Gönderi

Mizah
BEKTAŞİ HİKAYE Bir Bektâşî ile Karadenizli bir kayıkçı denizde giderlerken fırtına çıkmış, deniz köpürmeye ve tekneye sular girmeye başlamış. Bektâşî'nin yüzü korkudan sararınca Karadenizli kayıkçı onu teskîn etmek için : "Ne korkaysun, Allah KERÎM'dur" deyince Bektâşî şu ârifâne cevâbı vermiş : Ben de ondan korkuyorum ya! İster misin O KERÎM ALLAH bizi balıklara İKRÂM etsin!.. ** Bektâşî'ye, "Neden hiç namaz kılmıyorsun?" diye sormuşlar. "Küçükken alıştırmadılar da ondan" demiş. "Olsun, bu yaşda da alışırsın hattâ kırk gün namaz kılarsan bir daha bırakamazsın" demişler. Bektâşî, "Siz üç gün bırakın da bakalım bir daha kılabiliyor musunuz?" demiş... DERSLER İnsân nefsi rahata ve tembelliğe pek meyyâldir. Zorluğa ve meşakkate sabretmek nefse hep ağır gelir. Nefsin hoşuna giden şeylere çabuk alışılır ve zamanla bu alışkanlıklar kemikleşir. İnsan böyle alışkanlıklar edindi mi tıpkı tiryâkîler gibi vazgeçmesi çok güç olur. Bu gibi alışkanlıklar edinmemek için nefs ile mücâhede etmek sonradan bırakmak için yapılacak mücâdeleden daha kolaydır. Ağaç yaş iken eğilir. Üstelik çocuklukda edinilen güzel huylar kalıcı olur. Sonradan zorlamayla yapılanlar, en ufak bir bahâne ile terk edilir. *, * Bektâşî'ye "Neden namaz kılmıyorsun? Sen Allah'dan korkmaz mısın?" diye sormuşlar. Bektâşî, "Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'de 'Lâ takrabü's-salâte/Namaza yaklaşmayın!' buyuruyor ya. Ben de O'nun emrini yerine getiriyorum" demiş. "Âyetin alt tarafını da okusana" demişler, "Ben hâfız değilim, bu kadarını bilirim" demiş. ** Vâizin biri Bektâşî düşmanıymış. Bir Bektâşî başında fâhirle gitmiş onun dersine oturmuş. Vâiz "Hah, tam fırsatını buldum, şimdi şuna bir yükleneyim" demiş ve başlamış saydırmaya, "Bektâşîler namaz kılmaz, oruç tutmaz, mülhiddirler, zındıkdırlar, bilmem ne" filan, söylemiş, söylemiş, vermiş, veriştirmiş. Bektâşî kalkmış, kıbleye dönmüş, tam hocanın karşısında namaza durmuş. Bütün cemaat de görüyor. Bir namaz kılmış ama, böyle uzun uzun, tadil-i erkân ile, hudû' huşû' ile, fevkalâde. Yani vâizi fiilen tekzîb ediyor, vâiz kılmaz diyordu, o kılıyor. Namazı da erkânıyla kılıyor. Bütün millet bir hocanın yüzüne bakıyorlar, bir Bektâşînin yüzüne bakıyorlar. Vaazdan sonra vâiz gelmiş, "Erenler, affedersin ben Bektâşîlerin namaz kıldığını bilmezdim" demiş. Bektâşî, "Ben bu namazı abdestsiz kıldım, bir de abdestli kılayım da sen bir de o zaman seyret" demesin mi! Makbûl-i Hazret-i Hakk olmağa kanı tâ'at Vuslat demine ermez kalan kişi riyâda ** Bektâşî bir bostanın yanındaki koca bir ceviz ağacının altına oturmuş, dinleniyormuş. Bir ara bostandaki kabaklara ve ağacın üzerindeki cevizlere bakarak düşüncelere dalmış. Kendi kendine "Ceviz ağacı kocaman, dalları da çok kalın, halbuki meyvesi küçücük, bostandaki koca kabak ise incecik bir sapın ucunda yetişiyor. Yâ Rabbi, ne acâib işin var. Şu kabağın bu ağaçda, şu cevizin de bu otun ucunda olması gerekmez miydi?" diye düşünürken ağaçdan kafasına bir ceviz düşmüş. Bektâşî hemen, "Estağfirullah Yâ Rabbi. Maazallah kabak ağaçda yetişseydi benim hâlim nice olurdu?" demiş. Hem Bektâşî Fıkrası hem de Nasreddin Hoca Latîfesi olarak anlatılan bu hikâyede aklın yetersizliği herkesin anlayabileceği bir tarzda ifâde edilmişdir. ** Bir Arnavud Bektâşî, yolda kadı ile karşılaşmış. Kadı, Bektâşîlerden hiç hazzetmeyen şerîatçı bir adammış. "Gel bakalım!" diyerek Bektâşî'yi yanına çağırmış. "Siz ne câhil heriflersiniz, siz şerîatı da bilmezsiniz" diyerek hakâret etmeye başlamış. Bektâşî'nin çok canı sıkılmış ama kadıya da ne desin. "Aman Efendim, olur mu hiç öyle şey. Ben şeyhimden okumuşumdur, nice esrâra vâkıf olmuşumdur" deyiverince kadı, "Peki öyleyse, söyle bakalım, İslâm'ın binâsı kaçdır?" diye sormuş. Bektâşî, hiç tereddüd etmeden, "Kırk on" diye cevap vermiş. Zavallı Bektâşî elli de diyemiyor. Kadı Efendi kulaklarına inanamayıp hayretle "Ne dedin ne dedin?" diye tekrar sorunca Bektâşî, yine "Kırk on" demesin mi. Kadı derhal adamlarına emir vermiş : "Yatırın bu pezevengi, iyice bir sopalayın da aklı başına gelsin" demiş. Dayağı yiyen Bektâşî, ayakları sopadan şişmiş vaziyetde, paşmakları elinde, yalınayak, perîşân bir halde, tekkeye gitmiş. Onun bu perîşân hâlini göre Şeyh Efendi, "Bre Mülâyim! Ne bu hâlin?" diye sorunca, başına gelenleri şeyhine anlatmış. Şeyh Efendi "Hay Allah cezânı kaldırsın! Beş deseydin ya" deyince Bektâşî, "Hiç beş der miyim! Kırk on dedim bir alay dayak yedim, ya beş deseydim muhakkak öldürürdü beni" demiş. Câhiller, keyfiyyetden çok kemmiyyete kıymet verirler. Câhillere göre bir şeyin kıymeti çokluğundan (cemaat, para, ibâdet, bilgi), büyüklüğünden (ev, binâ, araç), ağırlığından (yiyecek, içecek, gıda), yani zâhirî özelliklerinden ileri gelir. Ârifler ise kemmiyyete pek kıymet vermezler, keyfiyyete bakarlar yani her şeye evsâfına, kalitesine, faydasına yani sîretine göre kıymet biçerler. *** Adamın birisi, camiye gitmiş, ellerini açmış, Allah'a duâ ediyormuş. "Ya Rabbi, gözüm görmüyor, gözüme fer ver. Elimde kuvvet yok, elime kuvvet ver. Dizim tutmuyor, dizime şifâ ver. Ayağımda derman yok, ayağıma şifâ ver. Midem hazmetmiyor, mideme şifâ ver" diye rahatsız olan her uzvunu bir bir sayarak duâ ediyormuş...Adamın duâsına kulak misâfiri olan bir Bektâşî dinlemiş dinlemiş, sonunda adamın yanına sokularak "Allah senin tamiratınla mı uğraşacak!...Seni öldürür, yerine sapasağlam bir insan yaratır, olur biter" demiş... Bu latîfedeki nükte şudur ki, yaşlılığa ve onun sebeb olduğu bazı rahatsızlıklara çâre yoktur. Uzun yaşayan hiç kimse bu derdlerden kurtulamaz. Bu yüzden insan uzun ömür için duâ etmemeli, Allah'dan hayırlı ömür istemelidir... *** Alenen içki içmenin yasak olduğu devirde Bektâşî'nin biri, kimse görmeden rahat rahat demlenebilmek için mezarlığa gitmiş. Mezarlardan birine oturmuş, içmeğe başlamış. "Nasıl olsa burada beni kimse göremez" diye düşünerek keyifle içkisini içerken mezarlığa bir zabtiye girmesin mi!...Zabtiye, Bektâşî'ye sormuş : Mezarlıkda ne işin var, ne yapıyorsun burada? Hazırcevap Bektâşî, paçayı kurtarmak için hemen bir çâre düşünmüş ve demiş ki : Ben ehl-i dünyâ değilim, ehl-i kubûrdanım. Bizim dünyâlarımız ayrı siz bize karışamazsınız... Bektâşî'nin zekâsıyla alt edeceğini düşündüğü