Gönderi

Gelin, olasılıktan söz edelim. İlk önce, olasılık dediğimizde en sık akla gelen çekilişlerden, piyangolardan söz edelim. Amerika’daki en büyük piyangoyu, Povverball’ı kazanabilme olasılığı 120.000.000′da l’dir. Povverball’ın ilk oynanmaya baş­landığı 1997′den beri elliden fazla insan bu olasılığı alt üst ederek büyük ikramiyeyi kazanmıştır. Onlar, bu gezegendeki en şanslı, en zengin insanlar arasındadır. Onlardan nefret ederim. Ama konu­muz bu değil. Şimdi de düşük-olasılıklı bir olaydan söz edelim: Dünyaya dev bir gök taşı çarpacak ve uygarlık yok olacak. Jeofizikçilere göre, her yıl bunun olma olasılığı milyonda bir. insanoğlunun atalarını da hesaba katarsak, yedimilyon yılı aşkın bir süredir bu gezegende varlığımızı sürdürdüğümüze göre, bir gök taşının bugüne kadar bizi yok etmiş olma olasılığı yüzde 15 yedi yüz. Yani anlayacağınız, bir kere değil, yedi kere ölmüş olma­lıydık şimdiye. Ama, çoğunuzun bildiği gibi, insanoğlunun yazılı tarihinden bu yana yok olmadık. Ne demeye çalışıyorum sizce? Bir gök taşı bizi yok edecek demeye çalışmıyorum. Düşük olasılıklı olaylar hakkında bir yorum­da bulunmaya çalışıyorum, kıssadan hisse şudur: Her an her şey olabilir. - David T. Calne’in istatistik dersinden alıntı. 1.Bölüm “Bu yirmi sana Caine. Var mısın, yok musun?” David Caine kendisine söyleneni duyuyor, ama cevap veremi­yordu; daha doğrusu koku cevap vermesine izin vermiyordu. Bu kokuyu daha önce hiç almamıştı. Sanki, çürümüş et ve yumurta, idrarla karışmıştı. İnternette okuduklarına bakılırsa bazıları koku­lara dayanamayıp kendilerini öldürüyorlarmış. ilk başta bunun abartılı olduğunu düşünmüştü, ama şimdi… bunu neden yapmış olabileceklerini anlıyor gibiydi. Aslında bu kokuyu sinir hücrelerindeki sinyaller bir şekilde karıştığından hissettiğinin farkındaydı. Bunu bilmesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. David’in beyni bu kokuyu gerçekten algılıyordu. Hatta masanın etrafını sarmış olan sigara dumanından bile daha ağırdı koku. Walter’ın gece yarısı yediği yağlı McDonald’s hamburgerinden bile daha gerçekti bu koku. Tüm odayı saran çaresizlik ve ter kokusundan daha baskındı. Koku o kadar kötüydü ki gözleri sulanmaya başladı; ama ko­ku ne kadar kötü olursa olsun, habercisi olduğu şeyden daha kötü değildi. Caine bundan daha fazla nefret ediyordu. Kokuya bakılırsa vakit yaklaşıyordu; insanın midesini bulandıran, zihnini karınca­landıran kokunun ağırlığına bakılırsa bu nöbet hiç de hafif olma­yacaktı. Daha da kötüsü, her şey çok hızlı gelişiyordu. Tam zama­nını bulmuştu, daha kötü bir zamanlama olamazdı. Caine bir an için gözlerini kapayıp iyice sıktı. Çaresizce, kade­rine engel olmaya çalışıyordu. Gözlerini açıp Walter’ın önünde duran buruşturulmuş kırmızı-sarı patates kutusuna baktı. Birden kutu gözünün önünde gitti geldi. Caine başını çevirdi; kusacağın­dan korkmuştu. “David iyi misin?” Caine kadının sıcak elini hissetti omzunda. Rahibe Mary Straight, eskiden gerçekten bir rahibeydi. Takma dişlerini Davîd doğmadan önce yaptırmış olan kadın; onun değil annesi, annean­nesi yaşındaydı. O masadaki tek