Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

334 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
9 günde okudu
Foucault Bilgi iki anlamda yalandır diyerek başlıyor işe. Bunu, söz konusu söylemlerin “soybilimsel boyutu” olarak, yani bu söylemlerin belirişlerinin ve ihlallerinin koşulları şeklinde tarif ederek devam ediyor: Yasadışı durumlar, sapmalar ve anomaliler, düzensizlikler, itiraflar, hakikati söylemeye yönelik sözler, Dil ile iktidarın birbirini etkileyen karşılıklı sonuçları ve “dilin içinde biri hakikat diğeri ise hata dili olmak üzere iki dilin bulunabileceği” olgusu, “söylemi bir düzene” tabi kılan birer zorlama teşkil eder diyerek bilginin gerçekliği olmak bir yana, onun yalancı ürünüdür. Bilginin varlığı, yalan olmasıdır diyerek size herşeyi sorgulatmayı başarıyor. Bilmelerin anlamını yeniden sorgulamaya yönelik zorunluluk da ilk kez ortaya çıkan bir zorunluluk olduğunu açıklıyor. Söz konusu bilmeler, ampirik ve tarihsel niteliğe sahip olan, sürekli olarak yer değiştiren, bizim klasik aklımızı ve onun indirgenemez zıddıyla -yani akıldışıyla- olan karşılaşmasını kuran bilmelerdir - modern tıbbimizin, yani Foucault’nun dönüşüm kurallarını tarif ettiği insan bilimlerimizin paradigması konumundaki tıp ilminin “ölümün aydınlığında” inşa edildiği yer de bu bilmelerdir. Peki bu ampirik bilmelerin, kökeninden itibaren kendini hakikat söylemi ya da bilgi teorisi şeklinde ortaya koyan büyük felsefe geleneğiyle ilişkisi nedir? Bu sorunun cevabı, Foucault’nun Nietzsche’yi yeniden okumasında açığa çıkıyor gibidir. Bir yandan Foucault’nun bu ilk derste Nietzsche ile birlik olup -tabii neredeyse ismini dahi vermeden- Sokrates’in “teorik insan”ını alaşağı etmesi, diğer yandan da verdiği derslerin en sonuncusunda, bütün bir oturumu Sokrates’in ölümü esnasında Asklepios’a bir horoz kurban edilmesine dair anlatının* Nietzsche tarafından büyük üzüntüyle karşılanan nihilist yorumunun yeniden değerlendirilmesine ayırarak en ince ayrıntısına kadar her detayı deşiyor. Bugüne kadar bütün filozofların övgüyle bahsettikleri o ünlü hakikatlilik:. Burada bizi sorgulayan tam olarak kimdir? Bizim hangi kısmımız “hakikate” doğru bir eğilim duyar? Tanrılarla diyalog, dünyayla diyalog, kişinin kendisiyle diyalog bulanık hale gelir; Oidipus, bunun sürekli tekrar edilen sembolüdür. Hakikati arzuladığımızı farz edelim: Peki neden hakikat-olmayanı tercih etmeyelim ki? Ve kesin olmayanı? Ve hatta bilmemeyi? - Hakikatin değeri sorunu böylelikle karşımıza çıktı - ya da acaba biz mi o sorunun karşısına çıktık? İçimizden hangimiz Oidipus? Hangimiz Sfenks? Foucault, doğru ile yanlış arasındaki ayrımdan söz ederken mantıksal bir ayrımdan, ontolojik bir ayrımdan ya da bilincin “birbirine karışmaksızın dışsal olarak bir araya gelen yağ ile suya benzer” tarihsel anlarından değil, bir dışlama ediminden, ona göre Sofistlerin sonuç itibarıyla geç bir dönemde dışlanmalarıyla gerçekleşmiş olan toplumsal bir şiddetten söz ediyor gibidir. Bu dışlama Platon tarafından bir ahlâki edim olarak, bir “söküp atma” işlemi olarak görülmüştür: “Şurada burada pek bir değeri olmayan her şeyi reddetmek. Heidegger’e göre bilgi istenci, varlık ve güç istenci birbirine karışma eğilimindedir. Foucault her koşulda ve her şartta bilgiyi, bilmeyi, bilmemeyi, bilmemezliği her taşın altına bakarak inceliyor. Böylelikle Foucault’nun, ne bilgiye ne de Heidegger’in -bu açıdan Nietzsche’yi takip ederek- güç istencine indirgemiş olduğu o hakikat istencine indirgenemeyecek bir bilme istenci tespit ettiği düşünülebilir. Bilgi, ardında kendisinden bambaşka bir şeyin -itkilerden, dürtülerden, arzulardan, korkudan ve sahiplenme istencinden oluşan bir oyunun bulunduğu bir “icat”tır diyerek noktayı koyalım. Bilgi ve Hakikati incelemek isteyen herkes için ilk bakılması yer diyerek uzaklaşıyorum. :)
Bilme İstenci Üzerine Dersler
Bilme İstenci Üzerine DerslerMichel Foucault · İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları · 201621 okunma
··
495 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.