Gönderi

Bir zamanlar benim için şiir her şeyden önemliydi, hayatın amacıydı. Hakikatin dile getirilebiliyorsa onun ancak “kekemece” de olsa şiir olarak dile getirilebileceğini düşünürdüm. Gerçi şimdi de böyle düşünüyorum ama artık hakikati o kadar değerli bulmuyorum. Hem nedir ki hakikat yani doğruluk? Felsefe kitaplarında bu iki kavramın eş anlamlı olduğu yazar ve okur şaşırır. Çünkü dilin gündelik kullanımında “hakikat”e “doğruluktan” çok daha yüce anlamlar yüklenmektedir ve doğrulukla hakikatin aynı anlama geldiği söylendiğinde zihinlerde “yüce Hakikat’in değerinin düşürüldüğü hissi uyanır derhal. Peki, bu iki kavramı eşanlamlı gören felsefe kitaplarımızın doğruluk tanımı ve “Hakikat” denince çoğunlukça anlaşılan arasındaki fark nedir? Doğruluğun pek çok ölçütü olsa da kitaplardaki temel tanımı bir önermenin gerçekliğe uygunluğudur yani doğruluk, önermeye dair bir özelliktir. Oysa hakikat denince -aynı doğruluk görüşünün terimleriyle konuşacak olursak- anlaşılan gerçekliğin tamamına ve varlığa (düşünsel olsun fiziksel olsun inanılan olsun) uygun önerme veya önermeler kümesidir. Özetle doğruluk önermeye ait bir özellikken hakikat varlığa dair doğru önermeler olarak anlaşılmaktadır. Bütün bunları yazarken hakikat kelimesinin etimolojisine bakmaya hiç gerek görmüyorum çünkü dil yaşayan bir şeydir ve kelimenin güncel anlamı etimolojik kökeninden uzaklaşır çoğu zaman. Dolayısıyla bana kalırsa sözlüklerden yola çıkarak doğruluk ve hakikatin eşanlamlı olduğunu savunmak dilin değişimini yani kelimelerin anlamları konusunda yenilenen uzlaşımları tamamen göz ardı etmek demektir. Sonuç olarak hakikat denen şey bu anlamıyla pozitivist bilim adamlarının tüm evreni açıklayacak o tek formülünden din mensuplarının Tanrı merkezli varlık inançlarına; klasik filozofların metafizik görüşlerinden yeniçağ mitolojilerinin gizemli kozmolojisine varana kadar pek çok önermeler dizgesine tekabül etmektedir. Pek çok kişi de çoğunluk tarafından kabul görmüş dini hakikatlere bağlanmayı tercih eder genelde. Bazıları da diğerlerinden herhangi birini tercih eder. Pek azı hakikate kendileri ulaşmaya çalışır. Bunlar genelde felsefeye başvururlar ve sonuçta kendilerine bir hakikat tasarımı oluştururlar. Ne var ki bütün hakikat tasarımları sınanamaz kurgulardır. Kısacası o “yüce mutlak hakikati” arayanlar da hakikate varmazlar, onu inşa ederler. Bu yüzden hakikat kocaman kötü bir şakadır aslında. Felsefe’yi de “bilgeliği, hakikati sevmek, arzulamak” diye çevirirler Türkçeye. Kasıtlı olarak yanlış yapılan bir çeviridir bu. Çünkü “philosophia”nın bire bir çevirisi hakikat seviciliktir. “Sophia”, antik Yunancada hakikat anlamına geliyorsa “philia” ise “sevicilik” anlamındadır ki birçok psikolojik rahatsızlığın isimlendirilmesinde de bu anlamıyla kullanılır: Necrophilia (ölü sevicilik) ve Zoophilia (hayvan sevilik) gibi. Yani felsefe de bütün diğer sevicilikler gibi patolojik, sapkın bir davranıştır özünde: Gerçekliğe duyulan sapkınca bir bilme isteği. Neden sapkıncadır, çünkü mutlak gerçekliği bilmenin hiç yolu yoktur. Hep söylenegeldiği gibi felsefi soruların kesin cevapları yoktur. Olsa olsa sanılara vardıran sapkın bir eğilimdir bu. Hakikate ulaşmak için yola çıkanların yolun sonunda ona varabileceğinin garantisi de vardıkları yerin hakikat olduğuna emin olmalarının da hiçbir yolu yoktur. Sonunda kendi inşa ettiği felsefi söylemle avunacaktır filozof en fazla ya da kendi arzu, hayal ve kurgularını dayatmaya çalışacaktır varlığa. Ama Platon’un dediği gibi sadece bir “doxa”dır bu. Hem ne demeye hakikati aramak için yola çıkılmıştır ki? Nihayet önceden olduğumuz yerle hakikate ulaştığımızı sandığımız yer arasında esasında hakikate