Gönderi

Fantoma Geliyor … Mauriac, polis romanlarının temel kuralının şu olduğunu söyler: İlk bakışta apaçık gibi görünen şey yüzde yüz yanlıştır. Oysa romanlarda her şey apaçıktır. Yazarlar, onları okurların gözünden kaçırmak için ellerinden geleni yapar. Bunun için herkesin üstüne suç atmaya, herkesi kuşkulu göstermeye büyük bir önem verirler. Gerçi, romanın sonunda kuşkulular kendilerini birer birer temize çıkarır ve okurlar da gerçek suçlu ile -bu, çokluk kendisinden en az kuşkulanılan ya da hiç kuşkulanılmayan kişidir- karşı karşıya kalırlar ama, buna erişmek için bir gecede yedi yatak dolaşan bit gibi ordan oraya koşuşmak zorunda kalırlar. Doğrusu şu ki pıtı pıtı yürüyen bir polis romanında cinayetin ya da düğümün çözümü ilk sayfalarda saklıdır. Dikkatli bir okur, satırların altındaki anlamları kurcaladığı vakit orada birçok ipucu bulabilir. Söz gelişi, Agatha Christie'nin “10 Küçük Zenci” adlı romanında bir adaya sıkışan on kişiden yedisi ölüp de geriye kalanlardan Bay Blore'un da, başına düşen bir mermerle, kalıbı dinlendirmesi bütün gizemi açığa vuracak bir güçtedir. Çünkü ölüm, geriye kalan kurbanlarda Philip Lombard ile Vera Claythorne'un bir arada bulunduğu bir sırada çıkıp gelmiştir ki bu, adada kendilerinden başka birinin daha bulunduğunu belli eder. Agatha Christie de bunu, Vera'nın ağzından, açıkça okurların gözüne sokmaktan korkmaz: - Peki o nasıl oldu? Mermer ayı, Blore'un başına nasıl düştü? Ama romanı bir an önce bitirmek ve romanın sonunda paket içinde sunulacak çözüme kavuşmak isteyen okurlar bunun üzerinde pek durmazlar. Bir ikinci ipucu, romanın bütün saklısını açığa vuran açıklama ise Doktor Armstrong'un -o da on kurbandan biridir- adadan kaybolmasıyla okurlara peşkeş edilir. Yazar, yine Vera'nın ağzından, bu kez şunları bağıracaktır: - Armstrong ölmedi. Armstrong Ada'da. Ortadan yitmesi bir dalavereden başka bir şey değil. Aslında ölmeyen, ama "kendini ölmüş gibi gösterip" cinayetleri işleyen kişi, Yargıç Lawrence Wargrave'dır. Yazar, onun yerine Armstrong’u sürmüştür öne. Ne ki okuntuları yerli yerinde bir okur, işin bu kadar aldatmacası olacağını sezebilir. … Polis romanlarının bir özelliği de her şeyin bir “Hukuk Devleti” anlayışı içinde geçmesidir. Kuşkululardan hiçbiri, kanıt olmadan tutuklanmaz. İşin güzelliği, bunların çoğu ya da tümü, eskilerin ispatı gıybet dedikleri yer tanıklığı ile durumlarını sağlamlaştırmışlardır. Ama bu ilkeye de yüzde yüz bel bağlamamak gerekir. Edgar Allan Poeʼnun “Morg Sokağındaki Çifte Cinayet”i gibi kimi romanların başlangıcında birtakım suçsuzların tutuklandığı da görülür. Bunlar ancak katilin ele geçmesi ya da tutuklama nedeninin iyice yozlaşmasıyla salıverilir. Bu arada Carter Dickson'ın “Kızıl Dul” romanında görüleceği üzere katile şaşırtma vermek için yapılan tutuklamalar da vardır. Ama okurlar bol kepçe kuşkululardan çok, ölüler karşısında coşarlar. Ölü olmayan bir polis romanı suyu kesik değirmene benzer. Amerikan yazarlarından Van Dine şöyle der: - Okurlara üç yüz sayfa okutup da onlara hiçbir ölü sunamayan yazar dümbeleğin tekidir. Eh yazarlar da dümbelek olmadıklarını anlatmak için önlerine çıkanı harcar dururlar. Ne ki, Agatha Christie, topunu da yaya bırakır. O, “On Küçük Zenci”de romanın bütün kişilerine nalları diktirmekle Van Dine'i de, ölülere meraklı morukları da suspus etmiştir. Doğrusų, “On Küçük Zenci” yalnız, polis romanlarının değil, bütün usta işi yapıtların bağdaşını bozar. Romanda gereksiz hiçbir kişi bulunmadığı gibi, gereksiz hiçbir eşya da yoktur. Her şey göz önündedir. Hiçbir şey de göz önünde olmaktan kurtulmuş değildir. Dahası var: Kişiler hem katilin izini sürerler hem de katil olarak kovalanırlar. Sonunda katil de kendini öldürerek bu bol cesetli tabloyu bütünler. Yazar, kitabında başka bir şey daha yapmıştır. Romanın bütün kişilerini cinayet makinesine burgulayabilmek