Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

"HİÇ" EDİLMİŞ ÖYKÜ
Yirmi yaşındaydı. Kaderin kendi emek ve gayretine terk ve teslim ettiği annesiyle kız kardeşinin geçimini sağlamak için, birbirlerinden önce amaçlarına ulaşmak hırsıyla birbirlerini çiğneyerek menfaat dünyasında başarıya hücum eden insan akıntılarına girmiş, insan ihtiraslarının sığındığı  karanlık köşelere kadar sokulmuştu. Her akşam evine yorgun, bitkin ve takatsiz fakat -vicdana teselliler veren kutsal bir görevi yerine getirdiği için- mağrur olarak dönerdi. Taşıyabileceğinden fazla meyve vermeye başlayan körpe bir fidan gibi, vaktinden önce faydalı olmak gayretiyle güçsüz omuzlarında taşıdığı aile geçindirme görevinin ağır yükü altında kırılmaya başladı. Bu nedenle kendisinden an be an uzaklaşmakta olan hayat nurunun uzaktan uzağa yüzüne yansıyan zayıf ve hüzünlü ışığı, ara sıra şairane tasavvurlar arasında şahit olunan hayali varlıklara yönelmiş düşünceli gözleri, hayatın acılığını vaktinden evvel tattığı için uçları aşağıya doğru sarkmış, iğrenmiş bir ağzı garip ve hazin bir surette aydınlatırdı. Yaşam mücadelesine zırhsız, silahsız, yani zayıf bir bünye, hassas bir gönül, sevdalı bir ruhla girmişti. Bir gün, arasına katıldığı bu menfaat savaşında yaralanıp düşeceğinden endişeliydim. Kendi okul bitirdiği halde eğitiminin, kabiliyetinin altında; fakat zayıf yaratılışının üstünde olarak gündüzleri çamurlar, hakaretler içinde Rum tüccarlarına komisyonculuk, aşağılarına ve azarlanmalada mağazalarda yazıcılık, hatta ara sıra matbaalarda da amelelik etmekten, herkesin dinlenmek üzere yatağına çekildiği gece yarıları sabaha kadar tahta bir masanın önünde, bir mumun karşısında, kendisine bir iyilik, bir lütuf olarak verilmiş tapuları doldurmaktan çekinmezdi. Bazen uğradığı tahammül edilmez zorluklara karşı, yarasından kanlar damlarken yine de kendisini ayakta durmaya zorlayan bir asker gibi, kuvvet ve cesareti yavaş yavaş kendisinden ayrıldığı halde yiğitçe dayanmaya devam eder ve o mağrur kararlılığından bir şey kaybetmezdi. Yirmi yaşında, dünya işlerinden el etek çekmiş bir annenin rahatı için çalışmak, verdiği emek sayesinde kız kardeşini bahtiyar görmek, kırılmış cesaretine yeniden kuvvet, yorulmuş vücuduna can verirdi. O günlerde annesi birdenbire hastalanmış. Annesinin canından bir parça olduğu için büyük bir ıstırap içinde hastaya hekim getirmek, ilaç almak ihtiyaçlarına karşı hazır bekleyen somut bir fedakarlık kesilmişti. Bazen oturduğu Aksaray'dan ilaç yaptırmak için yaya olarak Beyoğlu'na çıkar, gençliğinin asalet ve yüceliğiyle ihtiyar annesine taze bir hayat getirmek için elinde şişelerle, oralarda şevk ve şenlik, neşe ve sevinçle gezip dolaşan gençlerin arasından geçerek yine yaya olarak evine dönerdi. Talihin yardımıyla yahut mutlu bir tesadüf olarak annesi bir iki ay içinde sağlığını tamamıyla geri kazanmış ve bu süre içinde kendisinin kazancı da birkaç daha artarak hekimlerin bir yazı Boğaziçi'nde geçirmek hakkındaki tavsiyelerini yerine getirmeyi başarmıştı. Boğaziçi'nde bulunduğu sıralar doğal olarak sabahları