Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

191 syf.
8/10 puan verdi
Nedir Bu Ehl-i Sünnet?
Muammer Esen'in doktora tezi olan "Ehl-i Sünnet Kavramın Oluşum ve Gelişim Süreci" başlığını taşıyan bu eser başlığının hakkını veren, bana göre başarılı bir kitap. Esen, çalışmasını giriş ve üç bölüm halinde düzenlemiş. Giriş bölümünde Hz. Peygamber sonrası dönemin siyasi olaylarını, Emevî - Haşimi çekişmesini konu ediniyor. Birinci bölümde kavramların anlamları ve kapsamına odaklanıyor. İncelediği kavramlar şunlar: sünnet, bidat, cemaat. İkinci bölümde artık konuya giriş yapılıyor. Burada ehli sünnet kavramının ortaya çıkışı, ehl-i sünnet düşüncesinin tarihi süreç içindeki oluşumu ve bu düşüncenin oluşumunda etkili olan kişi ve kurumlardan bahsediyor. Son bölümde ise "İftirak Hadisi" veya "73 Fırka Hadisi" diye meşhur olan hadisin sıhhati ve mezhep tarihçilerinin söz konusu rivayetin etkisinde nasıl kaldıklarını araştırıyor. Daha sonra ise bir mezhep olarak ehl-i sünnetin bir mezhep olarak tanım ve tespit imkanı üzerine durarak çalışmasını tamamlıyor. Şimdi kitaptan çıkardığım notlara geçebiliriz. GİRİŞ Çalışmanın giriş bölümünde yazarın ilk dönem siyasi olayları hakkında bilgi verdiği belirtilmişti. Yazar Hz. Peygamber hayattayken yaşanan ilk ihtilafın "Kırtas Olayı" olduğunu belirtiyor. Söz konusu olayın sıhhati hakkında tartışma olduğu gibi, ayrıca İbn Teymiye bu olay için şunları diyor: Eğer Hz. Peygamber gerçekten bir şeyi yazdırmak isteseydi bunu kesinlikle yapardı ve buna kimse engel olamazdı; ancak bu işten kendi isteğiyle vazgeçti. Daha sonra ikinci ihtilafın Üsame ordusu olduğu belirtiliyor. Hz. Peygamber ölüm döşeğindeyken bu orduyu techiz ediyor ve başına Üsame gibi bir genç sahabiyi tayin edince ashab arasında bu konu tartışmaya sebep oluyor. Ancak bu olay üzerine Hz. Peygamber'in "Üsame'nin ordusundan geri kalana Allah lanet etsin" manalı bir sözü söylemesinin asılsız olduğu da vurgulanıyor. Üçüncü ihtilaf olarak Hz. Peygamber'in vefat edip etmediği olduğu söyleniyor. Hz. Ömer'in söz konusu olaya verdiği tepkinin uydurma olabileceği işaret ediliyor. Çünkü Hz. Ömer ve ashabın bu şaşkın haline karşı özellikle Hz. Ebubekir sağduyulu ve itidalli olarak ortaya çıkıyor ve onları teskin ediyor. Söz konusu durumun Hz. Ebubekir'in halifeliğine meşruiyet kazandırma amacı olabileceği vurgulanıyor. Dördüncü ihtilaf Hz. Peygamber'in nereye defnedileceği konusu olmuştur. Bu sorun da yine Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber'den duyduğu bir hadis olan "Peygamberler vefat ettikleri yerde defnedilirler." rivayetiyle çözüme kavuşuyor. Beşinci ihtilaf olarak imamet meselesinden söz edilmektedir. İmamın seçilmesi konusunda Hz. Ebubekir'in söylediği iddiaları edilen "İmamlar Kureyş'tendir." hadisi, imam seçiminde etkili olduğu gibi, Hz. Ömer'in konuşması da etkili olmuştur. Her ne kadar söz konusu edilen rivayetin sıhhati tartışma konusu olsa da yazara göre bunun bir önemi yoktur. Çünkü özellikle ehl-i sünnet bunu bir sünnet/gelenek olarak kabul etmiştir. Halifelerin sıralanış şekilleri bile ehl-i sünnet tarafından bir efdaliyet konusu haline getirilmiş ve sırasıyla Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali burada değişmez