zabtiye de uyanık adammış, hemen taşı gediğine koymuş : Haa öyle mi, ben de zâten suâl meleğiyim. Mâdem sen ölüsün öyleyse ben de seni sorguya çekeceğim, haydi sorularıma cevap ver bakalım... Zabtiyeden hiç beklemediği böyle bir cevap alan Bektâşî çâresiz "Sor bakalım" demiş. Aralarında şu konuşma geçmiş : Dînin nedir? Müslümanım elhamdülillah. Ne vakitden beri müslümansın? "Kâlû belâ"dan beri müslümanım. "Kâlû belâ" ne demek? Ne demek olacak, "kâlû" ben geldim, "belâ" sen geldin demek! *** Vaktiyle tütün içmenin harâm olduğunu iddiâ eden sofulardan biri, bir meclisde, tütünün aleyhinde konuşdukça konuşmuş anlattıkça anlatmış en sonunda da iddiâsına bir isbât bulmuş gibi "Bu tütün denen meret öyle iğrenç bir şeydir ki, her tarlaya girip mahsûlünü yiyen domuzlar, tütün tarlasına katiyyen girmez. Domuz bile tütünden iğrenir" deyince o meclisde bulanan bir Bektâşî sofuya dönerek herkesin duyacağı bir sesle şöyle demiş : Allah Allah! Sofunun domuzunu çok görmüşdüm ama bu yaşıma geldim domuzun sofusunu hiç duymamışdım... muzafferozak.com Fâriğ ol aybın gözetme kimsenin Tâ ki Hakk setr eyleye aybın senin *** Hocanın biri vaaz esnasında Cenâb-ı Hakk'dan bahsederken "ne yerdedir, ne gökdedir, ne sağdadır, ne soldadır, ne altdadır, ne üstdedir" diye hep tenzîh tarafından anlatmayı sürdürünce orada bulunan bir Bektâşî "Yok diyeceksin ama cesâret edemiyorsun" demiş... *** Vaktiyle, bir Bektâşî babası hergün Sahaflar Çarşısı'ndan geçermiş. O devrin esnafı eğlence olsun diye, Bektâşî babası çarşıdan geçerken her seferinde kendi aralarında fısıldar gibi yaparak ama onun mutlakâ duyabileceği şekilde "Pezevenk geliyor, pezevenk gidiyor" diyerek alay ederlermiş. Baba erenler, buna fenâ halde sinirlenir ama her seferinde duymamazlıkdan gelir ve yoluna devam edermiş. Esnaf da keyifden dört köşe olur onu seyredermiş. Bir gün Baba erenler, çarşının üst kapısında durmuş ve çarşıya doğru dönerek var gücüyle "pezeveeeeenk" diye bağırmış. Tabii bütün esnaf "ne oluyor" diye hepsi birden dükkanlarından dışarı fırlamışlar. Baba erenler hiç bu fırsatı kaçırır mı? Hemen taşı gediğine koymuş : "Ben birinize seslendim, meğer siz ne kadar da çokmuşsunuz!" *** Ölüm döşeğindeki bir Ermeni, "Ben müslümân olacağım, bana hemen bir hoca bulun, bana îmânı telkîn etsin" demiş. Hemen bir hoca getirmişler. Ölmek üzere olan adamcağız, "Hocam, müslümân olmak için ne söylemem gerekiyorsa siz söyleyin ben de tekrâr edeyim" deyince hoca "Eşhedü" diyerek şehâdet cümlesini okumaya başlamış. Adamcağız da "Eşhedü" diyerek şehâdet getirmeye başlayınca orada bulunan bir bektâşî, minderi kaptığı gibi hemen adamın ağzına tıkamış. Bu acâib manzara karşısında hayrete düşen hoca, "Napıyorsun!" diye çıkışınca Bektâşî, "Bize gelince namaz kıl, oruç tut, zekât ver, hacca git diyorsunuz, ömür boyu anamızı ağlatıyorsunuz. Herif, bir ömür boyu yedi domuz etini, içti şarabı, keyfine bakdı. Şimdi son nefesde bir kerre "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" deyip cennete gidecek. Yok öyle yağma. Girmesin pezevenk" demesin mi! Hikâyedeki nükte ve remzlere gelince; Bektâşî, hased illetine mübtelâ olan kimseye remzdir. Îmân ile müşerref olan Ermeni, Allah'ın ister maddî ister manevî her hangi bir lutfuna nâil olan kimseye remzdir. Hoca, sâhip olduğu nimetlerin başkalarında da bulunmasını isteyen ve bunun için gayret eden fedâkâr insanların remzidir. Hepimiz kendi hayâtımızda bu üç sınıf insanı müşâhede etmişizdir. En çok da hikâyedeki Bektâşî gibi hâsidlerle karşılaşmışızdır. Zîrâ insanların çoğu hased illetine mübtelâdır. Bu illet, çok tehlikeli bir manevi hastalıkdır ve her hastalıkda olduğu gibi dereceleri vardır. Yani her hâsid aynı değildir. Şöyle ki : Hasedin bir derecesi vardır ki kişi sâhib olduğu bir nimete başkasının da sâhib olmasına râzı olmaz, katlanamaz. Hikâyedeki bektâşînin bir gayr-i müslimin îmân etmesine râzı olamadığı gibi. Meselâ zengin bir patronun çalışanlarından birinin de kendisi gibi zengin olmasını istememesi gibi. Hasedin ikinci bir derecesi vardır ki, hased eden kişi, başkasının elindeki nimetin o kişide değil de kendisinde olmasını ister. Meselâ bir makâm sâhibine hased eder ve "O makâma ben ondan daha lâyıkım" der ve o makâmı ele geçirmek ister. Meselâ bir zenginin malına hased eder ve "O benim gibi fakir olsun, onun servetine ben sâhib olayım" der. Bu ilkinden daha beterdir. Hasedin üçüncü bir derecesi daha vardır ki, kendisi de aynı nimete sâhib olduğu halde, başkasının elindeki nimetin çıkması için kendi elindekinden vazgeçmeye razıdır. Meselâ hased ettiği kişi hasta olacaksa, kendisi de hasta olmaya razıdır. Hased ettiği kimse malını-mülkünü kaybedecekse kendisi de kaybetmeye razıdır. İşte bu en beteridir. Hased, hased edene çok büyük zarar verdiği gibi tedbîr alınmazsa hased edilene de büyük zararlar verebilir. Nitekim Kur`ân-ı Kerîm'de "ve min şerri hâsidin izâ hased" âyetiyle hasedçinin şerrinden Allah'a sığınmak gerektiği yani ancak Allah'ın himâyesine girerek hâsidin şerrinden korunabileceğimiz beyân ediliyor. Hasedin hasedçiye verdiği zarar, şu hadîs-i şerîfde pek açık sûretde beyân edilmişdir : "Ateş odunu nasıl yok ederse, hased de iyi amelleri öyle yok eder". Az belâ sanma efendi hasedi Mahveder hâsidi kendi hasedi DİĞER NÜKTE Y Ehlullahdan bir zâta sormuşlar : - "Efendi Hazretleri, siz son derece güler yüzlü ve neş'elisiniz fakat zâhidler hep asık suratlı oluyorlar, bunun sebeb-i hikmeti nedir?" Hazret şöyle cevap vermiş : - "Evlâdım, herkes gideceği yeri görüyor, onlar cehennemi görüp suratlarını asıyorlar, biz de cenneti görüp neş'eleniyoruz"... *** Hocaefendi, Kurban Bayramının birinci günü câmide vaaz etmiş, bayramın dördüncü günü, bir adama rast gelmiş, ağlıyor adam. Adam sarhoş, çekmiş kafayı iyice, dumanlı. Önüne çıkmış, "Hocaefendi, ver elini öpeyim" demiş. Hoca kızmış, "Estağfirullah" deyip elini çekmiş. "Hocaefendi, o günkü vaazın tesiriyle hâlâ ağlıyorum" deyince Hoca, "Peki vaazın neresine ağlıyorsun oğlum" demiş. "Efendim, bayram sabahı bir vaaz ettiniz ya. Hani Şam'da bir kadın, kızını kesmek için yere yatırdı, yer titredi, yerden bir keçi çıktı ya, işte ona ağlıyorum" demiş. Hoca, "Ulan Allah cezânı kaldırsın. Şam değil Mekke, kadın değil İbrâhim aleyhisselâm, kız değil İsmâil