettiğini karın bile bilmemeli”. Derler ki, “Gecenin ortasında, karın uykudayken yatakta sessizce otur ve dua et”. Sadece Tanrı bilmeli. Bununla övünmemeli, bunu bir sır olarak saklamalısın. Duayı sır olarak saklama fikrinin bir boyutu daha var. Bir şeyi sır olarak saklayabilirsen o senin içinde derinleşir. Zihnin eğilimi herşeyi söylemeye yöneliktir. Herşeyi dışarı atmanın bir yoludur bu. İnsanların ilgilenebileceği veya merak edeceği birşey biliyorsan, hemen onun hakkında konuşmaya başlarsın. İnsanlar için sır saklamak çok güçtür ve onlara bunun bir sır olduğu söylenirse, bu işlerini daha da zorlaştırır. Bu tekrar tekrar dillerinin ucuna gelmeye, içlerinde bir kargaşa yaratmaya başlar. Sufiler der ki, bir şeyi sır olarak saklayabilirsen, o içinin daha derinlerine iner. Herşey hareket eder. Ya dışa ya içe doğru gider. Onun dışarıya gitmesini önlersen otomatik olarak içe gidecektir. Temel bir kuraldır bu. Hiçbir şey durağan değildir, her şey hareket halindedir, aklında tut bunu. Bir şeyin senin içinde derinleşmesini istiyorsan lütfen onun hakkında konuşma. Ruhani bir deneyim yaşarsan onun hakkında konuşmaya başlama. Eğer bunda çok zorlanıyorsan ustana git, bunu ona anlat, sonra da tamamıyla unut- ama hakkında konuşma. Konuşursan bu egonun hoşuna gider. Özel biri olmaya başlamış gibi hissedersin kendini. Işıklar görmüşsündür, kundalini yükselmekte, çakralar açılmakta, işte tüm bu zırvalıklar gerçekleşmektedir. Sonra insan bulmaya koşarsın, kurban olmaya gönüllü kim varsa. İnsanları yakalayıp bilgini onların üzerine boca etmeye başlarsın- dinlemek isteyip istemediklerine bile bakmazsın- ama böyle yaparak güzel bir şeyi yok etmektesindir. Bazı şeylerin senin içinde derinlere gitmesi gerekir, onların derine gitmesine izin vermenin tek yolu da dışa gitmelerine izin vermemektir. Bir yere doğru ilerlemesi gerekiyor. Onlara dışa çıkacak bir fırsat tanımazsan, içe doğru ilerlemeyi seçeceklerdir. Nasıl bir tohum mutlak karanlık ve mahremiyet içinde ölmek için toprağın derinliklerine girmek zorundaysa, senin duan da, duanın tohumu da kalbinin derinlerine girip orada ölmelidir. Saray mensupları Mahmut’a bildiriyor, Ayaz her gün başka kimsenin girmesine izin verilmeyen bir odaya giriyor. Orada belli bir vakit geçirdikten sonra kendi odasına çekiliyor. Onun bu alışkanlığının altında gizli bir suçun yattığından korkuyoruz. Suçluluk duygusu içinde yaşayan kimseler daima bu duygularını başkalarına da yakıştırır, yansıtırlar. Unutma ki başkası hakkında bir söz söylediğinde, akla gelmesi, üzerinde durulması gereken ilk şey bunun karşındaki değil de, kendinle ilgili bir hakikat olabileceğidir. Kendini bilmekle gerçekten ilgilenen kişi daima bu gerçeğin üzerinde duracaktır: “Başkası hakkında ne söylüyorum? Bu gerçekten onunla mı ilgili yoksa bana onunla değil kendimle ilgili bir şey gösteren kendi yansıtmamdan mı ibaret?” Şaşıracaksın ama yüz seferden doksan dokuzunda karşında kendi zihnini bulacaksın. Ama zihin çok kurnazdır- yansıtma yapar. Daima bir çeşit aktarım kullanır. Örneğin cinsel yönden bastırılmışsan ve karşında sarılan, birbirini okşayan bir çift görürsen anında onların üzerine atlayıp ahlaktan, kültürden, toplumdan dem vurur ve “Bu doğru değil” demeye başlarsın. Ama izle. Gerçekte neyin olmakta olduğuna dair azıcık içgörüye sahip ol kendi benliğine dair. Senin bastırılmış bir cinselliğin var. Onları aşk içinde birbirine dolanmış halde gördüğünde bastırılmış cinselliğin yüzeye çıkmaya başlıyor. O harekete geçmeye başlıyor ve bu seni korkutuyor. Bu korkuyu kabulleneceğin, bu duruma göz atıp, izleyeceğin, bu konuda birşeyler yapacağın yerde öfkeleniyorsun. Korku aktarıldığında öfkeye dönüşür; korku öfke biçimini alır. O çifte öfkeleniyorsun halbuki onların sana hiçbir şey yaptığı yok!
··
553 görüntüleme
Morrison okurunun profil resmi
Her satırı okudum emeğine sağlık harika gerçekten okuduktan sonra insan bazı soruların cevabına yaklaşmış hissine kapılıyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.