Gönderi

279 syf.
6/10 puan verdi
Tarihi roman ifadesi çok çeşitli anlamlara gelebiliyor. Bir tarafta daha geleneksel diyebileceğimiz, epik veya siyasi yanı baskın olan ve genelde edebiyat çevrelerinde pek de bahsi geçmeyen popülist eserler, diğer yanda ise postmodern bir yaklaşımla yazılmış ve kimi zaman yılın en önemli eseri hâline gelebilen romanlar. Her halükârda tarihi roman yazmak kolay değil: Tarihi iyice araştırmanın yanında, o dönemin yaşayışını öğrenmek ve öğrenilenleri tatbik ederken olabildiğince doğal kalmak gerekiyor. Ayrıca romandaki olay örgüsü ve karakterleri tasarlarken insanın aklına ecdada sahip çıkma arzusunda olanların lincini yeme endişesi de düşmüyor değil. Tüm bu çerçevenin içinde Yasemin Karahüseyin’in ilk romanı olan 2008 çıkışlı Âdemin Kanadı’nı, ilk roman olması açısından, fazlasıyla cesur bulabiliriz. Hezarfen Ahmet Çelebi gibi özellikle de günümüzde oldukça ilgi çekebilecek bir tarihi şahsiyetin etrafında dönen roman, çok da tarihi olmaya yönelmeyerek türün bazı zorluklarını atlatabilse de; bu atlatma kimi zaman romanı eksilten atlamalara da dönüşüyor. Roman Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçma serüvenine doğru gidiş sürecini geniş bir zaman zarfında anlatıyor. Romanda geçtiği şekliyle Çebü’müzün sevdiceği Rana ve yakın arkadaşı Seyyid de diğer önemli karakterler. Roman genel olarak birkaç sayfalık bölümler halinde ilerliyor. Bu bölümlerde Çebü ve Rana arasında gidip geliyoruz. Zaman çoğunlukla doğrusal ilerlese de ileri-geri atlamalar da mevcut. Bu bölümlendirmeyle ilgili en büyük sorun, yazarın bölümleri kısa tutması hasebiyle romanın içine bir türlü giremememiz. Ben, özellikle söz konusu böyle tarihi romanlar olunca, eserin içinde adeta kaybolmayı istiyorum. Buna İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’ındaki soluksuz okunan İstanbul gezmesini mükemmel bir örnek olarak verebiliriz. Bu denli geniş kapsamlı olmasa da, bir nebze kaybolma gerçekleşmeden kendimi o dönemin içinde bulamıyorum açıkçası. Âdemin Kanadı’nda yazarın bölümleri kısa tutmasının temel sebeplerinden biri, anlatısını etraflıca kılmaması. Yani ne demek istiyorum, yazar mesela bölümde Çebü’nün bir anına ve o anındaki duygularına odaklandıktan sonra hemen diğer bölüme geçiyor. Bu geçişler romana belli bir hız katsa da, anlatıyı derinleştirecek fırsatlar sürekli tepiliyor. Romandaki çerçeve sunma çabasının en net örneği, birkaç bölümde bahsi geçen IV. Murad ile ilgili olaylar denebilir. Ancak bu olaylar romanın ana ekseninden fazlasıyla kopuk; bu yüzden esas hikâyeyi çerçeveleyemiyorlar. Romanın duygusal temelde ilerlediğinden bahsettik ve bu da romanın parladığı nokta diyebiliriz. Özellikle Rana karakterinin, ki kendisi herhalde edebiyatımızdaki nadir ateşperest karakterlerden biri olmalı, gerek duygusal dünyası, gerekse hikâyesi esas merkezi teşkil eden Hezarfen Ahmet Çelebi’ninkinden çok daha güçlü. Bunu yazarımızın da kadın olmasına bağlayabilir miyiz, bağlarız sanırım. Bu arada ateşperestlik üzerine bir araştırma yapıldığı da kendini belli ediyor. Rana’nın ateşperest, Çebü’müzün Müslüman olması imkânsız aşkımızın temel çatışmasını oluşturuyor. Dönem gereği zaten birbirine fazlasıyla uzak olan kadın ve erkeğin, bir de bu dinî farklılık nedeniyle iyice ayrı düşmesi aşkı imkânsız kılarken, bir yandan da gerçekçi kılıyor. Yazarın bu vesileyle açtığı fantastik pencereler ve Çebü’nün kemâle erme yolculuğu da eserin güzel yanlarından. Kimi zaman fazla duygusal bir dil mi var, evet; hatta bu bağlamda bölüm içindeki bazı cümlelerin epigraf olarak yerleştirilmesini de bu aşırı duygusal zemine çıkılan fazlaca bir kat olarak gördüğümü de belirteyim. Öte yandan söylemem gerekir ki, karakterlerin uysal tabiatından mıdır, romanın rahat okunurluğundan mıdır bilemiyorum ama bu duygusal zemin beni o kadar da rahatsız etmedi son tahlilde. Duyguların aktarımı genel itibariyle çok saf ve öz bir şekilde gerçekleşse de, bazı sözler o günden değil de bugünden yazılmış izlenimini fazlasıyla veriyor. Bu bağlamda romanda fark ettiğim en çarpıcı özellik, bahsettiğim istisnalar hariç, üslubun çağdaş eserlerden ayrıksılığı. Romanın kimi yerlerde fantastikleşmesiyle beraber aklıma düşen ilk eser
A'mak-ı Hayal
A'mak-ı Hayal
oldu. Ama orada da durmadım. Rana’nın talihsiz hikâyesi bana
Sergüzeşt
Sergüzeşt
’i hatırlattı. Roman, içindeki melankolisiyle beraber, sanki 2008’de değil de 1908’de yazılmış gibi hissettiriyor. Bu 1908’de yazılmışlık hissini öteleyen temel öge herhalde birinci kişi anlatım diyebiliriz. Birinci kişi anlatım demişken, bu da bir başka romanı, Nazan Bekiroğlu’nun
Yûsuf ile Züleyha
Yûsuf ile Züleyha
’sını akla düşürüyor. Ademin Kanadı’na bu üç romanın genlerini taşıyor desek yanılıyor olmayız. Özetleyecek olursak, Âdemin Kanadı duygusal bir ilk roman. Tarihi roman olmanın getireceği zorlukları duygusal yönü ağır basan bir roman yazılmasıyla aşılabilmiş; ama bunu yaparken de tarihi roman olmanın gereklerinden biraz uzaklaşılmış, dolayısıyla da sanki geçmişte “çağdaş” bir roman olarak yazılmış da bugün okunduğunda “tarihi” roman gibi hissettiren bir eserle baş başa kalmışız diyebiliriz. Bunun burada yazdığımdan çok daha ilginç bir sonuç olduğunu vurgulamak isterim; ama bir yandan da eserde bir kimlik bunalımına sebep oluyor bu durum: Ne tarihi/postmodern roman arayanlar tam olarak tatmin olabiliyor, ne de duygusal bir roman bekleyenler tarihin tozlu sayfalarından kurtulabiliyor. Yeni bir kimlik verelim o zaman diyorsunuz, bilindik kategorilerden ayrı; ama kategorisizlikten dolayı da hakkıyla kavranamayan.
Âdemin Kanadı
Âdemin KanadıYasemin Karahüseyin · Şule Yayınları · 201670 okunma
·
89 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.