Peygamber, keçi değik koç, yerden çıkmadı gökden indi. Hangi birini düzelteyim!" demiş. *** Efendi Hazretlerinin münâsebet düşdükçe lutfettikleri bir nüktedir : Bir meclisde birçok âlimler arasında ehl-i kemâl bir ârif zât da bulunuyormuş...O meclisde bulunan ilmine mağrûr bir zât, sırf bu ârifi mahcûb etmek için, sanki tahsîlini merâk ediyormuş gibi : "Efendim, siz nereye kadar okudunuz?" diye sormuş... Hazret, hiç tereddüd etmeden verdiği şu ârifâne cevâb ile soruyu soran zâtı mahcûb etmiş : "Maksûda kadar okudum efendim..." Bilenler bilir, "Maksûd" klasik Arapça dilbilgisi tahsîlinde okutulan temel kitaplardan birinin adıdır...Eskiden medreselerde önce "Emsile" sonra "Binâ" sonrda da "Maksûd" okutulurdu...Arapçaya lâyıkı ile vâkıf olmak için "Maksûd" kitabından sonra da birçok kitaplar okutulurdu..Yani "Maksûd"a kadar okumak zâhiren ancak bir tevazu ifâdesi sayılabilir...Fakat Arapçada bu kelime "ulaşılmak istenen hedef, gâye, maksad" anlamına geldiği için Hazret'in cevâbı pek zarîf ve ârifâne olmuşdur... *** Y Vaktiyle bir pâdişah ile sadrazamı tebdîl-i kıyâfet etmişler, şehrin hâricinde dolaşıyorlarmış. Yolda bir çobana rast gelmişler. Pâdişah, sadrazamına dönüp, "Sor bakalım şu çobana, yağmur yağacak mı yağmayacak mı? Çobanlar bilir". demiş. Sadrazam, çobana seslenip, "havada yağmur var mı?" diye sorunca çoban, hemen sürüdeki keçilerden birinin kuyruğunu kaldırıp hayvanın kıçına bakmış ve cevap vermiş, "Yok, yağmayacak". Pâdişâh, nasılsa yağmur yağmayacak diye, biraz daha gezmek istemiş ve bir mikdar daha yol almışlar. Fakat kısa bir müddet sonra dehşet bir sağanak boşanmış.Tabii açık arazide saklanacak bir yer olmadığı için ikisi de fenâ halde ıslanmışlar. Fakat nedense sadrazam gülmeye başlamış. Pâdişâh sadrazamın gülmesine bir manâ veremeyip, "Yâhu ne gülüyorsun?" diye sorunca, sadrazam şu cevâbı vermiş, "Nasıl gülmeyeyim pâdişâhım, keçinin kıçından rasadhâne, çobandan da râsıd yani meteorolog olursa insan bu hâle gelir. Ona gülüyorum". Cenâb-ı Hakk, Kur`ân-ı Kerîm'de "Emânetleri ehline veriniz, adâletle hükmediniz" buyuruyor. Vazîfelerin ehline verilmediği, işlerin liyâkatsiz ve ehliyetsiz insanlara bırakıldığı yerlerde, dirlik düzenlik kalmaz. Ehil olmayanların yaptıkları işlerden hayır gelmez. *** Tımarhanede iki deli birden peygamberlik iddiasına kalkışmış. İkisi de peygamber olduğunu iddia edip sendin-bendin diyerek tımarhaneyi karıştırmışlar. Hastahânenin başhekimi bunları sanki aklı başında adamlarmış gibi dinleyip meseleyi anlamaya çalışırken ikisine de birer birer söz vermiş. Delilerden biri söz alıp, son derece ciddî bir uslûbla iddiâsını ispât için uzun uzun konuşmuş. Diğeri hiç istifini bozmadan sabırla sırasını beklemiş. Sıra ona gelince kendinden son derece emîn bir şekilde başhekime şöyle demiş : - Efendim, siz onun sözüne ne bakıyorsunuz, o düpedüz deli yâhu! NÜKTE Hikâyedeki tımarhâne, dünyânın, deliler de dünyâ menfaati için birbirleriyle durmadan mücâdele eden insanların remzidir. Doktor da, bu kavganın kimseye bir faydası olmadığını söyleyen âriflere ve mürşidlere remzdir. Delilerden birinin diğerini delilikle ithâm etmesi ise, bu bitmeyen kavgada herkesin kendisini haklı görüp, hep karşısındakini kabahatli bilmesine işâretdir. *** Vaktiyle bir paşayı Anadolu'da bir vilâyete vâli olarak ta'yin etmişler...Paşa o şehre varıp da konağına kurulunca adamlarına demiş ki : "Çağırın bakalım buranın ahâlîsinden ileri gelenleri de ne derdleri varmış dinleyelim"... Tabii hemen çağırmışlar...O beldenin esnafı, tüccarı ve sanatkârları arasından aklı başında, paşanın huzûrunda söz söyleyebilecek olanları toplamışlar ve vâlînin huzûruna çıkarmışlar...Vâli, büyük bir kibir ve gururla, toplananlara hitâben : "Söyleyin bakalım ne gibi derdleriniz var...Hemen çâresini bulayım, sizi o derdlerden hemen kurtarayım" Şehrin temsilcileri demişler ki : "Efendim, biz yüncülükle geçinen bir beldeyiz, bu sene bizim en büyük derdimiz şudur ki, yün kıtlığından dolayı bu yıl esnaf da, tüccar da, sanatkârlarımız da para kazanamadı...Borçlarını ödeyemediler...yeni yeni borçlara girdiler..." Daha bunların ağzında laf bitmeden bizim kibirli vâli hemen söze atılıp : "Amaaan, derd ettiğiniz şeye bakın...Ben de mühim bir derdiniz var zannettim...Bu derdin çâresi çok kolay...Bu sene yünü bol ekin, seneye yün çok çıkar, o zaman mesele kalmaz..." Bunu duyan halk, gülsün mü ağlasın mı bilememiş ve saraya şöyle bir dilekçe göndermişler... "Gönderdiğiniz vâlinin, yünün nerden çıktığından, buğdayın nerden bittiğinden haberi yok!...Bu adam mı koskoca şehri idâre edecek?..." Hattat Hâmid merhûmun kaleminden çıkan yukardaki levhada Sultan 3. Mustafa Han'ın şu kıt'ası yazılıdır... Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele Devleti çerh-i denî verdi kamû mübtezele Şimdi ebvâb-ı seâdetle gezen hep hezele İşimiz kaldı bizim merhamet-i "lem yezel"e *** Y Adamın biri tımarhânenin önünden geçerken içeriye doğru seslenerek sormuş : İçerde kaç deli var? İçerdeki hastalardan biri şöyle cevap vermiş : Dışarda kaç akıllı var?!... Bakma nâdân olana husrev ü hâkân ise de Kıl nazar ehl-i dile hâk ile yeksân ise de *** Y İki kabadayı tekme-tokat, sille-yumruk kavgaya tutuşmuşlar...Kavgaya şâhid olan iyi niyetli bir adamcağız bunları ayırmak maksadı ile aralarına girince, ayırmak şöyle dursun, ikisinden birden yediği yumruklar yüzünden kafası-gözü yara bere içinde kalmış, canını zor kurtarmış...Kavgayı kenardan seyredenler, zavallı adamcağızın bu hâlini görünce endîşe ile sormuşlar : "Amca! Kafana bir şey oldu mu?" Adamcağızın cevâbı pek zarîf olmuş : "Evlâdım! Bende kafa olsa hiç bu adamların arasına girer miydim!..." "Filler tepişirken karıncalar ezilir" sözü darb-ı mesel olmuşdur, hepimiz habire tekrâr ederiz ama birçoğumuz bu sözden ders almayız...Akl *** Tımarhânedeki deliler, bir odanın anahtar deliğini bellemişler, sıraya girip devamlı o delikden bakıyorlarmış. Biri baktıkdan sonra diğeri onun yerine geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyormuş. Bu hâle şaşıran bir doktor da delilerin arasına karışmış, nihâyet sıra ona gelmiş ve o da merakla delikden içeri bakmış. İlk bakışda bir şey göremeyince, birkaç defa daha sıraya girmiş ve aynı delikden birkaç defa daha bakmış ama her seferinde boş