yerlerini almışlardır. Daha sonra yazar Hz. Ömer'in halifeliği hakkında kısa bilgi vermektedir. Ondan sonra gelen halife olan Hz. Osman dönemi ise fitnenin kapısının aralandığı ve şehadeti ile fitnenin ortaya çıktığı dönem olarak sunulmaktadır. İlk üç halifenin iktidara nasıl geldiklerine bakıldığında şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Hz. Ebubekir'in hilâfete gelişi Müslümanların seçimi ile, Hz. Ömer'in iktidara gelişi Hz. Ebubekir'in onu kendisinden sonraki halife tayin etmesiyle, Hz. Osman'ın hilâfete gelişi ise Hz. Ömer'in kendisinden önceki yönetici olan Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir'in tarzlarından farklı olmuş, "ehlu'l-hall ve'l-akd" denilen altı kişilik bir şura oluşturulmuş ve bunlardan birinin kendi aralarında ittifakla seçilmesi yoluna gidilmiştir ki, bu kişi öncelikli olarak Hz. Ali olarak düşünülse de, sorulan soruya daha net cevap veren Hz. Osman olduğu için iktidara o getirilmiştir. Bu üç kişinin iktidara geliş tarzı birbirinden farklı olsa da, her biri Müslümanların meşru beyatlarını almalarından ötürü, hilâfete gelişleri demokratik olmuş denilebilir. İşte bu yöntem yani meşruiyetçi tarz ehl-i sünnetin karakteri olmuştur. Hz. Ali'nin hilafeti ise fitnenin artarak devam ettiği bir dönem olmuştur. Onun iktidara gelişi tartışmalı ve itirazlı olsa da Müslümanların bir çoğu onu halife olarak seçmişlerdir. Muaviye ise onun hilâfetine itiraz etmiştir. Bu durum seçimle gelen bir halifeye karşı bir valinin muhalefeti olarak değerlendirilmesi gerekir. Ayrıca Hz. Osman'ın şehit edilmesi sürecinde güçlü bir vali olan ve Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine onu öldürenlerin cezalandırılmasını, kanının yerde kalmamasını isteyen Muâviye, her ne hikmetse bu kadar güçlü olmasına rağmen Hz. Osman'ı kurtarmaya gelmemiş; sanki onun ölümünü beklemiştir. Hz. Ali döneminde yaşanan acı hadiseler olan Cemel, Sıffin gibi olaylar sonucu, Müslümanlar arasında katil ve maktulün durumu ile mürtekibu'l- kebire konusu gündeme gelmiştir. Sıffin Savaşı sonrası ortaya çıkan ve hakemliği kabul etmeyen bir grup ise söz konusu durumlara karşı Müslümanların genelinden farklı ve aşırı yorumlarda bulunmuş, ashabın neredeyse tamamını itham etmişlerdir. Aslında böylece siyasi sebepli olaylar itikadî zemine evrilmeye başlamış ve ortaya çıkan sorunlara bulunmaya çalışılan sorunların cevaplarına göre Müslümanlar bölünmeye, ayrılmaya başlamıştır diyebiliriz. Emevilerin iktidara gelmesiyle birlikte önceki halifelerin yöntemlerini terkedip, sistemi saltanata çevirmeleri ve uyguladıkları politikaların meşru olabilmesi için kullandıkları cebir ve kader düşüncesi de Müslümanların hayatına yeni bir sorun daha getirmiştir. Artık bu düşünceye verilen cevaplar etrafında da yeni fırkalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Onların kaderci anlayışını eleştiren ve insan hürriyetini savunan Gaylan ed-Dimeşki, maalesef iktidar aleyhine söylemleri olduğu için katledilmiştir. BİRİNCİ BÖLÜM Daha sonra birinci bölüme geçen yazar ilk olarak sünnet kavramını inceliyor. Sünnet kavramı genel olarak iyi - kötü sürekliliği olan bir ameli, bir davranış biçimini ifade etmektedir. Kur'ân'da sünnet lafzı ile alakalı geçen bir kelime adetullah