kadındı. Hatta, Nikolaev’in oyun­cuların her an önünde içki olsun da kalkmaları için bir neden ol­masın diye tuttuğu iki ayağı bir çukurda Romen garson dışında, tüm kulüpteki tek kadındı rahibe. Herkes ona Rahibe diye hitap ediyordu; ama o bu mahzende, ya da Rusların deyimiyle podvaal’da yaşayan erkeklerin daha çok manevi annesi gibiydi. Aslında, podvaal’da yaşamıyordu bu insanlar; ama masaların etrafına üşüşmüş yirmi kadar adama sorulsa, Caine onların çoğu­nun East Village’deki bu kalabalık, penceresiz bodrumda kendile-| rini evlerinde hissettiklerini söyleyeceklerine iddiaya girebilirdi. Kumarbazlar. Bağımlılar. Bazılarının finans dünyasının nabzını tutan Wall Street’te veya şehir merkezindeki önemli binalarda ofisleri vardı, hatta kartvizitleri kabartmalı gümüşi yazılarla süs­lüydü; ama herkes bunun hiçbir anlamı olmadığını biliyordu. Ha­yattaki en önemli şey, hatta tek Önemli şey, dağıtılan kartlar ve oyunda olup olmamaktı. Her gece D Bulvan’ndaki Chernobyl Rus lokantasının kalaba­lık mahzenine gelirlerdi. Bar kirliydi, ama Vitaly Nikolaev’in oyunla­rı temizdi; işe hile karıştırmazdı. Pudralanmışçasına beyaz tenini ve ince, kız gibi kollarını ilk gördüğünde. Caine Vitaly’nin Rus maf­yasının bir üyesi olduğuna ihtimal vermemişti. Ama, Vitaly Nikolaev, aslında yaşlı ve zararsız bir adam olan Melvin Schuster’ı kulüpte oynarken hile yaptığı için ölümüne döv­düğü gece, Caine işin doğrusunu gayet iyi anladı. Caine daha ne olup bittiğini anlayamadan Nikolaev hafif sarkık yüzlü ihtiyarın yüzünü gözünü dağıtmış, adamı kan revan içinde bırakmıştı. O zamandan sonra da pooVaallda kimse hile yapmaya cesaret ede­medi. Caine yine de burasını evi gibi görüyordu. Batı yakasındaki küçük stüdyo daire uyuduğu, yıkandığı ve arada bir tıraş olduğu bir yerdi onun için. Bazen de kız atardı daireye; ama uzun zamandır bunu da yapmamıştı. Caine’in bu aralar görüştüğü tek kadının Rahibe Mary olduğu düşünülürse, buna şaşmamak gerekirdi. Rahibe, “David iyi misin?” diye sorduğunda Caine birden kendine geiir gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı ve Rahibe’ye dönüp, başını sallayarak iyiyim dercesine bir işaret yaptı. Ama başını sal­laması iyi bir fikir değildi, çünkü yine midesi bulanmaya başladı. “İyiyim Rahibe. Sağ ol.” “Emin misin iyi olduğuna? Sanki bir anda betin benzin attı, suratın yemyeşil oldu.” “Yeşil dolarlar kazanmaya çalışınca oldu herhalde,” dedi Caine bu espriye kendi bile gülmekte zorluk çekerek. “Hal hatır sorma faslını geçelim mi? Yoksa siz ikiniz baş başa bir odaya çekilip birbirinizi daha yakından tanımak mı istiyorsu­nuz?” diyerek sırıttı dişleri sararmış Walter. 