bir odadan başka bir şey göremeyince, delilere dönüp demiş ki : "Yâhu ne var bu odanın içinde? Ne bakıyorsunuz? Ben baktım, hiçbir şey görmedim" Deliler doktora sormuşlar : "Sen kaç kere baktın?" Doktor cevap vermiş : "Birkaç kere baktım" Deliler şu şaşırtıcı cevâbı vermişler : "Biz on senedir hiç durmadan bakıyoruz bir şey göremiyoruz, sen iki-üç kere bakmakla mı göreceksin!" Hikâyedeki nüktelere gelince; Hakîkati arayanlar, tıpkı hikâyedeki deliler gibi, bıkmadan, usanmadan çalışırlar. Böyle bir azimle sebât edilmezse hakîkat keşfolmaz. Hiç kimse, iki satır okuyarak, üç tesbih beş zikir çekerek hakîkati keşfedemez.Tıpkı kıymetli hazînelerin derinlerde saklı olması, değerli madenlerin yerin yedi kat altında bulunması gibi hakîkat hazînesi de gizlidir, ona ulaşmak için büyük bir cehd ve gayret lâzımdır. *** Y Adamın biri ağaca çıkmış. Adam ağacın tepesinde iken, büyük bir fırtına çıkmış. Rüzgarın şiddetiyle ağaç bir o yana bir bu yana yatıyor, adam da bildiği bütün duâları ediyormuş. Adam ağacın devrileceği korkusuyla "Yâ Rabbi bu belâdan kurtulursam bir deve kurbân edeceğim" diyerek nezirde bulunmuş. Biraz aşağı inince nezrini hemen şöyle değiştirmiş : "Yâ Rabbi buradan sağ sâlim inersem bir sığır keserim". Biraz daha aşağı inince adağını "koç keserim" diye değiştirmiş. İyice aşağıya yaklaşınca "bir keçi keserim" demiş ve nihâyet ayakları yere değince ne dese beğenirsiniz?! "Kendim çıktım kendim indim, sana ne oluyor!" diyerek yürüyüp gitmiş. Bu hikâye anlatıldığında herkes güler ve âdetâ hikâyedeki adamın hâliyle alay eder ancak insanların çoğu, hikâyedeki adam gibi zora düşünce Allah'ı hatırlar ama feraha ve rahata erişince hemen gaflete düşerek Allah'ı unuturlar. Nitekim bu hakîkat, Kur`ân-ı Kerîm'in birçok âyetlerinde böylece beyân edilmişdir. Çok sayıda âyet-i kerîmede zikredilmesi meselenin ehemmiyetine ve insanlardaki bu zaafın ne kadar yaygın olduğuna da işâretdir. Biz bir misâl olarak şu âyet-i kerîme ile iktifâ edelim : وَإِذَا مَسَّ الْإِنسَانَ ضُرٌّ دَعَا رَبَّهُ مُنِيبًا إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا خَوَّلَهُ نِعْمَةً مِّنْهُ نَسِيَ مَا كَانَ يَدْعُو إِلَيْهِ مِن قَبْلُ Ve izâ messel insâne durrun de'â rabbehû münîben ileyhi sümme izâ havvelehu ni’meten minhü nesiye mâ kâne yed’û ileyhi min kabl. İnsanın başı derde girince, gönülden O’na yönelerek Rabbine yalvarır. Ama sonra Allah kendi tarafından ona nimet ve imkân verince, daha önce bütün acziyle gönülden O’na yalvardığını unutur. Sûre-i Zümer, Âyet 8 ** Adamın bir paraya sıkışmış, bir arkadaşından yardım istemiş. O arkadaşı demiş ki : Seve seve verirdim ama maalesef bende de para yok ama sana istediğin parayı verebilecek zengin birisini tanıyorum. İstersen sana onun yerini tarif edeyim, ona gidip benden selâm söylersen, ihtiyacın olan parayı verir... Paraya âcil ihtiyacı olan adamcağız ne yapsın, çâresiz arkadaşının teklifini kabul etmiş. Onun tarif ettiği yere gitmiş, o zengin adamı bulmuş, arkadaşının selamını söyleyip, ihtiyacı olan meblağı istemiş. O zengin adam şöyle demiş : Hay hay, elbette veririm ama bir şartla. Birazdan burada bir tren duracak, trenden yağ fıçısı gibi şişman ve kısa boylu, ensesi de kilise direği gibi kalın bir adam inecek, o adamın ensesine kuvvetli bir tokat vuracaksın. Ben de sana istediğin parayı vereceğim... Paraya ihtiyâcı olan adam "Ben nasıl böyle bir şey yapabilirim?...Ben o adama tokat atarsam, adam beni mahkemeye verir, başım belâya girer" diyerek vazgeçmek istediyse de zengin adam "Sen merak etme, hiç bir şey olmaz, sen yeter ki bir şeyler uydur" demiş...Zavallı adam çâresizlikden bu acâib teklifi kabûl etmiş...Tren gelmiş, tarif edilen adam trenden inmiş, paraya ihtiyacı olan adam usulca yaklaşıp adamın ensesine şırraak diye bir tokat patlatmış. Tabii tokatı yiyen adam fena halde sinirlenmiş ve geriye dönüp "Ne vuruyorsun ulan!" diyerek adamın yakasına yapışmış...Adam "Sizi bir arkadaşıma benzettim, biz onunla böyle şakalaşırdık, çok özür dilerim" deyince tokatı yiyen şişman adam yumuşamış ve "fesübhanallah" diyerek oradan uzaklaşmış...Zengin adam daha önce anlaştıkları gibi parayı vermiş ve "Ne zaman paraya ihtiyacın olursa yine gel" diyerek adamı uğurlamış... Adamcağız iki hafta sonra yine paraya sıkışmış, hemen aklına o zengin adam gelmiş, yine ona müracaat etmiş...Zengin adam, "Hoşgeldin ama daha bir saat yirmi dakika var" demiş. Adam "neye" diye sormuş. Zengin adam "trene" deyince zavallı adam meseleyi anlamış. Yine aynı adam trenden çıkınca ensesine bir tokat vuracak ve parayı alacak...Bu sefer nasıl bir mazeret bulacağını kara kara düşünürken tren gelmiş, şişman adam trenden inmiş. Adam cesâretini toplayıp aynı şekilde şişman adamın ensesine olanca gücüyle tokatı patlatmış ...Tokatı yiyen adam yine aynı adamı karşısında görünce deliye dönmüş ama mazeretini önceden hazırlayan adam "Aman efendim hiç vurur muyum? Ayağım kaydı, bir yere tutunayım derken, elim sizin ensenize geldi, siz de vurdum zannetiniz" diye mazeret beyan edince adam yine yumuşamış ve "lâ havle" çekerek uzaklaşmış... İki hafta sonra aynı hâdise üçüncü defa tekerrür edince, tokatı yiyen şişman adam fenâ halde hiddetlenmiş ve "Ulan yine mi sen!" diyerek adamı kıskıvrak yakalamış. Tokat atan adam bakmış bu sefer şişman adamın elinden kurtuluş imkânı yok, son çâre olarak şöyle demiş : Dur arkadaş! Önce sana söyleyeceklerimi iyice bir dinle, sonra istersen beni döv, istersen öldür, ne yaparsan yap...Bak! Şurada duran adamı görüyor musun?...Onda bu para, bende bu fakîrlik sende de bu ense varken sen daha çok tokat yersin... ** Vaktiyle pâdişâhlardan biri ava giderken yolda bir adama rastlar. O gün avdan eli boş dönerler. Pâdişâh bunu sabah karşısına çıkan adamın uğursuzluğuna yorar ve hidettlenir. O kızgınlıkla adamlarına o adamı bulup öldürmelerini emreder. Pâdişâhın emrine kim karşı çıkabilir? Hemen o adamı bulup derdest ederler. Adam suçunun ne olduğunu sorunca mes'eleyi anlatırlar. İdamlık mahkûmlar için âdet olduğu üzere adama son arzusunu sorarlar. Adamcağız, son arzusunun bizzat pâdişâha söyleyeceği bir çift söz olduğunu söyler. Her nasılsa insâfa gelip adamı pâdişâhın huzûruna çıkarırlar. Zavallı adamcağız söz isteyip şöyle der : Pâdişâhım! Siz beni gördüğünüz gün, avdan eliniz boş