Gönderi

520 syf.
9/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 5 days
İçimde var olanı ben herkesten iyi bilirim. Başarıya ulaşacağımı biliyorum!
Yoksul, eğitimsiz, ama tutkulu ve azimli bir genç yeterince çabalarsa başarılı bir yazar olabilir mi? “Kurnaz bir düzenin temsilcisi olan” anlı şanlı editörleri ve yayıncıları aşarak, burjuva dünyasının kısır beğeni kalıplarına girmeyi reddederek, özgün kalemi ile hayal ettiği bu dünyada kendine bir yer bulabilir mi? Jack London, kısmen otobiyografik bu romanında genç Martin’in hikayesini anlatırken kendi yazarlık macerasında karşılaştığı zorluklarla ve çelişkilerle de tanıştırıyor bizi. Kuvvetli kalemi ile sürükleyici ve etkileyici bir “yazar olma” öyküsü paylaşırken dönemin atmosferinin, toplumsal ilişkilerin ve hepsinden önemlisi bireyin “var olma ve başarma” azminin izlerini sürüyor. Peki “başarı” nedir? Ona nasıl ulaşılır ve ulaşılınca neye hizmet eder? Bu soruların cevabını ise okuruna bırakıyor. Martin Eden anne ve babasını küçük yaşta kaybetmiş, çocukluğundan bu yana hayata tek başına tutunmaya çalışmış genç bir emekçi. Her türlü işte çalışmış, karnını anca doyurabilen, çalışmadığı akşam aç kalan milyonlarca benzeri gibi zorluklarla dolu bir hayatı var Martin’in. Gemilerde çalıştığı dönemde edindiği kasları yakışıklı yüzü ile birlikte genç kızları cezbettiğinden mutlu, fiziki gücü ile gururlu, hitabet yeteneği ile çevresinde sevilen bu sevimli genç, tesadüfen karıştığı kavgada zengin bir delikanlıyı kurtarınca teşekkür kabilinden hayatında ilk kez bir burjuva sofrasına misafir oluyor. Yemekte gördüğü ortam ve tanıştığı güzel Ruth ile Martin’in geleceğe bakışı değişiyor. Kendi kaba dilinden, nasırlı ellerinden, görgüsüzlüğünden, giyim kuşamından utanıyor Martin. Edebiyat fakültesinde okuyan Ruth’un ödünç verdiği bir kitap, topu topu 3 yıl eğitim görmüş ama meraklı bu gencin ufkunu açıyor. Sürekli okuyarak kendini geliştiren, hatta yazılanların çoğunu basmakalıp ve gerçeklerden uzak bulan Martin, özellikle denizlerde ve uzak ülkelerde geçen hayatını çok daha güzel ve cesurca anlatabileceğine yürekten inanıyor. Hiç kimse, hatta sevdiği Ruth bile ona inanmazken, tüm çevresi bir işe girip çalışmadığı için kendisini aç bırakır ve yerin dibine sokarken o, tutkusunun peşinden gidiyor; yazıyor, yazıyor, yazıyor… “Umacak hiçbir şeyi kalmamışken bile umudunu yitirmeyenleri; çılgın aşıkları; baskı ve gerilim altında, her türlü dehşet ve facia arasında mücadelesini sürdürenleri; gayretlerinin gücüyle hayatın kabuğunu çatlatan devleri yüceltmek” istiyor Martin. Kendi çevresi ile burjuva dünyası arasındaki keskin farkı gördükten sonra “sessiz kalabalığın sesi olma” azmi daha da artarken, kalıplar dışına çıkmaya korkan ve matbu mektuplarla yazılarını okumadan geri gönderen editörleri zorluyor, zorluyor, zorluyor… Ruth, Martin’i değiştirmeye çalışırken şekilciliğe takılıp kalmış burjuva ilişkilerini temsil ediyor: “Avukat ol! Memur ol! Para kazan! Babamın yanında çalış! Sabah gidip akşam geleceğin belirli bir işin olsun! Senin yazmak için yaratıldığına inanmıyorum” “İçimde var olanı ben herkesten iyi bilirim. Başarıya ulaşacağımı biliyorum. Kimse beni tutamaz. Şiirlere, hikayelere ve makalelere dökerek söylemek istediklerimle yanıyor içim. Senden buna inanmanı istemiyorum. Bana da, yazdıklarıma da inanmanı beklemiyorum. Senden istediğim tek şey beni sevmen ve aşkımıza inanman.” dese de, yine de Ruth’un etkisinden ve kendini burjuvaziye beğendirme isteğinden kurtulamıyor Martin. En azından bir süre… Hikaye büyük ölçüde Jack London’ın kendi öz yaşam öyküsü ile paralel ilerliyor. London da küçük yaşlarından itibaren ağır işlerde çalışıyor. Gemilerde çalıştığı dönemdeki anıları, egzotik uzak doğu seyahatleri, altın avcılığı tecrübeleri; bu sert, acımasız hayatın izleri London’ın da romanlarının ana temaları. Maddi sıkıntıların yıprattığı, açlık ile terbiye edildiği dönemler, editörlerden gelen red mektupları ile yaşanan hayal kırıklıkları, bulduğu her öğrenme fırsatını değerlendirmesi, Oakland’ın sosyalist çevresi ile yaptığı