0 kadar yakınına so­kuldu ki, Caine bir anda adamın ağzının soğan koktuğunu hissetti. “Yirmi artırdık. Var mısın? Yok musun?” Caine eline baktı, sonra da masadaki diğer kartlara baktı, birbirine karışmış saçlarının hizasında kollarını kaldırdı gerinerek. Yutkunarak kusmamaya ve kokuyu unutmaya çalıştı. Ne yapaca­ğına karar vermek istiyordu. “Kafandan olasılıkları hesaplamayı kes de ne yapacaksan yap,” dedi Walter şeytan tırnağını ısırarak. Caine’in her elde olasılıkları aklından hesapladığını gayet iyi biliyorlardı. Caine’in bir veri olarak denklemine ekleyemediği tek şey oyun arkadaşlarının blöf yapma olasılıklarıydı; ama onu bile hesaba katmaya çalışıyordu. Caine, VValter’ın kendisini bira; zorladığım hissetti ve yaşlı adama bıkkın gözlerle bakıp, masaya doğ­ru döndü. Oyun basitti. Bir tür poker oynuyorlardı. Her oyuncuya iki kart dağıtılıyordu, sonra da ortaya aynı anda üç kart açılıyordu, ilk üç kartın adı ‘düşüş’tü. Sonra dördüncü bir kart açılırdı, ‘dönüş’; son­ra da beşinci ve son kart, ‘nehir’. Yere yeni bir kart açıldığında bahis artırılabilirdi. Sonra da, oyuncular ellerindeki kartları açar­lardı. En iyi beş kart kimdeyse, poker kuralları uyarınca o kazanır­dı. Bu beş kart, elindeki iki ve yerden seçeceği üç karttan oluşur­du. Oyunun en muhteşem yanı, akıllı bir oyuncunun masaya ba­kıp, o an için en iyi elin ne olabileceğinin hesaplayabilmesiydi. Caine açılan kartlara baktığında üç kart görmüyordu, yüzlerce olasılık görüyordu. Onu en çok İlgilendiren olasılık ise kendi ka­zanma olasılığının ne olduğuydu. Şimdiki eliyle bu yüksek bir olası­lıktı. Elinde bir çift as vardı. Kupa ası ve karo ası. Açılan kartlar da . sinek ası ve iki tane maçaydı. Maça altlısı ve valesi. Caine aslında 161 en sağlam kartları elinde tutuyordu. Yani masadaki en yüksek olasılık onun elindeydi, ama yine de birçok olasılık vardı. Her bir olasılığı aklından hesaplayarak, gerçekleşme olasılık­larını kestirmeye çalıştı. Caine, aklında rakamlar uçuşurken, ko­kunun var olduğunu iddia eden beyin dalgalarını birkaç saniyeliği­ne bastırabildi. Elinde iki maçası olan biri varsa toplamda dört maça ederdi. İki elinde, iki yerde. O kişinin elindekilerle renk yapabilmesi için ortaya bir maça daha açılması gerekirdi. Caine aklından bu olasılı­ğı hesapladı; bu onun için bir çocuğun alfabeyi söylemesi kadar kolay bir şeydi. Bir destede toplamda onüç maça vardır; eğer birinin elinde iki maça daha varsa, bu da görülmemiş dokuz maça var demekti. Birinin elinde iki maça varsa, bir sonraki iki karttan birinin maça olma olasılığı yüzde 36′ydı, Bu yüksek bir olasılıktı; ama birine iki maça verilmiş olma olasılığı yüzde 6′ydı zaten.Caine son bir gayretle verileri birleştirdi: birine iki maça veril­mişti ve bir sonraki kart da bir maça olacaktı. Bunun olasılığı yüz­de 2.1′di. Bu riski göze almaya hazırdı. Bu hesabı bir kere daha yaptı; bu sefer de birinin elinde tek maça bulundurduğunu düşündü ve yine de elini maçayla renge tamamladı: Bunun da olasılığı yüzde 2′ydi. Birinin maçayla değil de sinekle renk yapma olasılığı daha da düşüktü- oyuncu başına yüzde 0.3. Bundan çekinecek değildi. Bir yandan da oyuncuların elinde kent olabileceğini hesapla­dı. Yerde bir as bir de vale vardı ve başka bir papaz, kız veya onlu yoktu. Demek ki, kenti tamamlayabilecek oniki kart daha vardı destede. (Her bir türden papaz, dam, veya onlar). Ama, birinin elinde bunu yapmak için gerekli olan iki kartı tutuyor olmasının olasılığı da yüzde 3.6′ydı. Teorik olarak floş da yapılabilirdi; ama bu o kadar düşük bir olasılıktı ki bunu