döndüğünüz için uğursuzluğu benden bilmişsiniz ve beni ölüme mahkûm etmişsiniz. Ben ise hayâtımda ilk defa sizi gördüğüm gün, hiçbir suçum olmadığı halde, ölüme mahkûm edildim. Uğursuzluk hangimizde acabâ? *** Y Çocuğun biri dayısı ile berâber değirmene gitmiş. Değirmenci, gayr-i müslim imiş. Un öğütme sırası beklerlerken, değirmenci ile çocuğun dayısı arasında sıra mes'elesinden münâkaşa çıkmış. Sıra senindi benimdi derken kavga büyümüş, yaka paça birbirlerine girmişler. Döğüşürken ikisi birden yuvarlanıp un ambarına düşmüşler. Çocuk dayısına yardım etmek için eline geçirdiği bir sopayla bunların karşısına dikilmiş. Dikilmiş ama ikisi de başdan ayağa una bulandıkları için kime vuracağını şaşırmış. Yanlışlıkla dayısına vurmamak için "Dayım kim gavur kim?" diyormuş... Efendi Hazretleri buyururlardı ki : Günümüz müslümânlarının çoğunda İslâm'a hiç yakışmayan sıfatlar ve fiiller görüyoruz. Gayr-i müslim dediğimiz bazı yabancılarda da İslâm'a mutâbık düşen hâller ve davranışlar görüyoruz. Kim müslümân kim gavur anlaşılmıyor... *** Vaktiyle bir hoca varmış, ne zaman bir fırsat bulsa mahfele çıkar hâfızlanır, ya da minbere çıkar vâizlenirmiş. Civardaki avcılar hocanın medhini duymuşlar ve bazı müşküllerini halletmek için toplanıp hocayı ziyârete gelmişler. Demişler ki : Hoca! Biz bir bölük avcıyız. Dağlarda ormanlara dolaşırız, gece-gündüz işimiz-gücümüz hep avdır. Bazıları bize diyorlar ki, "Zavallı hayvanları boş yere öldürmek câiz değildir, vahşî de olsa günâhsız hayvanları vurup öldürmek günâhdır". Bu hususda sen ne buyurursun? Hoca avcılara şu cevâbı vermiş : Size öyle diyenler düpedüz câhildir ve Hakk teâlânın kelâmından gâfildir. Allah Celle Kur'ân-ı Kerîm'inde buyuruyor ki : "Evlâ leke fe evlâ sümme evlâ leke fe evlâ" yani "Avlan yine avlan, avlan yine avlan" Ammâ bazı âlimlerimiz Kur`an yedi kıraat üzere olduğundan "Evlâ leke fe evlâ"yı, "Evlileri avlamayın, yavrularına yiyecek için avlananlara ilişmeyin" diye îzâh etmişlerdir fakat en doğru olan ma'nâ "Hangisi olursa olsun avlanın"dır. Avcılar bunu duyunca çok sevinmişler ve hocaya duâ edip şöyle demişler : Hay Allah senden râzı olsun hocam. Allah ne murâdın varsa versin. Büyük bir müşkülümüzü hallettin. Bir müşkülümüz daha var, onu da halledersen sana minnettâr oluruz. Etleri helâl olanlar hayvanların yanında etleri harâm olanları da avlayabilir miyiz? Ne dersin? Hoca kendine gâyet emîn bir tavırla cevap vermiş : Allah teâlâ Kur`ân'da buyurur ki, "Tilki izen kerratun hâsiratün" yani "tilki eziyet verici ve ziyânkârdır" öyleyse avlanmasında bir mahzûr yokdur. *** Y Adamın birisinin bahçesinde armut ağacı varmış. Gâyet güzel armut verirmiş. Adam hanımına sormuş : "Hanım!, şu armutları yiyelim mi yemeyelim mi?". Hanımı demiş ki : "Yemeyelim çünkü armutları yersek biter gider. İyisi mi armutları toplayıp vâliye götür, takdîm et. Onun yerine bize ya para verir veya bir hediye verir". Adam karısına hak vermiş, "Doğru söylüyorsun hanım" demiş ve armudu toplayıp vâliye götürmek üzere yola çıkmış. Yolda giderken, etrafdan "tutun-vurun-yakalayın" nidâları gelmiş ve ne olduğunu anlayamadan bir alay adamla beraber bunu da bir hapishâneye atmışlar. Ertesi gün, sorgu sırasında, herkes suçunu inkâr etmiş. Sıra bu adama gelip de, "Sen ne suç işledin" diye sorulunca o da hikâyesini anlatmış ve : "Dün akşam hapisde aç kaldık, vâli için getirdiğim armutları da yedik" deyince vâlinin adamları, "Vâh! Vâh! yanlışlık olmuş. Peki o zaman armutları biz almış olalım bunun karşılığında ne istersen sana verelim" demişler. Adam isteklerini şu şekilde sıralamış : "Bir balta, yirmi kuruş para ve bir de amme cüzü isterim" demiş. "Yâhu çok kıymetsiz şeyler istedin, bunlardan birşey olmaz, başka birşey iste" demişler ama adam ısrarla : "Yok, yok, bunlar bana yeter, ben bunlarla bütün işleri görürüm" diye cevap vermiş. "Peki, bunlarla ne yapacaksın" diye sormuşlar, adam şöyle demiş : "Önce balta ile armut ağacını keseceğim, yirmi kuruş da hanımın talak parası, onu verip hanımı boşayacağım, amme cüzüne de elimi basıp vâlinin konağının olduğu tarafa asla geçmeyeceğime yemin edeceğim" demiş. Efendi Hazretleri bu hikâyeyi, haksız yere tutuklu kaldıkları cezâevi günlerine âit hâtırâlar meyânında lutfetmişlerdi. Cezâevinden çıkarken de bu hikâyeyi anlattıklarını beyân etmişlerdi. *** Bir dilenci oğlunu alıp hamama götürmüş ve çocuğu karşısına alıp demiş ki : Oğlum! Seni okutsam, idâreci yapsam, makâmına göz dikerler rahat vermezler. Siyâsî işlerde düşmanlık çok olur. Tüccâr yapsam, ya para kazanabilirsin ya kazanamazsın, ticâret de tehlikelidir. Memûr olsan, maaşın az olur, geçinemezsin. Eğer beni dinler de, baba mesleğini seçersen çok rahat edersin. Çünkü dilenciliğin hiç bir zorluğu yokdur. Bizim meslekde tek yapacağın şey istemekdir. Öyle ki kovulsan da isteyeceksin. Eğer bunu yapabilirsen hiç korkma. Dilenciliğin bir tek kötü tarafı vardır, o da, istersin, bazen vermezler. Ama bunu da derd etmeyeceksin, sen istemeye devam edeceksin. Bizim mesleğin üç düstûru vardır. Birincisi, "kim olursa olsun isteyeceksin", ikincisi "ne olursa olsun isteyeceksin", üçüncüsü ise "nerede olursa olsun isteyeceksin". İşte bu kadar basit. Ne dersin? Adam daha lafını bitirir bitirmez çocuk "baba şu peştemalını versene" demiş. Adam, "Ben senin babanım, benden de mi?" diye şaşkınlığını ifâde edince, çocuk, "Kim olursa olsun isteyeceksin dedin ya" demiş. Adam, "Peki onu anladık ama peştemaldan başka isteyecek bir şey bulamadın mı?" deyince çocuk, "Ne olursa olsun isteyeceksin demedin mi" demiş. Adam, "Peştemal da istenir elbette ama hamamdayken istenir mi?" deyince çocuk, "Nerede olursa olsun isteyeceksin demedin mi?" demiş. Yâ Rabb beni muhtâcına muhtâc etme Muhtâc isem ancak sana muhtâc olayım *** Malum, pehlivanlar çok yemek yer. Bizim Rumelili pehlivanlardan biri de çok yediği için karaciğerini bozmuş, vücûdunda yaralar çıkmış, kaşınmaya başlamış. Tedâvî olmak için bir doktora gitmiş. "Doktor ba! Bak ne oldum, giciklendim" demiş. "Te bak şuramda da var buramda da var" diyerek yaralarını doktora bir bir göstermiş. Yaraları gören doktor hastalığın sebebini hemen anlamış ve "Pehlivan! Sen biraz yemeği fazla kaçırmışsın, biraz perhiz yapman lâzım" demiş ve sormuş "Sabahları ne yiyiyorsun