kavramıdır. Bu kavram Allah'ın toplumsal yasaları uygulaması anlamına gelir. Kur'ân'da geçen sünnet lafızları daha çok, Allah'ın milletlere ve kavimlere uyguladığı "toplumsal yasaları"nı ifade etmektedir. Burada yanlış bir algıdan da bahsetmek gerek. Sünnetullah ile doğa, tabiat kanunları eşdeğer tutulmaktadır. Neden bu durum yanlıştır? Çünkü tabiat kanunları Allah tarafından konulduğu halde bu işleyiş müdahaleye uğrayabilir. Buna mucize diyoruz. Ancak sünnetullah denilen yasaların değişmesi söz konusu değildir. Ayrıca tabiat ile tanrıyı eş görmek tehlikelisini de barındırmaktadır. Özellikle 8. sınıf Din Kültürü kitabında maalesef sünnetullahın kapsamının fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalar olduğu iddia edilmektedir. Bu bariz hata maalesef yıllardır değişmeden devam etmekte ve öğretmenler sınavda buna göre soru sorulduğu için anlatımı değiştirememektedir. Sünnet kavramının kapsamının genişliği zamanla terkedilmiş ve sadece olumlu süreklilik anlamı esas alınmıştır. İyinin zıddı olan kötü sünnet yani sünnet-i seyyie tabiri yerine de daha olumsuz bir manası olan bid'at kavramı yerleştirilmiştir. Bu anlam verme tarzı Ashabu'l-Hadis'indir ve söz konusu kavramın bu şekilde kabul edilmesinde onlar baskın çıkmışlardır. Kendilerinin zıddındaki oluşumlara ise Ehl-i Bid'at tabirini reva görmüşlerdir. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki, sünnet tabirinden ne anlaşılması gerektiği konusunda bir fikir birliği tesis edilmemiş ve bu durum birçok farklı sünnet tanımını ortaya çıkarmıştır. Durum böyle olunca ehl-i sünnet tabirinden ne anlaşılması gerektiği de sünnet kavramından ne anlaşıldığı ile doğru orantılı olmuştur. Başta sünnet tabiri Hz. Peygamber'in fiili uygulamalarına kullanılırken, daha sonra Hz. Peygamber adına gelen bütün rivayetler sünnet kavramı altına konulmaya başlanmıştır. Bu durum sünnet ve hadis kavramlarının başta ayrı kavramlarken, daha sonra eşdeğer görüldüğüne işaret etmektedir. Sünnet ve hadis aynı sayılınca ehl-i sünnet olmak için veya kendisini meşru kabul ettirebilmek için uydurma hadisler ortaya atılmış ve herkes kendi görüşünün tasdiki mahiyetinde bir rivayet ortaya atmıştır. Sünneti belirleyen taraf genelde Ehl-i Hadis grubu olmuş ve kendi dışındaki muhalif grupları dışlayıcı bir kavram olarak ehl-i bid'at tabirini seçmiştir. Ehl-i Sünnet tabiri sadece hadisle amel eden değil, onların itikadî görüşlerini kabul edenleri de ifade etmektedir. Mesela İbn Hanbel'e göre sünnetin esasları şunlardır: Kadere, Kur'ân'ın Allah kelamı olup, mahluk olmadığına, rüyet hadislerine, Allah'ın kıyamet günü orada herhangi bir tercüman olmaksızın kullarıyla konuşacağına iman etmektir. İşte görüldüğü üzere kapsamı bazı rivayetlere dayanan itikadî görüşler, ehl-i sünnet olmanın temeli sayılmış ve ayrıca bu kavramla bir karşı duruş ortaya konulmaya çalışılmıştır. Daha sonra cemaat kavramını inceleyen yazar, bu kavramın fırkanın karşıtı olduğunu, dolayısıyla cemaat demenin bölünüp tefrikaya uğramamış topluluk olduğunu ifade ettiğini vurgulamaktadır. Önce kendilerine ehl-i sünnet diyerek fikri ve ameli birlikteliklerini sağlayan büyük topluluk, daha sonra kendilerine cemaat kelimesini de ekleyerek siyasi ve sosyal birlikteliklerini