hesaplamadı bile. Şu anda üç ası olduğundan, Caine’in bir asa. bir valeye ya da bir altılıya ihtiyacı vardı. Eğer bir as daha açılırsa, kare ası olacaktı. ı Eğer vale ya üa bir altı açılırsa, elinde ful as olacaktı. Yedi kart | çıkmamıştı (bir as, üç vale ve üç altılı) bu kartlardan herhangi biri­nin gelmesi olasılığı -Caine bir an için gözlerini kırpıştırdı- yüzde 28′di. Hiç de fena bir olasılık değildi. VValter’a baktı ve yaşlı bunağın ifadesinden bir şeyler anla­maya çalıştı; ama adam sadece bıkkın bakıyordu. Caine aynaya baktığında kendi yüzünde de aynı ifadeyi görüyordu. Bıkkın ve asabi olan Caine, oyun oynamak, kağıt oynamak istiyordu hep. Sonra birden yine midesi bulandı. Sıcak kusmuk ağzına kadar gelmişti bu sefer, yutkundu. Caine tuvalete gitmesi gerektiğini biliyordu ama bunu yapa­mazdı. Elinde asları tutarken oyundan kalkamazdı. Kalkmayacaktı. Gözlerinden kanlar fışkırsa bile, kartlar açılana kadar hiçbir yere gitmeyecekti. Caine, görmeyen gözlerle önündeki paraya uzandı ve ortaya dört fiş attı. “Yirmi artırıyorum.” “Görüyorum.” Rahibe de oyuna girmişti. Cairıe onun vale döper yaptığını umdu, çünkü kadın genelde kente gitmeye çalışırdı. “Görüyorum.” Kahretsin, Stone da girmişti. Her zamanki gibi, hiç hareket etmeden duruyordu; adam bir heykel gibiydi. Zaten ona Stone -Taş- demelerinin bir nedeni de buydu. Bu takma isim ona çok uyuyordu. Stone kuralları gayet iyi bilen, olasılıkları çok iyi hesaplayan bir oyuncuydu. Eline güvenmezse oyunda kalmazdı. Caine düşüşten önce, kente gidenlerin oyundan çekilmesini sağlamak için, daha fazla attırmadığına kızıyordu. Eğer, Caine ortaya daha fazla para atsaydı, oyunda kalmazlardı. Ama koku yüzünden doğru dürüst düşünemiyor, bok gibi oynuyordu. Potu düşük tutarak ötekileri oyunda kalmaya yemlediğine inandırmaya çalıştı kendini; ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Sorun kokuydu. Koku, koku, koku. Gözlerini kapadığında, kıpırdayan beyaz kurtçukların çürümüş bir et yığınının üzerinde gezindiğini görebiliyordu. VValter fişlerine dokundu, el alışkanlığı ile çevirdi. Biran için Caine VValter’ın potu artıracağını düşündü; ama VValter sadece oyuna girdi. Herkes dönüşü bekliyordu; nelerin gelebileceğini he­saplarken kendi kağıtlarıyla kazanma olasılıklarını düşünüyorlardı. Bir sonraki kart enfesti. Caine için Playboy’un orta sayfa güzelinden, ya da Büyük Kanyonu günbatımında görmekten bile hoştu; çünkü yere maça ası açılmıştı. Yerdeki İki as ve elinde iki asla birlikte Caine’in kare ası vardı. Bu el bir tek floşla yenilebilirdi; ama birinde floş olma olasılığı çok düşüktü. Bir sonraki kartın maça papaz, kız veya onlusu olması gerekiyordu ve oyuncunun elinde de diğer iki maçanın olması gerekiyordu. Olmayacak bir şeydi bu. Ama… Caine hemen aklından hızlıca bir hesap yaparken, göz­lerini kapar gibi oldu -üç masa kombinasyonunun (papaz-kız, pa-paz-onlu veya kız-onlu gelmesi) gelme olasılığı 442′te birdi. Bir oyuncunun bu kartlardan ikisini elinde tutuyor olması ve en son… Biraz Oku Sonra Al Menü Facebook SayfamızTwitter Sayfamız Google+ Sayfamız Arama: Kitap, yazar, yayınevi