bakayım?". Pehlivan, "Biz fukarâyız, Allah ne verdiyse yiyoruz işte, sabahları te annecim hamur işinden bir kazan nakça çorbası yapıyor, onu yiyiyorum" demesin mi! Doktor, "Bir kazan çorbayı tek başına sen mi yiyiyorsun?" diye hayretle sorunca Pehlivan, "Ne olıcak be yaa, midemin bir köşesine gider anca o benim" diye cevap vermiş. Doktor, "Peki, öyleyse bundan sonra onun yarısını ye" diye tenbîh etmiş ve tekrar sormuş : "Peki öğlen ne yiyorsun?" Pehlivan, "Etrafda hayırsever ağalar var, her gün bir kuzu gönderiyorlar, öğlen de bir kuzu yiyiyorum, yan tarafında da pilav veya börek ne çıkarsa artık" demesin mi! Doktor yine hayret içinde "Neee! Tek başına bir kuzuyu mu yiyorsun?" diye sorunca pehlivan " Ne var be yaa! Bi kuzuyla doyar mı insan, dişimin kovuğuna bile gitmez o benim" demiş. Doktor, "Peki bundan sonra onun da yarısını ye" diye tenbîh etmiş ve "Akşam ne yiyorsun" diye sormuş. Pehlivan, "Akşamları ekseriyâ manda söğüş çıkıyor, derisi kalın olduğu için o iyi oluyor, bir lenger de ondan yiyiyorum" demesin mi! Doktor, "Peki, bundan sonra onun da yarısını ye!" diyerek pehlivanı şöyle tenbîhlemiş : "Eğer perhîze riâyet eder de yediklerinin yarısını yersen, verdiğim ilaçları da kullanırsan, Allah'ın izni ve inâyeti ile bu hastalıkdan kısa zamanda kurtulursun". Pehlivan, hastalıkdan kurtulacağının müjdesini alınca "Allah razı olsun, Allah ömürler versin, Allah başımızdan eksik etmesin" diye doktora duâlar ederek odadan çıkarken son anda aklına bir şey gelmiş ve geri dönüp doktora sormuş : "Doktor ba, ben bir şeyi anlayamadım, bu senin söylediğin yemekleri, yemeklerden önce mi yiyicem, yemeklerden sonra mı?" Can çıkar huy çıkmaz ** Adamın biri, kibâr bir adama "Eşek!" demiş. O kibar adam, o güne kadar hiç böyle bir hakâret işitmediği için üzüntüsünden oracıkda düşüp bayılmış. Hâdiseye şâhid olan bir ârif, yerde yatan adamın kulağına eğilerek "Eşek, eşek, eşek, eşek, eşek" diye defalarca seslenmiş. O zâtın bu yaptığına şaşıp kalanlar, "Sen böyle ne yapıyorsun?" demişler. O zât, "Alıştırıyorum. Bu adamcağız böyle bir söze alışık olmadığı için bayıldı, alışırsa bir daha bayılmaz" demiş. NÜKTE Muzaffer Efendi Hazretleri bu hikâyeyi, ABD'deki bir sohbetlerinde, uzun uzun ölümden bahsetmesi üzerine dinleyenlerin mızırdanmaları üzerine anlatmışdı. "Siz ölümü hatırlamak istemiyorsunuz ama eninde sonunda onunla karşılaşacaksınız. Bu sohbetlerle ben sizi ölüme alıştırıyorum, yani ölüme hazırlıyorum" diyerek irşâd buyurdular. Vâiz olarak ölüm yeter. ** Vaktiyle bir pâdişâha pek kıymetli ve nâdîde bir kumaş hediye edilmiş. Pâdişâh terzibaşını çağırtmış ve kendisine o kumaşdan bir elbise dikmesini emretmiş. Terzibaşı kumaşı evirmiş, çevirmiş, her tarafından ölçmüş bakmış ve sonunda "Pâdişâhım, bu kumaşdan size bir elbise çıkmaz, eğer bunun dörtte biri kadar daha olsaydı o zaman size lâyık bir elbise dikilebilirdi" demiş. Pâdişâh çâresiz, "Öyleyse bu kumaş biraz dursun, eğer aynısından bulabilirsek o zaman dikersin" demiş ve adamlarına emrederek memleketin her tarafında o kumaşı aratmış ama hiç bir yerde o kumaşın aynısından bulunamamış. Bir gün pâdişâh başka bir terzi çağırtmış, aynı kumaşı ona da göstermiş. Terzi kumaşı eline almış, bir çırpıda ölçmüş hesâb etmiş ve hemen pâdişâhın ölçüsüne göre biçmiş. Biçtiği kumaşı dikmek için pâdişâhdan izin isteyip terzihânesine gitmiş. Bir kaç gün sonra diktiği elbiseyi getirmiş ve pâdişâha takdîm etmiş. Pâdişâh o nefis kumaşdan tam üstüne göre bir elbise yapıldığını görünce pek keyiflenmiş ve terziye bir çok ihsânlarda bulunmuış. Aradan bir müddet geçmiş. Bir gün pâdişâh sarayından çıkıp şehri dolaşırken bir de bakmış, sokakda oynayan bir çocuğun üzerinde o nadîde kumaşdan yapılmış bir elbise var. Hemen meseleyi araştırmak üzere adamlarını seferber etmiş. Yapılan tahkîkatın netîcesinde, o çocuğun, pâdişâha elbiseyi diken terzinin oğlu olduğu ortaya çıkmış. Tabii terziyi hemen yakalamışlar ve pâdişâhın huzûruna getirmişler. Pâdişah terziye, "Çocuğun üstündeki elbisenin kumaşını nereden buldun?" diye sormuş. Terzi, "Nereden olacak pâdişâhım, sizin elbisenizin kumaşından artan parçalardan" demiş. Pâdişâh hayret içinde tekrar sormuş, "İyi ama, bizim terzibaşı bu kumaşdan bana göre bir elbise çıkmayacağını, sen bu kadar kumaşı nasıl çıkardın?" deyince terzi, "Pâdişâhım, terzibaşınız haksız sayılmaz çünkü onun oğlu büyük, benimki daha küçük" demiş. Dünyâyı bilen aldanmaz Âhireti bilen aldatmaz *** Vaktiyle adamın biri peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkmış, etrâfına da bir sürü adam toplanmış. Zamânın halîfesi bu durumdan haberdâr olunca adamı huzûruna çağırtmış ve "Sen bilmiyor musun ki Hazret-i Peygamber son peygamberdir, sen ne akla hizmet nübüvvetini i'lân ettin!" diyerek adama çıkışmış. Adam, "Bilmez olur muyum, elbette öyledir ama o insanların peygamberidir, benim ümmetim ise başka" diye cevap vermiş. Halîfe, "Senin ümmetin de kim?" diye sorunca, adam "Göstereyim" demiş ve hemen başını pencereden dışarı uzatıp aşağıda kendisini bekleyenlere "Eşek gibi anırın ulan" diye bir emir vermiş. Bu emri alan tâife, hemen eşek gibi anırmaya başlamış. Yalancı peygamber, "Efendim, işte gördüğünüz gibi ben eşeklerin peygamberiyim" demiş. Halîfe, adamı sıkıştırmak için, "Her peygamberin bir mucizesi vardır, senin mucizen nedir?" diye sormuş. Adam, "Bana bir leğen su getirin, size mucizemi göstereyim" demiş. Getirmişler. Adamın elinde kireç taşı varmış, kireci suya atmış, taş foşur foşur kaynayıp dağılmış. Halîfe "Bu ne bu?" diye sormuş. Adam, "İşte bu benim mucizem, gördüğünüz gibi taşı suda eritiyorum" demiş. Halîfe, "Bunda ne var ki, bunu ben de yaparım" deyince adam, "Sen Firavun'dan büyük bir pâdişâh değilsin, ben de Mûsâ'dan büyük bir peygamber değilim. Mûsâ aleyhisselâm meşhûr mucizesini gösterince, Firavun Mûsâ aleyhisselâma 'ver o asâyı bana, ben de senin yaptığını yaparım' dedi mi? Demedi. Halbuki sen benim mucizemi elimden almaya çalışıyorsun" diyerek yine üste çıkmış. Halîfe, "Peki başka mucizen var mı? "diye sormuş. "Var" demiş adam. "Ben insanın kalbinden geçenleri bilirim" demiş. Halîfe, "Peki şu anda benim içimden ne geçiyor?" diye sormuş. Adam, "Bu herif yalancının biri diye düşünüyorsun" demiş. Halîfe bakmış ki bu kurnaz adamla başa çıkmak mümkün