vurgulamışlardır. "Şiddetli siyasi ve dini mücadelelerden sonra, özellikle fanatik Hariciler ile farklı düşünen Şiilerin siyasi ve fikri düşüncelerine karşılık, kendilerine 'Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat' ismini layık görenlerin geliştirdiği" bir kavram ortaya çıkmıştır. İKİNCİ BÖLÜM - EHL-İ SÜNNET KAVRAMI İkinci bölüme geldiğimizde ehl-i sünnet kavramının ortaya çıkış serüveni üzerine yoğunlaşılıyor. Ehl-i Sünnet tabiri daha çok hicri III. asırdan itibaren yazılmış olan eserlerde geçmektedir. Daha öncesine gidildiğinde bu tabirin İbn Sirin (h. 110) tarafından kullanıldığı, hatta daha da eskiye gidilirse bunun İbn Abbas (h. 68) tarafından kullanıldığı iddia edilebilirse de bunlar zamanla bir mezhebe dönüşen ehl-i sünnet tabiri ile alakası yoktur. Yani bu kavram zamanla genişlemiş ve bağlamı değişmiştir. En genel anlamıyla ehl-i sünnet tabiri, ehl-i bidat olarak kabul edilen Şia, Havaric ve Mu'tezile gibi mezheplerin dışında kalan gelenekçi Müslümanları ifade etmek için kullanılan genel bir şemsiye kavram olarak söylenebilir. Ehl-i Sünnet mezhebinin içine kesinlikle sahabeyi dahil etmek mümkün değildir; çünkü bu mezhebin oluşumunda önemli etkileri olan kader, mürtekibul kebire gibi konularda sahabenin ne düşündüğü tam olarak bilinmediği gibi, söz konusu durumlar için fikir öne süren ashabın görüşleri de aynı değildir. Zaten ortaya çıkan birçok farklı fırkanın görüşlerini reddeden ve kendi sistematiğini uzun yüzyıllar sonucunda ortaya koyan bir mezhebin veya çatı kavramın içine sahabeyi dahil etmek demek, diğer tüm Müslümanları dışlamak, yok saymak, toplumdan koparmak, din sahasında aşağılamak demektir. Evet, sahabenin olduğu tarafın cazibesi veya daha doğrusu sahabeyi kendi tarafına çekmenin cazibesinin önüne geçmek zor; fakat kendini hakikatin kendisi görmek de bir o kadar tehlikeli ve zararlıdır. Ehl-i Sünnet'in ehl-i kıbleyi tekfir etmemesi gayet yerinde bir görüş olmakla birlikte, burada diğer grupların ehl-i bid'at olarak kabul edildiği, dışlandığı göz ardı edilmemelidir. Ehl-i Sünnet'in yapısı itaatkar ve isyana mesafeli olduğu için biraz da onlar bu şekilde davranmayı seçmişlerdir; bunda zorba iktidarların payı olduğu da unutulmamalı. Ehl-i Sünnet mezhebine "Cemaat" kelimesinin eklenmesi Eş'ari'nin söz konusu mezhebe dahil olup, onu savunmaya başlamasından sonra olmuştur. Bakıllani, Cüveyni gibi ünlü kelamcılar bunu üstte belirtildiği şekilde kullanmışlardır. "Ehl-i Sünnet'in bir mezhep olma hüviyetine, kelâmi konuların tartışılması ve Ehl-i Sünnet alimlerinin metot olarak 'kelam'ı, inanç meseleleri için kullanmaya başlamasıyla birlikte ancak kavuşabilmiştir." Yazar sünni oluşumun fıkhi yönü noktasında halifelerin uygulamalarının tesiri üzerinde durmakta ve onların yaptıklarının sünnet olarak kabul edildiğini; ancak daha sonraki (ilk üç nesilden sonraki) neslin güzel ve dine uygun olarak yaptıklarının neden sünnet sayılamayacağını sormakta ve Ehl-i Sünnet'in kendisini böyle yapmakla çelişkiye düşürdüğünü vurgulamaktadır. Sünni oluşumun itikadî yönü üzerinde kaynaklık eden ilk sahabinin Hz. Ali olduğu kabul edilmektedir. Ancak şurası açıktır ki, her mezhep görüşünü meşrulaştırmak için rivayetlere başvurmakta, bu durum da