Ara ^ Olasılıksız Temmuz 22, 2009 April Yayıncılık, Roman (Yabancı) Bu kitabı satın alın » kapak Gelin, olasılıktan söz edelim. İlk önce, olasılık dediğimizde en sık akla gelen çekilişlerden, piyangolardan söz edelim. Amerika’daki en büyük piyangoyu, Povverball’ı kazanabilme olasılığı 120.000.000′da l’dir. Povverball’ın ilk oynanmaya baş­landığı 1997′den beri elliden fazla insan bu olasılığı alt üst ederek büyük ikramiyeyi kazanmıştır. Onlar, bu gezegendeki en şanslı, en zengin insanlar arasındadır. Onlardan nefret ederim. Ama konu­muz bu değil. Şimdi de düşük-olasılıklı bir olaydan söz edelim: Dünyaya dev bir gök taşı çarpacak ve uygarlık yok olacak. Jeofizikçilere göre, her yıl bunun olma olasılığı milyonda bir. insanoğlunun atalarını da hesaba katarsak, yedimilyon yılı aşkın bir süredir bu gezegende varlığımızı sürdürdüğümüze göre, bir gök taşının bugüne kadar bizi yok etmiş olma olasılığı yüzde 15 yedi yüz. Yani anlayacağınız, bir kere değil, yedi kere ölmüş olma­lıydık şimdiye. Ama, çoğunuzun bildiği gibi, insanoğlunun yazılı tarihinden bu yana yok olmadık. Ne demeye çalışıyorum sizce? Bir gök taşı bizi yok edecek demeye çalışmıyorum. Düşük olasılıklı olaylar hakkında bir yorum­da bulunmaya çalışıyorum, kıssadan hisse şudur: Her an her şey olabilir. - David T. Calne’in istatistik dersinden alıntı. 1.Bölüm “Bu yirmi sana Caine. Var mısın, yok musun?” David Caine kendisine söyleneni duyuyor, ama cevap veremi­yordu; daha doğrusu koku cevap vermesine izin vermiyordu. Bu kokuyu daha önce hiç almamıştı. Sanki, çürümüş et ve yumurta, idrarla karışmıştı. İnternette okuduklarına bakılırsa bazıları koku­lara dayanamayıp kendilerini öldürüyorlarmış. ilk başta bunun abartılı olduğunu düşünmüştü, ama şimdi… bunu neden yapmış olabileceklerini anlıyor gibiydi. Aslında bu kokuyu sinir hücrelerindeki sinyaller bir şekilde karıştığından hissettiğinin farkındaydı. Bunu bilmesi hiçbir şeyi değiştirmiyordu. David’in beyni bu kokuyu gerçekten algılıyordu. Hatta masanın etrafını sarmış olan sigara dumanından bile daha ağırdı koku. Walter’ın gece yarısı yediği yağlı McDonald’s hamburgerinden bile daha gerçekti bu koku. Tüm odayı saran çaresizlik ve ter kokusundan daha baskındı. Koku o kadar kötüydü ki gözleri sulanmaya başladı; ama ko­ku ne kadar kötü olursa olsun, habercisi olduğu şeyden daha kötü değildi. Caine bundan daha fazla nefret ediyordu. Kokuya bakılırsa vakit yaklaşıyordu; insanın midesini bulandıran, zihnini karınca­landıran kokunun ağırlığına bakılırsa bu nöbet hiç de hafif olma­yacaktı. Daha da kötüsü, her şey çok hızlı gelişiyordu. Tam zama­nını bulmuştu, daha kötü bir zamanlama olamazdı. Caine bir an için gözlerini kapayıp iyice sıktı. Çaresizce, kade­rine engel olmaya çalışıyordu. Gözlerini açıp Walter’ın önünde duran buruşturulmuş kırmızı-sarı patates kutusuna baktı. Birden kutu gözünün önünde gitti geldi. Caine başını çevirdi; kusacağın­dan korkmuştu. “David iyi misin?” Caine kadının sıcak elini hissetti omzunda. Rahibe Mary Straight, eskiden gerçekten bir rahibeydi. Takma dişlerini Davîd doğmadan önce yaptırmış