için işe polis hafiyesi filan da karıştırmamıştır. Gerçi, kitabın son sayfalarında Scotland Yard'dan iki müfettişin sahneye atladığı görülür ama bu, oynanıp bitmiş oyunun perdesini çekmek ve de cesetleri bozulmadan toplayabilmek içindir. Hoş, romandan, dedektiflerin bütün bütüne düşüldüğü de söylenemez. Yazar, bu işi okurların üstüne yıkmış, onları cinayetlerin "On Küçük Zenci" şiirindeki sıraya göre işlenip işlenmediğini denetlemekle görevlendirmiştir. Gelgelelim ki gelgelelim cinayet var, cinayetçik var. Yazarlar daha çok, işlenmesine olanak bulunmadığı duygusunu veren cinayetleri bayındırmayı yeğlerler. Olanaksız cinayetler, dışarsı ile girdisi çıktısı olmayan kapalı yerlerde, kapalı odalarda işlenir. Katilin bu gibi yerlere girmesini, "Dikkat, buraya katiller giremez!" levhası kesin olarak önler, iyi ama katil, cinayetini orada gerçekleştirmiş, cinayetin kurbanını orada yüzüstü bırakmıştır. Boileau-Narcejac ikilisinin deyişiyle söylemek gerekirse bir mantık rezaletidir bu. İt izi, at izi hepten birbirine karışmıştır. Böyle bir gizemi çözmek için insanın zekâ sultanı, mantık dökümcüsü olması gerekir. Ne bilelim, belki de Morg Sokağı'nı, Sarı Oda'yı, Kızıl Dul'u yaratan yazarlara yakışan ad da budur. Agatha Christie bu "kapalı yer" kavramına biraz daha genişlik kazandırır. O, tek oda yerine bir köşkü, bir adayı oturtur. “On Küçük Zenci” de bu görevi bir ada üstlenirse, “Fare Kapanı”nda da bir köşk alır. “Bulutlarda Ölüm”de ise bu onur bir uçağa, “Doğu Ekspresi Cinayeti”nde de kardan yolu kapanmış bir trene verilir. Şu var ki, mantığın top atması ya da arabanın beygirlerin önüne koşulması kimi romanlarda başka biçimlerde de kendini gösterir. Agatha Christie'nin “Akroyd’un Öldürülmesi” adlı kitabında öyküyü katilin kendisi anlatır. Austin Freeman'ın “Şantaj Yapan Kemik”inde, Francis Iles'in “Eylemden Öncesi”nde de aynı yöntem uygulanmıştır. Bu, katilin kendisini ele geçirmeye çalıştığı anlamına gelir. Mantığın zorlanması, mantığın çerçeve sinden çıkarılması, mantığın parçalarına ayrılmasından başka bir şey değildir bu. “Sarı Odanın Gizemi”nde uluslararası haydut Balmeyer'i Polis Müfettişi Frédéric Larsan'ın postu altına sokan Gaston Leroux bu yolu çok önceden açmıştır. Aynı işi Maurice Leblanc da yapar. O da 813'te Arséne Lupin'i polis müdürlüğü koltuğuna oturtur. Bunların asıl ağababaları da XIX. yüzyıl Fransası'nda yaşamış bir serüvencinin, bir düş fiçısının, Vidocqʻun ta kendisidir. Vidocq, ömrünün 20 yılını hırsız-polis oyunuyla geçirmiştir. Yakalandıktan on gün sonra kaçarsa, on bir gün sonra yine yakalanır. Bir süre sonra yine kirişi kırar. Yine enselenir. Yine kaçar. Yine tutuklanır. Yine toz olur. Ona "Kaçaklar Kralı" "Arras Canavarı" denilmesi bundandır. Ama en sonunda gelir Paris'te polis şefi kurumları satar. Kimlik kâğıdında herhalde şu yazılmış olmalıdır: - Vidocq. İlk Sherlock Holmes. Ama Vidocq, bir noktada, cinayet öyküleri kişilerinden ayrılır. O tam bir kadıncıdır. Kadınların tutar eli, görür gözü olmaktan bıkmaz. Başına ne gelirse de aşk yüzünden gelir. Oysa cinayet romanlarında gönül işlerine yer yoktur. Onların başkişisi aşk değil, gizem, bilmece ve cinayettir. Her şey onların göz kamaştırıcı yaşamları için düzenlenmiştir. Bunun için hafiyeler onları ellerinden tutar, odadan odaya, sokaktan sokağa dolaştırırlar. Burada belki bir tırnak açarak polis romanı yazarlarının dört dörtlük cinayetleri pek hoşforoş bulduklarını da söylemek gerekecektir. Ne var, bugüne kadar bunlardan hiçbirinin amaçlarına ulaştığı görülmemiştir. Çünkü Boileau-Narcejac'ın belirttiği gibi dört dörtlük cinayet, ortaya çıkmayan, sadece katilin bildiği cinayet demektir. Oysa her cinayet, eninde sonunda halı gibi gözler önüne serildiğine göre bunlardan hiçbiri dört başı bayındır cinayet sayılamaz.
Sayfa 58 - Sel, 2. baskı
·
243 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.