hem hadisler hem de mevkuf rivayetlerin çoğalmasına yol açtığını göstermektedir. Herhangi bir mezhep, kendisi doğrulamak için bulamayacağı bir rivayet yoktur. Bunu gerek sünni gerek şii olsun gerekse de diğer mezheplerde olsun hadis uydurma faaliyetlerinin neden bu kadar yoğun olduğunu az da olsa ortaya koymaktadır. Hz. Ali üzerinde bile hem Eş'arilerin hem de Mu'tezile'nin kaynak kitaplarında birbirine zıt ve tekzip edici rivayetler bulunmaktadır. Bu da her mezhebin kendi doğrusunu tasdik ettirme çabası olarak yorumlanabilir. Ayrıca sonradan sistemleşen kelâmi konuların sahabeye doğrulatılması da son derece yanlış bir uygulama olacaktır. Çünkü onların zamanında birçok kelâmi konu ortaya çıkmamış, konuşulmamıştır bile. Sünniliğe önemli katkı sunan başka bir sahabi ise Abdullah b. Ömer'dir. Ömer b. Abdülaziz, Şa'bi ve Hasan-ı Basri ise sünni kelamına katkı sunan önemli tabiin alimleridir. Ebû Hanife de Ehl-i Sünnet kelamının oluşmasında en önde olan kişilerden biridir. O, her ne kadar mürcii olarak nitelendiriliyorsa da, onun mürciiliği ehl-i sünnet mürciiliğidir. Müctehid imamlardan sünniliğe katkı sağlayan diğer bazıları ise şunlardır: Malik b. Enes, Şafii, Ahmed b. Hanbel. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM - BİR MEZHEP OLARAK "EHL-İ SÜNNET" Üçüncü bölümün başlangıcında yazar hiçbir Müslüman fırkanın dinin özü noktasında bir tartışması olmadığını, tartışma veya yorumların yoruma müsait alanlarda yapıldığını belirtmektedir. Daha sonra iftirak hadisi olan "Yahudiler 71 fırkaya ayrılmışlardır. Hristiyanlar 72 fırkaya bölünmüşlerdir. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır." rivâyetini incelemektedir. Bu rivayetin birçok farklı tariki olduğunu ve birçok metin farklılığı olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca metin farklılıkların çok ciddi anlam değişikliklerine sebep olduğu örneklerle gösterilmektedir. Mukbili bu rivayete sahih derken, İbn Hazm bu rivayetin sahih olmadığını söylemektedir. Yazara göre birçok mezhepler tarihi yazarı kadim alim, söz konusu rivayete dayanarak Müslüman fırkaları yetmiş üç sayısına tamamlama gayreti içine girmiş ve bunu yapmak için olmadık şeylere başvurmuşlardır. İşin ilginç yanı Eş'ari Makalatu'l-İslamiyyin adlı eserinde söz konusu edilen hadise hiç yer vermemiş ve mezhepleri yetmiş üçe tamamlama gayretine girmemiştir. Mezhepler her ne kadar ayrı ayrı ekol oluşturuyorsalar da bazı konular iç içe girmeleri mümkündür. Birbirinden tamamen ayrı ve uzak değillerdir. İbn Hazm'a göre Ehl-i Sünnet'e en yakın olan fırka, Mürcie fırkası, Ebû Hanife mezhebinde olanlardır. Aşağıda alıntılayacağım kısım aslında ehli sünnet tabirini anlamada büyük katkı sağlayacaktır: Ashabu'l-Hadis'e Göre Ehli Sünnet'in Tanımı (s. 187-188) Ashabu'l-Hadis'e göre “Ehl-i Sünnet”, “Fırka-i Naciye", "Cemaat” ve “Sevâdu'l-A’zam” aynı şeyler olup, Peygamber ve ashabının yolunu takip edenlere bu adlar verilir. Ahmed b. Hanbel, Ehl-i Sünnet'i, Peygamber ashabından beri sünnete bağlı olanlar diye tanımlarken, sünnete özel bir önem atfederek ona akidevi/ kelamî bir anlam yüklemiştir. Nitekim o, “Bize göre sünnetin asılları, Peygamber (as) ashabının üzerinde bulunduğu şeylere bağlanmak, bid'ati terketmektir. " dedikten