sohbet toplantıları, birebir London’ın hatıralarından. Romanda Brissenden adı ile yer alan ve Martin’i cesaretlendiren şair, Jack London’ın çok değer verdiği yakın arkadaşı George Sterling. Eden gibi fok avlayan bir gemiyle 8 aylık sefere çıktıktan sonra “Japonya sahillerinde tayfun” isimli bir hikaye yazan 17 yaşındaki London bu hikayesiyle bir gazetenin açtığı yarışmada birincilik ödülü kazanıyor. Üniversite için para biriktirmek amacıyla, yine Eden gibi, 20 yaşında çamaşırhanede birkaç hafta geçiriyor. Ruth’un gerçek hayattaki karşılığı olan Mable Applegarth, aynı Ruth’un Martin için yaptığı gibi, London’a da dil bilgisi öğretiyor. Farklılıklar nerede derseniz… London romanında Eden’i sıfırdan başlatıyor yazarlık macerasına. Kendisi de büyük zorluklarla yetişmiş olmasına karşın o kadar eğitimsiz değil; liseyi bitirmiş başarılı bir öğrenci. Kütüphaneci Fred Jacobs’tan fizik ve kimya, onun nişanlısı Bess Maddern’den ise matematik öğrenerek California Üniversitesi’ne giriyor. Kayıt parasını romanda da tanıdığımız meyhaneci Heinhold karşılamasına rağmen maddi yetersizlikler nedeniyle birkaç ay sonra okulu bırakmak zorunda kalması, büyük hayal kırıklıklarına yol açıyor Jack London’da. Genç yaşında onca başarıya ulaşmasına, zengin ve ünlü olmasına rağmen akademik eğitimden uzak kalması, bu eğitimi kıyasıya eleştirmesine ve akademiden yetişen ve köşeleri tutan yazarlar, editörler, yayıncılara hep öfke ile yaklaşmasına neden oluyor. Diğer önemli fark ise siyasi görüşlerinde. Jack London etkili ve aktif bir sosyalist, romandaki kahramanı Martin ise tam bir bireyci. Darwin’i takip eden felsefi akımlardan, özellikle güçlü olanın hayatta kalması gerektiğini savunan Herbert Spencer’dan etkilenen Martin, toplumun zayıflara yardım etmemesi gerektiğine; insanlığın, ancak güçlü olanın ayakta kaldığı ve zayıfların elendiği doğal döngüye müdahale etmez ise gelişebileceğine inanıyor. Her ne kadar bu düşüncesini içselleştirmediğini, tam tersine son derece yardımsever olduğunu romanda görsek de, London’ın bize çizmek istediği karakterin dilinde sürekli “güçlü olan yaşamayı hak eder!” var. Martin tam da hayallerine kavuştuğunu sanarken kendini, artık ait olamadığı eski çevresi ile beğenmediği, paraya tapan burjuva çevresi arasında arafta bulduğunda ve boşluğa düştüğünde; belli ki London da bize sosyalizm karşısında bireyselciliğin yenilgisini ispatlamak istemiş… London okuması son derece keyifli bir yazar. Yaşadıklarını, muhteşem bir beceri kağıda döken Steinbeck ve Kipling gibi London da gerçek hayatı olduğu gibi, sansürsüz, sarıp sarmalamadan önümüze koyuveriyor. Dönemin kurallarla bağlanmış edebiyat anlayışının aşılmasında birer mihenk taşı bu değerli yazarların her biri. Bu nedenle sevenleri kadar eleştirenleri de çok; “Kipling’i okuyan ve övgülere boğan, fakat bir gıdım bile anlamayan sürünün, sadece birkaç ay sonra onu nasıl paramparça ettiğini” London sıklıkla hatırlıyor. Küçük bir notu da intihal iddiaları üzerine ekleyeyim… Yaşadığı kısacık dönemde defalarca intihal suçlaması ile karşı karşıya kalan London, bu romanında bu iddiaları sevmediği, kaba saba, çıkarcı ve uyanık bir bakkal olan eniştesinin ağzından dile getiriyor. Martin Eden’in yazarlık macerasında çok sayıda yazardan esinlendiğini gösterirken, intihal diye direten iddia sahiplerine “uyanıklar! Sizi sevmiyorum, size saygı da duymuyorum” diye haykırıyor sanki… Henüz 40 yaşındayken hayatını kaybeden London’ı tanımak, yaşadığı dönemi incelemek isterseniz, Martin Eden’i okumanızı kesinlikle tavsiye ederim. Zira alkol bağımlılığından kurtulamaması ve bir türlü istediği iç huzuru yakalayamamasında London’ın yaşadıkları ve hissettiklerine Martin Eden tercüman oluyor: “Yukarıda kimse onu kendisi olarak istemiyor, aşağıdaysa geçmişte onu olduğu gibi kabul eden sınıfına dönemiyordu.” “Yenisini bulamadığı gibi, artık eski cennetinin yerinde de yeller esiyordu.”
Martin Eden
Martin EdenJack London · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 202392.3k okunma
·
1,721 views
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.