olan kadın; onun değil annesi, annean­nesi yaşındaydı. O masadaki tek kadındı. Hatta, Nikolaev’in oyun­cuların her an önünde içki olsun da kalkmaları için bir neden ol­masın diye tuttuğu iki ayağı bir çukurda Romen garson dışında, tüm kulüpteki tek kadındı rahibe. Herkes ona Rahibe diye hitap ediyordu; ama o bu mahzende, ya da Rusların deyimiyle podvaal’da yaşayan erkeklerin daha çok manevi annesi gibiydi. Aslında, podvaal’da yaşamıyordu bu insanlar; ama masaların etrafına üşüşmüş yirmi kadar adama sorulsa, Caine onların çoğu­nun East Village’deki bu kalabalık, penceresiz bodrumda kendile-| rini evlerinde hissettiklerini söyleyeceklerine iddiaya girebilirdi. Kumarbazlar. Bağımlılar. Bazılarının finans dünyasının nabzını tutan Wall Street’te veya şehir merkezindeki önemli binalarda ofisleri vardı, hatta kartvizitleri kabartmalı gümüşi yazılarla süs­lüydü; ama herkes bunun hiçbir anlamı olmadığını biliyordu. Ha­yattaki en önemli şey, hatta tek Önemli şey, dağıtılan kartlar ve oyunda olup olmamaktı. Her gece D Bulvan’ndaki Chernobyl Rus lokantasının kalaba­lık mahzenine gelirlerdi. Bar kirliydi, ama Vitaly Nikolaev’in oyunla­rı temizdi; işe hile karıştırmazdı. Pudralanmışçasına beyaz tenini ve ince, kız gibi kollarını ilk gördüğünde. Caine Vitaly’nin Rus maf­yasının bir üyesi olduğuna ihtimal vermemişti. Ama, Vitaly Nikolaev, aslında yaşlı ve zararsız bir adam olan Melvin Schuster’ı kulüpte oynarken hile yaptığı için ölümüne döv­düğü gece, Caine işin doğrusunu gayet iyi anladı. Caine daha ne olup bittiğini anlayamadan Nikolaev hafif sarkık yüzlü ihtiyarın yüzünü gözünü dağıtmış, adamı kan revan içinde bırakmıştı. O zamandan sonra da pooVaallda kimse hile yapmaya cesaret ede­medi. Caine yine de burasını evi gibi görüyordu. Batı yakasındaki küçük stüdyo daire uyuduğu, yıkandığı ve arada bir tıraş olduğu bir yerdi onun için. Bazen de kız atardı daireye; ama uzun zamandır bunu da yapmamıştı. Caine’in bu aralar görüştüğü tek kadının Rahibe Mary olduğu düşünülürse, buna şaşmamak gerekirdi. Rahibe, “David iyi misin?” diye sorduğunda Caine birden kendine geiir gibi oldu. Gözlerini kırpıştırdı ve Rahibe’ye dönüp, başını sallayarak iyiyim dercesine bir işaret yaptı. Ama başını sal­laması iyi bir fikir değildi, çünkü yine midesi bulanmaya başladı. “İyiyim Rahibe. Sağ ol.” “Emin misin iyi olduğuna? Sanki bir anda betin benzin attı, suratın yemyeşil oldu.” “Yeşil dolarlar kazanmaya çalışınca oldu herhalde,” dedi Caine bu espriye kendi bile gülmekte zorluk çekerek. “Hal hatır sorma faslını geçelim mi? Yoksa siz ikiniz baş başa bir odaya çekilip birbirinizi daha yakından tanımak mı istiyorsu­nuz?” diyerek sırıttı dişleri sararmış Walter. 