yakınlık bakımından hiçbir fark olamayacaksa. Sonunda yolculuğundan yine bir inançla dönecektir filozof, sadece kendine ait “sapkın” bir inançla. Peki, gerçekten bilgeliğe veya hakikate ulaşmak mümkün olsaydı da bundan pişman olsaydık; o aydınlanma anında aslında insanlığın bir köpeği kemiren kurtçuklardan farksız değersiz bir yaratık türü olduğu ispatlansaydı, o zaman ne olacaktı? Hangi bilgece öğüdü verebilirdi bir kurtçuk bir diğerine. Bu yüzden “ Alas… how terrible is wisdom when it brings no profit to the wise, Johnny” (Yazık… Bilgelik, bilgeye yararsızsa ne kadar korkunçtur, Johnny) der ya Louis Cyphre Alan Parker’ın Angel Hearth filminde. Ya da diyelim o kutsal hakikate ulaşıp amacına ulaşan filozofun durumu ne olurdu? Büyük ihtimalle bütün diğerleri gibi hakikati bize açan görkemli metinler yazardı. Fakat bu hakikat karşısında kendinden geçiş, sonsuz varlık karşısında ölümlü bir bilinç olmanın derdine deva olabilir miydi? Varlıkla ilgili o üstün, o gizemli bilgeliğe varan kişi nihayet sonsuz zamanda bir nokta olan ömrü sona erdiğinde varlığa dair bütün bilgeliği de kendi zayıf bedeniyle beraber toprağa karışıp çürüyecek ve geride belki kiminin ikna olup kiminin olmayacağı bir kitap bırakacaktır yalnızca. Peki, bu yazdıkları ne kadar anlatabilecektir hakikati diğerlerine? Bir peygamber mesellerle ne kadar anlatabilirse işte o kadar… Hem bir filozof bir şair de değildir çoğu zaman, sözü varlığa göre eğip bükmesini de beceremez. Geride söylemek istediğinin pek azını dile getirebilen kupkuru metinler bırakacaktır bu yüzden. Yani sonuçta ne dersek diyelim bütün saplantılar gibi bir saplantıdır “hakikat seviciliği” de ve bütün sevgilerin doğasında vardır imkânsız olduğunu bile bile sonsuza kadar sürme isteği. Bu yüzden son merhalede sevdiğine sonsuza kadar sahip olmanın tek yolu olduğundan “herkes öldürür sevdiğini.” Filozoflar da öyle yaparlar, kendi varlığa dair tasarımlarına hakikat adını verip içlerinde öldürürler asla varamayacakları o hakikati. Dolayısıyla hakikat umurumda bile değil artık. Sabahları uyandığımda kendimin bile bir kurgu olabileceğini düşünüyorum zaman zaman. “Düşünüyorum o halde varım” diyemiyorum. Pek çok anlatıdaki kurgusal karakter gibi bir yazarın gevelemelerini yazmak için kullandığı biri de olabilirim. Şu dizüstü bilgisayarı koyduğum tahta masadan, geçmişime kadar her şey kelimelerle dolu renksiz dünyanın içinde de olabilir pekâlâ ve bu benim umurumda değil. Çünkü önemli olanın gerçeklik değil benim onu nasıl algıladığım olduğuna karar vereli çok oldu. Dedim ya eskiden hakikati az da olsa dile getirebildiği için kutsardım şiiri. Hatta sadece şiir için yaşanacağını düşünürdüm. Şimdi hakikati dile getirebileceğinden falan değil yalan da olsa sözün kıymetinden, güzelliğinden ötürü seviyorum şiiri. Çünkü Pavese’nin dediği gibi: “Yaşama sanatı, yalanlara inanmayı bilme sanatıdır. Bunun korkunç yanı, doğrunun ne olduğunu bilmememize karşın, bir yalanın yalan olduğunu hala anlayabilmemizdir” ve hakikat, şiir veya başka bir şey için değil sadece yaşamak için yaşanabileceğini bilecek kadar büyüdüm artık. Sözün özü felsefe mezunu ve editörlük de yapmış biri olarak felsefi olsun edebi olsun düzyazının uzun uzun anlatmasından şiirin söylemesine sığınıyorum. Bu yüzden okuduğum kitaplar genelde şiir kitapları. İşte Jan Ender Can’ın Saf Acı kitabında Setubal Yalnızı şiirinin kenarına da şöyle not düşmüşüm: “Dinlerin sadece peygamberlerin yalanları olduğunu anlayan dindarlar eninde sonunda şairlere inanmaya başlayacaklar. (Jan Ender Can okurken)” Bunu şehirlerarası bir otobüste hareket halindeyken yazdığımı hatırlıyorum.
·
217 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.