değil, hemen adamlarına emir vermiş : "Bu adamı benim filanca köşküme götürün, orada bir müddet kalsın, benim yediğim yemeklerden verin, bizim câriyelerden birkaçını gönderin, ona hizmet etsinler" demiş. Adam kırk gün kadar halîfenin köşkünde zevk u safâ içinde gününü gün ettikden sonra halîfe kendisine haber salmış ve yanına çağırtmış. "Nasıl, hâlâ vahiy geliyor mu?" diye sormuş. Adam, "Geliyor efendim" demiş. Halîfe merakla "Haa öyle mi? Peki ne vahiy geliyor?" diye sorunca adam, "Ulan pezevenk! İşte tam yerini buldun, sakın bir halt edip de oradan atılma diye vahiy geliyor" demiş. ** Malum ya, çakal, hep arslanı takîb eder ve onun artıkları ile karnını doyurur. Çakal'a "Niçin böyle yapıyorsun?" diye sormuşlar. Demiş ki, "Onun avladıklarından ben de nasibleniyorum, hem av için zahmet çekmiyorum hem de arslanın satvet ve şevketi sayesinde düşmanlarımdan emîn olarak gül gibi yaşayıp gidiyorum. "Peki neden arslanı uzakdan takîb ediyorsun? Ona iyice yaklaşsan da onun sâdık bir bendesi olsan, senin için daha menfaatli olmaz mı?" diye sormuşlar. Çakal, "Dediğiniz gibi yaparsam belki bir kaç gün ben de avın lezzetli kısımlarından yer, keyif sürerim ama arslanın sağı solu hiç belli olmaz. Bir de bakarsın ânîden bir şeye hiddetlenir, hıncını benden çıkartır, üç lokma fazla yiyeceğim derken canımdan olurum. Neme lâzım, ben aza kanaat ederim" demiş. Gerçi denizde çok menfaatler vardır ama Eğer selâmet istersen denizin kenârındadır *** Hoca bir gün vaaz için kürsüye çıkmış, "Elhamdülillahillezî deveye kanat vermedi" demiş ve kürsüden inmiş. Cemaat hep birbirlerine bakmışlar, hiç kimse hocanın ne demek istediğini anlayamamış. Birisi, "Hocam, biz bu dediğinden hiç bir şey anlamadık. Deveye kanat vermedi diye Allah'a hamd etmenin sebebi nedir?" diye sormuş. Hoca şu unutulmaz cevâbı vermiş : "Düşünsenize! Eğer Allah deveye kanat verseydi, herkesin damı başına yıkılmaz mıydı?". NÜKTE Nice insanlar vardır ki, tıpkı vahşî hayvanlar gibi, bir fırsat bulsalar insanlara yapmadıkları zulüm ve eziyet kalmaz. Cenâb-ı Hakk kullarına merhametinden bu gibi canavarlara çoğu zaman imkân ve fırsat vermez ve onların zulmüne ve zararına mâni' olur. Fakat çoğu insan bunun farkında bile olmaz ve Cenâb-ı Hakk'ın bu gizli ihsânına şükretmek aklına bile gelmez. Hoca bu sözü ile bizi irşâd ediyor ve Cenâb-ı Hakk'ın görünen nimetlerine şükretmemiz lâzım geldiği gibi görünmeyen nimetlerine de hamd etmemiz lâzım geldiğini tenbîh ediyor. *** Vaktiyle adamın biri, o devrin müftüsünden bir fetvâ istemiş, "Helâda sakız çiğnemek câiz midir?" diye sormuş. Müftü efendi, hem âlim hem ârif hem de nüktedân bir zât imiş, fetvâ isteyen adama şu cevâbı vermiş, "Câizdir ama dikkat et çünkü sen helâdan çıkarken ağzını oynattığını görenler, başka bir şey yediğini de zannedebilirler" demiş. Her iş fetvâ ile olmaz, gözde ibret, başda iz'ân, kalbde irfân lâzımdır. *** Eski binâların yıkım işi ile uğraşan dört laz, bir gün yine eski bir ev yıkarlarken, yemek molası vermişler. Bir tarafdan yemeklerini yerken bir tarafdan da sohbet ediyorlarmış. Aralarından biri, "Ha bu evi yıkariken, oredan pir tefîne çıksa, nasil taksim ederiz oni?" demiş. Öteki laz, "Oni pen taksim edeceğum, hiç itiraz kabul etmem" demiş. Çıkan defîne ne kadar olsun, farz edelim on bin altın olsun demişler. Taksimi yapan laz, "Uç bin pen alurum, uç bin de sağa verurum, etti alti, uc bin de oğa verirurum etti tokuz bin, sağa da pin verurum, etti on" demiş. Kendisine sadece bin altın verilen laz fenâ halde bozulmuş, "Niye bağa bin vereysun, ben adam değilmuyum? Mâdem ki on bin çikdi, iki bin beş yüz, iki bin beş yüz diye herkese eşit taksim etmek gerekir. Sen nasıl bağa bin vereysun, ben hakkumi yedurmem" demiş. Taksimi yapan laz, "Sus ulan! Şimdi ben sana hakkuni vereceğum, benim başımı belâya sokma" diye diklense de haksızlığa uğradığını düşünen laz "Ben hakkumi isterim, bana hakkumi vereceğisun" diye inad etmiş. Taksimâtı yapan laz, "Ulan sen üç binlik adam misun? Sen en fazla binlik adamsun" diyerek üste çıkmaya kalkınca, öteki laz, "Ne! Ben binlik adamum ha! Peki öyleyse al bakalım" diyerek silahını çıkardığı gibi "dan dan" diye ateş edip arkadaşını öldürmüş. Silah sesini duyan bir polis hemen koşup gelmiş ve dört lazdan birini kanlar içinde yerde yatarken görünce, hâdisenin sebebini anlamak için lazlara "Ne yaptınız?" diye sormuş. Lazlar, "Tefîne bulduk, taksîm edemeduk oni" demişler. Polis, "Ne defînesi? Nerede o defîne?" diye merakla ve heyecanla sorunca, lazlar, "Farazâ deduk" demişler. Ortada ne para var ne de defîne. Öldürülen laz bedâva yere gitmiş. Bu hikâye, tamah ve hırs illetlerine mübtelâ olan insanların, aslında bir vehimden ve hayâlden ibâret olan bu dünyânın menfaatleri için nasıl bir kör dövüşü içinde ömür tükettiklerini gösteren enfes bir hikâyedir. Maslahatı âlemin dört şeye olmuş binâ Ben yiyeyim sen yeme ben iyiyim sen fenâ *** Hem câhil hem de cehâletinden bî-haber olan birisine, yukarıdaki levhayı gösterip, "Burada ne yazıyor, okuyabilir misin?" diye sormuşlar, adam, "Bunda okuyamayacak ne var, gâyet kolay, ne var Ali ne var yazıyor" demiş.(Nûrun Âlâ Nûr yazıyor normalde) Kişi olmayıcak bir fennin ehliç Dem urmasun ki zâhir ola cehli *** Âriflerden bir zâta sormuşlar, "Efendim, mûsıkî cennet kapısının gıcırtısı gibidir, onun için insana zevk verir diyorsunuz, peki ama sofular mûsıkîden hiç zevk almıyorlar, hattâ ondan nefret ediyorlar, ona haram diyor, duydukları zaman da yüzlerini ekşitiyorlar, buna ne buyurursunuz" demişler. Hazret demiş ki, "Bunda şaşılacak bir şey yok, zîrâ biz cennet kapısının açılışının çıkardığı sesi duyduğumuz için neşeleniyoruz, zevkleniyoruz, onlar da kapanışının sesini duydukları için suratlarını asıyorlar". Bu semâ'a ba'zılar dedi helâl ba'zı harâm İnne hâze'l-kavlü fî'ş-şer'i le kâne muhtelef Ehl-i vecdin bulduğu zevki ne bilsin ehl-i ten İnnehüm misle'l-hımâri ye'külûne min 'alef Ramazan Ayı vs Adamın biri arkadaşını iftara davet etmiş...Davetli olan zât giderken yolda bir arkadaşına rastlamış. Nereye gittiğini sorunca iftara davetli olduğu zâtın ismini vererek "filancaya davetliyim" demiş...Yolda rast geldiği arkadaşı "şu işe bak, ben de sana geliyordum" deyince adamcağız ne desin "madem öyle sen de benimle gel" demiş, berâberce