0 kadar yakınına so­kuldu ki, Caine bir anda adamın ağzının soğan koktuğunu hissetti. “Yirmi artırdık. Var mısın? Yok musun?” Caine eline baktı, sonra da masadaki diğer kartlara baktı, birbirine karışmış saçlarının hizasında kollarını kaldırdı gerinerek. Yutkunarak kusmamaya ve kokuyu unutmaya çalıştı. Ne yapaca­ğına karar vermek istiyordu. “Kafandan olasılıkları hesaplamayı kes de ne yapacaksan yap,” dedi Walter şeytan tırnağını ısırarak. Caine’in her elde olasılıkları aklından hesapladığını gayet iyi biliyorlardı. Caine’in bir veri olarak denklemine ekleyemediği tek şey oyun arkadaşlarının blöf yapma olasılıklarıydı; ama onu bile hesaba katmaya çalışıyordu. Caine, VValter’ın kendisini bira; zorladığım hissetti ve yaşlı adama bıkkın gözlerle bakıp, masaya doğ­ru döndü. Oyun basitti. Bir tür poker oynuyorlardı. Her oyuncuya iki kart dağıtılıyordu, sonra da ortaya aynı anda üç kart açılıyordu, ilk üç kartın adı ‘düşüş’tü. Sonra dördüncü bir kart açılırdı, ‘dönüş’; son­ra da beşinci ve son kart, ‘nehir’. Yere yeni bir kart açıldığında bahis artırılabilirdi. Sonra da, oyuncular ellerindeki kartları açar­lardı. En iyi beş kart kimdeyse, poker kuralları uyarınca o kazanır­dı. Bu beş kart, elindeki iki ve yerden seçeceği üç karttan oluşur­du. Oyunun en muhteşem yanı, akıllı bir oyuncunun masaya ba­kıp, o an için en iyi elin ne olabileceğinin hesaplayabilmesiydi. Caine açılan kartlara baktığında üç kart görmüyordu, yüzlerce olasılık görüyordu. Onu en çok İlgilendiren olasılık ise kendi ka­zanma olasılığının ne olduğuydu. Şimdiki eliyle bu yüksek bir olası­lıktı. Elinde bir çift as vardı. Kupa ası ve karo ası. Açılan kartlar da . sinek ası ve iki tane maçaydı. Maça altlısı ve valesi. Caine aslında 161 en sağlam kartları elinde tutuyordu. Yani masadaki en yüksek olasılık onun elindeydi, ama yine de birçok olasılık vardı. Her bir olasılığı aklından hesaplayarak, gerçekleşme olasılık­larını kestirmeye çalıştı. Caine, aklında rakamlar uçuşurken, ko­kunun var olduğunu iddia eden beyin dalgalarını birkaç saniyeliği­ne bastırabildi. Elinde iki maçası olan biri varsa toplamda dört maça ederdi. İki elinde, iki yerde. O kişinin elindekilerle renk yapabilmesi için ortaya bir maça daha açılması gerekirdi. Caine aklından bu olasılı­ğı hesapladı; bu onun için bir çocuğun alfabeyi söylemesi kadar kolay bir şeydi. Bir destede toplamda onüç maça vardır; eğer birinin elinde iki maça daha varsa, bu da görülmemiş dokuz maça var demekti. Birinin elinde iki maça varsa, bir sonraki iki karttan birinin maça olma olasılığı yüzde 36′ydı, Bu yüksek bir olasılıktı; ama birine iki maça verilmiş olma olasılığı yüzde 6′ydı zaten.Caine son bir gayretle verileri birleştirdi: birine iki maça veril­mişti ve bir sonraki kart da bir maça olacaktı. Bunun olasılığı yüz­de 2.1′di. Bu riski göze almaya hazırdı. Bu hesabı bir kere daha yaptı; bu sefer de birinin elinde tek maça bulundurduğunu düşündü ve yine de elini maçayla renge tamamladı: Bunun da olasılığı yüzde 2′ydi. Birinin maçayla değil de sinekle renk yapma olasılığı daha da düşüktü- oyuncu başına yüzde 0.3. Bundan çekinecek değildi. Bir yandan da oyuncuların elinde kent olabileceğini hesapla­dı. Yerde bir as bir de vale vardı ve başka bir papaz, kız veya onlu yoktu. Demek ki, kenti tamamlayabilecek oniki kart daha vardı destede. (Her bir türden papaz, dam, veya onlar). Ama, birinin elinde bunu yapmak için gerekli olan iki kartı tutuyor olmasının olasılığı da yüzde 3.6′ydı. Teorik olarak floş da