İstanbul'a gider, akşamları geç vakit dönerdi. Gidiş gelişleri sırasında yakınlık kurduğu gençlik arkadaşlarının sohbetlerine renk katan ve hayranca konuşmalarının yegâne şevk ve hayret kaynağı olan "göz alıcı bir güzele" kendisini tanıtmak için edilen ısrarları, kadınlara karşı Doğululara özgü bir utangaçlık ve çekingenlikle reddetmek istemişse de bir gün dostları yakaladıkları bir fırsatı değerlendirerek takdim ettiler. Bu takdim töreni sıcak bir tebessümle kabul edilmiş ve fakat bu tebessüm gözlerini kamaştırdığından kızın yüzüne dikkatle bakamamıştı. Gördüğü bu yakınlık, bu gönül okşayıcı tebessüm, o mahzun yaratılışına ne kadar da dokunmuştu. O hassas gönlü, o sevdalı ruhu gençliğin bu ilk şanlı zaferini ne kadar neşe ve gururla alkışlamıştı. Sabahı, İstanbul'a gidiş dönüşünde yine bu tebessümlere, ruhun bu selamına, kalbin bu hitabına mazhar olmuştu. O günlerden sonra her nerede görse, her nerede tesadüf etse kendisine bu sevdalı tebessümle selam verdiğinden bütün hayatı bir tebessüm içinde gelişiyordu. Yazın uzun gündüzlerinde daha fazla çalıştığı halde akşamları evine eskisi gibi bitkin ve takatsiz değil, büyük bir şevk ve neşeyle gelirdi. Yürürken koşar, söylerken güler, önceleri geldiği zaman bir parça dinlenmek için üzerine düştüğü sandalyelerin hiçbirisinde oturamaz, evin içinde sürekli dolaşır dururdu. Yüzünde, parlamak için zamanın en küçük müsaadesini kollayan gençliğin taze rengi görünmeye başladı. Yirmi yaşındayken yaratılışın bir mucizesi olan böyle bir tebessümün karşısında hiç bulunmadınız mı? Ara sıra vapurda tesadüf ettiği zaman orada, o köşede, kendisine nurlar serpen saadet ve ikbaline garip bir korku ve çarpıntıyla yaklaşamayıp, ilkbaharın huzurlu sabahının pembe sisleri içinde görünen gündoğumu gibi, bu gül rengindeki dudaklardan akseden tebessüme de uzaktan uzağa hayretini ve hayranlığını sunuyordu. En süratli geçen bir arabanın içinde, en kalabalık bir yerde, en ziyade acele hareket edilmesi gereken bir mahalde yine kendisine bir tebessümle selam veriyordu. Oh bu tebessüm, biçare gencin ümitsiz gecelerinde teselli olan sevgilisi, karanlık gündüzlerinde parlayan ışığı olduğundan evine her gece şevk ve kuvvetini yenilemiş olarak dönüyordu. Yalnız en son defa nail olduğu tebessümden dolayı aşıkça bir dalgınlık içinde kalmıştı. O gece sabaha kadar gözlerini bir kere bile kapamadı... Artık bu kızı alacaktı! Annesinin rızasını alabileceğinden emin olduğu gibi, kendisine bu kadar ilgi ve yakınlık gösteren kızlarının gönlündeki arzuya onun anne babasının da karşı çıkmayacağına şüphesi yoktu. Her türlü zorluğa, her türlü engele göğüs gerip çalışacak, kendisine bu kadar gönül vermiş olan eşine Boğaziçi'nin o gönül okşayan sahillerinin en gizli bir köşesinde yahut nurani bir güneşin güzelliği altında memnun ve mutlu olan adaların en güzel yerinde bir ev, bir muhabbet yuvası inşa edecek, eşine mahsus olmak üzere bin türlü çiçekler içinde kameriyeler, kuşların minherleri olan ağaçlar arasında bahçeler yapacak. Kendi bir tarafa çekilerek tabiat güzelliklerinin hepsinden güzel