sonra, bir de özetle, kader'e, Kur'an'ın mahlûk olmadığına, mizan'a, havz'a, kabir azabına, Peygamber'in şefaatine vb. hususlara iman da, “Sünnet”e bağlı olmanın, daha doğru bir ifadeyle Ehl-i Sünnet olabilmenin bir şartı olarak görmektedir ki, inanılması istenen bütün bu hususlara imanın, Kur'an'dan ziyade, sünnete dayandığı bir gerçektir. Buradan da açıkça anlaşılıyor ki, Ehl-i Sünnet'e, Sünnet Ehli (Ehl-i Sünnet) denmesinin en önemli nedeni; Kur'an'ın iman esasları üzerine onların, sünnetin bildirdiği hususlara da imanı eklemiş olmaları nedeniyledir. Bilindiği gibi yukarıda zikri geçen kader, Kur'an'ın yaratılmış olmadığı, mizan, havz, kabir azabı ve şefaate iman gibi hususlar, Kur'an'da değil; sünnette yer alan hususlardır. Ashabu'l-Hadis'ten Evzâî, Süfyân b. Uyeyne ve benzerlerinin, Sünnet (Ehl-i Sünnet) anlayışları da Ahmed b. Hanbel'e yakındır. Ayrıca Ashabu'l-Hadis'ten birçoğu, emirlere itaati, zulmetseler bile sabır gösterip onlara karşı isyan etmemeyi, Kitab'a (Kur'an) ve sünnete bağlı kalmayı vs. Ehl-i Sünnet olmanın gereği saymaktadır ki, işte bu gibi Ehl-i Sünnet olmanın gereği olarak sayılan bütün bu hususlar, hakikaten Sünniliğin baskın yırt edici vasıflarını oluşturmaktadır. Buradan da anlaşılıyor ki, Sünniliğe asıl damgasını vuranlar, esasen Hadis Ehli (Ashabu'l-Hadis) olanlardır. Değil mi ki onların iman esası gibi gördükleri surat, havz, şefaat, kabir azabı vs. hususlar, hadislerde yer almıştır. Sünnî kelamcılara düşen ise, daha çok, bütün bunları sistemleştirmek olmuştur. Sonuç olarak bizim diyeceğimiz şudur: Sünniliğin oluşumunda her ne kadar baskın ve birincil taraf genelde hep Ashabu'l-Hadis olmuş ise de, yine de Ehl-i Sünnet, sadece Ashabu'l-Hadis'i ifade eden bir kavram olmadığı gibi, aynı zamanda bu, sadece Eş'arîleri ve Mâtüridîleri kapsayan bir kavram da değildir. Çünkü eğer sünnetten maksat, başka birilerinin icad ettikleri değil de, Peygamber (as) Sünnet'i ise, onu kabul edenler, sadece kendilerine “Sünni” denilen insanlar değildir. Zira bu mana da bir sünneti, Ehl-i Sünnet ile birlikte, esasen Şia ve Mu'tezile gibi mezheplerin müntesipleri de kabul etmektedirler. Ancak onlardan her biri, sünnete, kendilerine göre farklı bir takım anlamlar yükledikten sonra onu o şekliyle kabul etmektedirler. Nitekim “Ehlü'l-Adl vet-Tevhid” (Mu'tezile)'den olan birçok raviden Buharî ve Müslim'in rivayette bulunduğuna ilişkin olarak daha önce bilgi vermiş ve Mu'tezile’den olan bu ravilerden bir çoğununun adlarını da orada zikretmiştik. Sonuç olarak Ehl-i Sünnet, birçok mezhebi içinde barındıran genel bir şemsiye kavramdır. Alıntı burada bitti. Değerli bir doktora tezini burada anladığım kadarıyla ve kendi eklemelerimle anlatmaya çalıştım. Bu değerli kitapta değerli açıklamalar, uzun dipnotlar görecek bunları heyecanla okuyacaksınız. Ehl-i Sünnet kavramının doğuşunu ve gelişimini anlamak için bu kitabı okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.
Ehl-i Sünnet
Ehl-i SünnetMuammer Esen · Ankara Okulu Yayınları · 200918 okunma
·
502 görüntüleme
Samet Onur okurunun profil resmi
Bu kitaptan yaptığım alıntıları bir arada görmek için tıklayınız: sametonurr.medium.com/ehl-i-s%C3%BCnn...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.