Gönderi

Lanetleşme olayı ve hristiyanların tavrı
[1117] Ebû Îsâ el-Verrâk ve İbnu’r-Râvendî, mübâhele [lanetleşme] olayının, “Karşılıklı sövüşme olduğunu ve o topluluğun [hıristiyanların] buna yanaşmadıklarını” söyleyerek ta‘nda bulunmuş ve şöyle demiştir: “Sizin, onun [Resûlullah’ın], “Eğer onlar benimle lanetleşselerdi, onlara azâb inecekti” diye söylediğine dair ifade Kitâb’da [ Kur’ân’da] geçmiyor. Bu, sizin sözlerinizden bir sözdür.” [1118] Onlara şöyle denilir: “ Hıristiyanlar, Resûlullah’a lanet ediyorlar ve ona hakaret ediyorlardı. Hatta ona ve ashâbına hakaret ve lanet hususunda aşırı gidiyorlar ve hiçbir gerekçe olmadan onu öldürmek istiyorlardı. Bu hususta krallara gidiyorlar ve onlardan yardım istiyorlardı. Öyle ise onlar ne zaman bundan vazgeçtiler? Fakat hıristiyanlar Resûlullah’ın âyetlerinde ta‘n edecek bir şey bulamayınca, bütün gayretleriyle mübâhele ve mukâbereye döndüler. Mubâhele, onların [Verrâk ve İbnu’r-Râvendî’nin] zannettikleri gibi değildir. Bunlar, kelâm sanatını/ilmini bilmedikleri gibi, lugati de bilmiyorlar. Lugatte mübâhele, -muhâtara [bashe girme], mubâya‘a [alış-veriş yapma] ve murâhane [iddiaya girme] gibidir- ki bunları yapan kimse sonunda ya zafer elde eder veya zarar ve ziyan görür. Mübâhele, el-bâhil’den türemiş bir kelimedir. el-Bâhil, “Emilmesin ve sağılmasın diye memeleri bağlandığı halde, bu bağı çözülen dişi deve”dir. Eğer devede bu bağ yoksa, o bâhildir; yani terk edilmiştir. Dolayısıyla isteyen kimse onun sütünü sağabilir. Bir Arap kadının kocasına şöyle dediği rivayet edilir: Menahtuke me’dûmî ve ebsüstüke mektûmî ve eteytüke bâhilen ğayre zâti sırârin [Sana azığımı yedirdim, sana sırrımı açtım ve sana bağsız olarak geldim]. [1119] Böylece Resûlullah’ın (s.a.) Rabbine olan bağlılığını ve kendisine vahyedilene güvenini anlamış oldun. Böyle olmasaydı, o makamda bir yalancı olarak bulunur, Allah da hemen onu rezil eder ve tepesine azâb indirirdi. Çünkü yalancıların böyle demesi kolaydır. Dolayısıyla onlar, bunu [mübâheleyi] kabul etmekten ve tepelerine ceza inip rezil olmaktan emîn olamazlar. Ayrıca Allah onlara, yüzüne karşı ve ashâbının yanında ona küfür ve lanet etme imkânı verdi. Bu, hiçbir akıllının bulunmak istemediği bir durumdur. [1120] Böylece aklının delâletiyle anlıyorsun ki Allah, ‘eğer onunla mübâhelede bulunurlarsa onlara azap indireceği ve oradan ayrılmadan bunun başlarına geleceği’ hususunda onları tehdit etmişti. Yoksa mulâ‘ane [lanetleşme], hiç kimsenin âciz olmadığı bir şeydir. Eğer sadece mulâ‘ane olsaydı, o topluluk [hıristiyanlar] bunu hemen yerine getirirlerdi ve bundan her türlü fayda ve kazancı temin ederlerdi. Böylece aklının delâletiyle anlıyorsun ki onlar, tehdit edildikleri şeyden fersah fersah kaçtılar. Aklının sana gösterdiği şeylerden biri de, Allah’ın, mubâhele hususunda azâbın inmesiyle onları tehdit etmesi, bundan imtina edip kaçınmaları içindi. Yine bu sadece bir mulâ‘ane [lanetleşme] olsaydı, diğer insanlar bir yana akrabaları bile Resûlullah’a (s.a.) yardım etmek üzere bu netameli ortama gelmezdi. Görmüyor musun ki oraya gelenler, çocuğu, çocuğunun çocuğu ve bu durumda olan kimselerdi. Damat, bir kimsenin çocuğudur. Onun bulunmayışı, akıllı bir kimseyi üzer. Hele de bu damat amcaoğlu olursa, ona ihtiyacı daha fazla olur ve onun yokluğu daha çok sıkıntı verir. [1121] Resûlullah, hıristiyanlara şöyle demişti: Haydi gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendilerimizi ve kendilerinizi çağıralım! (Âl-i İmrân, 3/61) Eğer bu lafzî bir mulâ‘ane [lanetleşme] olsaydı, bu sözün ve çocuğun gelmesinin bir anlamı olmazdı. Bunu düşünen kimse, Resûlullah’ın (a.s.) mübâhele esnasında onları köklerinin kazınmasıyla ve başlarına azâbın inmesiyle tehdit ettiğini aklının şehadetiyle anlar.
·
19 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.