sevgilisinin, can çekişen kalbine hayat verecek olan kahkahalarını duyacak. Bahar, yüz görümlüğü olarak eşine en güzel çiçeklerini, saz ve söz olarak kuşlar en yüksek ve ruhu besleyen nağmelerini sunacak. Uykusuzluğun verdiği bir hararetle yatağımn içinde dönüyordu. Niçin "onunla" beraber Boğaziçi'nin kenarında dolaşmasın? Niçin yerde gökte ışık saçan kandillerin, kürelerin yansımasını "onunla" o hoşça akan lacivert suda seyretmesin? Niçin o ışıkları söndürüp yakar gibi görünen serin poyraz rüzgarının "onun" saçlarıyla oynadığım görerek mutluluktan sarhoş olmasın? Bak! Eğiliyor! Bu uykusuz gecesinde kulağına... Yok, ruhuna... Gizli, gayet gizli bir şeyler söyleyecek galiba... Oh! Çalışacak, çok çalışacak, emeğiyle zengin olacak. Pencerenin yanında yapılmış olan yatağından başını kaldırdı. Sabahın alacası, semanın lacivert yüzünde her dakika rengini, yerini değiştiren birtakım rengarenk sütunlar meydana getirmişti. Ruhunu mest eden o tebessüm, dudakları gibi gül renginde olan bulutlar arasında yayılarak karşı taraftaki dağları süslüyor, yine o tebessüm semadan süzülüp, denizin küçük dalgaları üzerinde, kıyıları sevdalar içinde bırakarak uzaklaşıyordu. Bir müddet bu dalgın ve sersem halde kaldıktan sonra kendini toplayarak İstanbul'a inmişti. Akşam gençlik arkadaşlarına vapurda rastladı. Onlara, hasetlerini uyandırır korkusuyla bir şey açmamıştı. Hep birlikte yukarıya, güverteye çıktıkları vakit kız yahut tebessüm, annesiyle birlikte orada, bir kanepenin üzerinde oturuyorlardı. Dostlarından bir ikisi çekinmeden kızın yanına giderek konuşmaktayken diğerleri bunu da birlikte gelmeye zorluyorlardı. İkbal ve saâdetin yaklaşırken verdiği bir korku ve çarpıntıyla onların yanına gidecek kadar vücudunda kuvvet bulunmadığı gibi o göz alıcı tebessüme karşı gözleri kamaşarak düşeceğinden endişe ediyordu. Etrafındakilerin halini bildikleri için- ettikleri ısrarlara karşı birkaç kere kalkıp yine oturdu. Setresini iliklemek, fesini düzeltmek istediyse de eli titrediği için başaramadı. Bütün bu hareketleri kadınlara has meraklı bakışlardan geçmişti. Bir dakika sonra hep birlikte konuşmaya başladılar. Kız ara sıra kendisine de hitap ederek birçok suallere girişti. Paris'e gitmiş miydi? Londra'yı görmüş müydü? Operaları dinlememiş, vodvili alkışlamamış mıydı? Mutlaka Bükreş'te çok oturmuştu! Çünkü hal ve tavrı onu gösteriyordu. Bitmek bilmeyen bu türlü suallerden sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Biçare genç kendisiyle eğlenildiğini aniayarak ilk defa kızın yüzüne büyük bir dikkatle baktı. Hayaller çağı olan yirmi yaşının en dehşetli darbesi... Meğer aklını başından alan bu tebessüm, kızın o küçük, o güzel ağzının bütün üst dudağının biraz kısa olmasından kaynaklanıyormuş. Meğer o eşitlikçi tebessüm kendisine değil, bütün aleme, bütün eşyaya aitmiş. *** Yirmi yaşında olmadığımız halde bizler de mutlu olduğumuz anları gözden geçirsek, bütün kainatın karşısında titrediği şu kelimeye ulaşmaz mıyız? "Hiç!" (Samipaşazade Sezai - Küçük Şeyler, "Hiç")
·
211 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.