yapılabilirdi; ama bu o kadar düşük bir olasılıktı ki bunu hesaplamadı bile. Şu anda üç ası olduğundan, Caine’in bir asa. bir valeye ya da bir altılıya ihtiyacı vardı. Eğer bir as daha açılırsa, kare ası olacaktı. ı Eğer vale ya üa bir altı açılırsa, elinde ful as olacaktı. Yedi kart | çıkmamıştı (bir as, üç vale ve üç altılı) bu kartlardan herhangi biri­nin gelmesi olasılığı -Caine bir an için gözlerini kırpıştırdı- yüzde 28′di. Hiç de fena bir olasılık değildi. VValter’a baktı ve yaşlı bunağın ifadesinden bir şeyler anla­maya çalıştı; ama adam sadece bıkkın bakıyordu. Caine aynaya baktığında kendi yüzünde de aynı ifadeyi görüyordu. Bıkkın ve asabi olan Caine, oyun oynamak, kağıt oynamak istiyordu hep. Sonra birden yine midesi bulandı. Sıcak kusmuk ağzına kadar gelmişti bu sefer, yutkundu. Caine tuvalete gitmesi gerektiğini biliyordu ama bunu yapa­mazdı. Elinde asları tutarken oyundan kalkamazdı. Kalkmayacaktı. Gözlerinden kanlar fışkırsa bile, kartlar açılana kadar hiçbir yere gitmeyecekti. Caine, görmeyen gözlerle önündeki paraya uzandı ve ortaya dört fiş attı. “Yirmi artırıyorum.” “Görüyorum.” Rahibe de oyuna girmişti. Cairıe onun vale döper yaptığını umdu, çünkü kadın genelde kente gitmeye çalışırdı. “Görüyorum.” Kahretsin, Stone da girmişti. Her zamanki gibi, hiç hareket etmeden duruyordu; adam bir heykel gibiydi. Zaten ona Stone -Taş- demelerinin bir nedeni de buydu. Bu takma isim ona çok uyuyordu. Stone kuralları gayet iyi bilen, olasılıkları çok iyi hesaplayan bir oyuncuydu. Eline güvenmezse oyunda kalmazdı. Caine düşüşten önce, kente gidenlerin oyundan çekilmesini sağlamak için, daha fazla attırmadığına kızıyordu. Eğer, Caine ortaya daha fazla para atsaydı, oyunda kalmazlardı. Ama koku yüzünden doğru dürüst düşünemiyor, bok gibi oynuyordu. Potu düşük tutarak ötekileri oyunda kalmaya yemlediğine inandırmaya çalıştı kendini; ama bunun doğru olmadığını biliyordu. Sorun kokuydu. Koku, koku, koku. Gözlerini kapadığında, kıpırdayan beyaz kurtçukların çürümüş bir et yığınının üzerinde gezindiğini görebiliyordu. VValter fişlerine dokundu, el alışkanlığı ile çevirdi. Biran için Caine VValter’ın potu artıracağını düşündü; ama VValter sadece oyuna girdi. Herkes dönüşü bekliyordu; nelerin gelebileceğini he­saplarken kendi kağıtlarıyla kazanma olasılıklarını düşünüyorlardı. Bir sonraki kart enfesti. Caine için Playboy’un orta sayfa güzelinden, ya da Büyük Kanyonu günbatımında görmekten bile hoştu; çünkü yere maça ası açılmıştı. Yerdeki İki as ve elinde iki asla birlikte Caine’in kare ası vardı. Bu el bir tek floşla yenilebilirdi; ama birinde floş olma olasılığı çok düşüktü. Bir sonraki kartın maça papaz, kız veya onlusu olması gerekiyordu ve oyuncunun elinde de diğer iki maçanın olması gerekiyordu. Olmayacak bir şeydi bu. Ama… Caine hemen aklından hızlıca bir hesap yaparken, göz­lerini kapar gibi oldu -üç masa kombinasyonunun (papaz-kız, pa-paz-onlu veya kız-onlu gelmesi) gelme olasılığı 442′te birdi. Bir oyuncunun bu kartlardan ikisini elinde tutuyor olması ve en son…
··
122 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.