yola revân olmuşlar... Biraz ileride, ikinci adamın arkadaşı olan birisiyle karşılaşmışlar. O da, arkadaşına aynı soruyu sormuş...Adam da ne desin..."Ben bu arkadaşıma iftara gidiyordum, o da filanca zâta davetliymiş...Sen de benimle gel dedim...Beraber gidiyoruz...Madem öyle sen de gel" deyince asıl davetli içinden bir "lâ havle" çekmiş ama sesini çıkarmamış ve üçü beraber yola koyulmuşlar... Yolda üçüncü adamın bir arkadaşına rast gelmişler...Aynı konuşmalar onunla da yaşanmış...Asıl davetli olan zât "artık bu kadarı da fazla, davet eden zâta yüzümüz tutmaz" diye mazeret beyân ederken son rastladıkları adam "siz merak etmeyin, sizi iftara davet eden zât beni tanır" demiş..."Haa öyle mi? O zaman sen de gelebilirsin" demeye mecbûr olmuşlar... Nihâyet dört kişi birden daveti veren hânenin kapısına dayanmışlar...Kapıyı açan ev sâhibi bir de ne görsün...Davet ettiği zâtın yanında üç kişi daha var...Ev sâhibinin yüzündeki hayret ifâdesini farkeden asıl davetli bir açıklama yapma ihtiyâcı hissetmiş.... "Efendim! Bu arkadaşım iftara bana geliyormuş, o sebeble onu da getirdim...Yolda onun bir arkadaşına rastladık, o da ona gidiyormuş mecbûren onu da aldık..." diye vaziyeti îzâha çalışırken ev sâhibi dayanmayıp : "Peki, onları anladık ama ya bu pezevenk kim?..." der demez sonuncu adam büyük bir pişkinlikle "Bakın ben demedim mi size, o zât beni tanır diye" diyerek hepsinden önce eve girmiş... *** Eski devirde imamın biri, Ramazan günü orucu yemeyi kafasına koymuş. Fakat nerede yiyecek? Evde yese hanımı görecek, dışarıda zâten yiyemez. Düşünmüş, taşınmış "En iyisi camide yemek, bu iş için en münâsib yer orası" demiş ve camiye girip kapısını içeriden kitlemiş. O devirde anahtarlar büyük, kocaman sapları var. Caminin anahtarını almış, sapına bir yumurta oturtmuş, mihrâbın mumunu yakmış, anahtarın ucundan tutarak mihrâb mumunda yumurtayı pişirmeye başlamış. Tabii yumurta pişerken anahtar da ısınmış, sıcakdan eli yanan imam yumurtayı düşürmüş. Tabii pat diye yere düşen yumurta kırılıp ortalığa saçılmış. Buna fenâ halde sinirlenen imam "Hay gözü kör olası şeytan!" deyince birden şeytan zâhir olmuş ve imama şöyle demiş : "Ben şeytan olalı bunca zamandır hiç böyle bir şey aklıma gelmedi. Ramazan günü, caminin içinde, caminin anahtarıyla, caminin mumunda yumurta pişirip oruç yemek benim bile aklıma gelmezken, sen hem caminin imamısın, hem de şeytanın aklına gelmeyen işler yapıyorsun bir de utanmadan beni suçluyorsun. Yazıklar olsun sana! Birçokları şeytanın bile aklına gelmeyen bu gibi işleri hep yaparlar ama biz onları hacı, hoca veya şeyh kıyâfetinde görür ve hiç konduramayız *** Adamın biri Ramazan günü önüne gelene bağırıp-çağırıyormuş, ağza alınmayacak küfürler savuruyormuş. Adamın bu hâlini gören bir ârif; "Bu adama ne oldu da böyle kudurmuş gibi bağırıp çağırıyor?" diye sorunca "Oruç başına vurmuş" diye cevap vermişler. O ârif, bağırıp çağıran adamın yanına gelmiş ve ona : "Bana bak! Aç durup küfredeceğine, karnını doyur şükret!" demiş. ** Bektâşînin biri, bir Ramazan gecesi zil zurna sarhoş halde Bahçekapı'dan tramvaya binmiş. Biletçiye "Ver bir Edirnekapı" deyince biletçi "Erenler bu araba Bebek'e gider" demiş ve tramvayı durdurup Bektaşiyi indirmiş. Sonraki tramvaya atlayan Bektaşi yine aynı şekilde biletçiye "Ver bir Edirnekapı" deyince biletçi "Yanlış binmişsin, bu araba Yedikule'ye gider" diyerek o da Bektaşiyi indirmiş. Bektaşinin bindiği üçüncü tramvayın kapısında bir sofu varmış, biletçiye sormaya gerek kalmadan sofuya hitâben "Bu araba nereye gidiyor" diye sorunca, Ramazan gecesi ağzı leş gibi alkol kokan Bektaşiye sinirlenen sofu dişlerini gıcırdatarak "Cehenneme!" deyince, Bektaşi, hemen taşı gediğine koyarak, "Aaa, öyle mi, demek ki yanlış binmişim, size uğurlar olsun" deyip aşağı inmiş. ** Bektâşîye "Erenler, namazı mı orucu mu daha çok seversin?" diye sormuşlar, "Orucu severim" demiş. "Neden" diye sormuşlar, "Çünkü o yenir" demiş" ** Bektâşînin biri her gece sahura kalkar, herkesden önce sofraya oturur, bir güzel karnını doyurur fakat ertesi gün orucu yermiş. Bir gün iki gün üç gün bu hep böyle devâm edince, karısı bir gün dayanamamış ve kocasına dönüp, "Ulan mülhid herif! Bre zındık herif! A alçak herif! Her gece sahuru ziftleniyorsun, gündüz de orucu yiyiyorsun. Seni kör olasıca edebsiz herif!" diye bağırıp çağırmaya başlamış. Bektâşî hiç sükûnetini bozmadan karısına dönüp demiş ki, "Peki sana bir şey soracağım, oruç tutmak nedir?". Kadın "Farzdır" demiş. Bektâşî, "Tamam, peki sahura kalkmak nedir?" diye sormuş. Kadın, "Sünnetdir" deyince Bektâşî, "A kör olasıca karı! Oruç tutmuyorum, farzı yerine getirmiyorum diye sahura da kalkmayıp sünneti de terk mi edeyim" demiş *** Ramazân-ı Şerîfin çok sıcak bir mevsime denk geldiği bir yıl, bektâşînin biri, gün ortasında susuzluğa dayanamamış ve testiyi kaptığı gibi başına dikerek, lak lak lak diye suyu içmeye başlamış. Görenler, "Aman erenler! Na'pıyorsun, oruç gitti!" diye feryâd edince Bektâşî, "N'apalım giderse gitsin, nasıl olsa yine gelir, ben gidersem bir daha gelmem" demiş. *** Üç akşamcı, Ramazan'ın geldiğinden haberleri filan yok, Ramazan'ın ilk gecesi kafaları çekmişler, tam ezân vaktinde sokağa çıkmışlar. Minârelerden ezân sesi yükselip de halk akın akın câmilere doğru gitmeye başlayınca, içlerinden biri cemaatden birisine sormuş, "Babalık, ne var bugün câmide, mevlid filan mı var?" demiş. "Evlâdım, bu akşam Ramazan, haberin yok mu" demiş o zât. "Yaa! demek Ramazan, öyleyse biz de namaza girelim" demişler ve kör kütük câmiden içeriye girmişler. Biri imamın arkasına durmuş, biri ikinci safa, diğeri üçüncü safa geçmiş ve namaza başlamışlar. Malûm ya eskiden terâvihlerde makâmât her dört rekatda bir değişir ve perde gittikçe yükselirdi. İmam efendi, terâvihin on üçüncü rekatında eviç makâmına geçip de perdeyi iyice yükseltince, en öndeki sarhoş dayanamayıp "Yaşa ulan imam yaşa!" diye bir nara atmasın mı! Onun arkasındaki safda duran sarhoş, arkadaşının namazda konuşduğunu duyunca, "Ulan namazın bozuldu, ne bağırıyorsun be!" diye bağırmış. Üçüncü safdaki sarhoş da ikinci safdaki arkadaşına seslenmiş, "Ulan ne adamsın, senin namazın bozulmadı mı sanki" demiş ***
·
5.5k views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.