Gönderi

384 syf.
9/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 7 days
İş çıkışı. Geç saatlere kadar mesaiye kalmışsın. Şimdi de otobüsten inmiş, yürümeye başlıyorsun eve doğru. Diğer günlerin tıpkısı bir gün daha bitti. Sabah erkenden aynı şeyleri yaşamak için erkenden de uyuman lazım tekrar. Ne hoş bir hayat! İşlek bir cadde. Önünden gelen geçen, yaşlı genç, kadın erkek, güzel çirkin, mutlu üzgün, gülen somurtan, aceleci sabırlı ve benzeri insanlarla dolu bir cadde. Her biri, birer hayat. İyisiyle kötüsüyle, senin gibi olmayan ama bir o kadar da benzeyen birer insan. Derken ara bir sokağa giriyorsun. Hava kararmış, doğal ışıklar kendini yapay ışıklara bırakmıştır: Sokak lambaları, yıldızların o muhteşem parlakliklarini yutan o ışık kirlilikleri... Sokağın sağında solunda renk renk apartmanlar dizili. Bazı katlarda ışıklar yanıyor, bazılarında ise karanlık hakim. Bazılarından türlü sesler geliyor bazılarından ise gürültülü bir sessizlik. Sonra bir evden bir kızartma kokusu gelir burnuna ve o evin mutfağında bir şeylerin piştiğini anlarsın. Acaba kim kime ne pişirmiştir bu saatte? Yemekte konuşup, gülüyorlar mıdır? Yürümeye devam ediyorsun. Sonra baska bir evden bir çığlık kopup geliyor kulaklarına ve kulak kabartıyorsun o tarafa doğru. Bu sinir krizinin nedeni ne acaba? Mevsim bahardır, ilerlemeye devam ederken bir meltem esintisi beraberinde açan tomurcukların mis gibi kokularını getiriyor burnuna. Derin derin çekiyorsun içine bu serin havanın muhteşem bahar kokularını. Havada ay görünmeye başlamış çoktan. Dolunaya az kalmış, bir haftaya tamamlanır kesin. Arabaların sesleri giderek kesilmeye ve daha uzaklardan gelmeye başlıyor. Mahallenin kuytuluğuna doğru giderek ilerlermeye devam ederken sokağı bitirmiş, sonuna gelmişsindir çoktan. Şimdi sola dönüp biraz daha yürüyünce az önceki evlerin benzeri bir tanesine, ama farklı olarak içinde nelerin olup bittiğini çok iyi bildiğin bir eve gireceksin. Kendi evine! Tam sokağı dönerken solunda kalan lüks evin önündeki son model ve pahalı arabaya takılıyor gözün. Bugün erken gelmiş sahibi. Evin ışıkları da yanıyor. Fakat ne bir ses ne de bir yemek kokusu... Sadece kuru bir sessizlik ve perdelerin arkasında gözüken sönük bir ışık. Hepsi bu kadar. Ne kadar huzurlu bir hayat! Diğer evlerde kendi hayatınla benzerlikler bulsan da bu evde kendinde bulamadığın, hep bir hayalde kalmış ulaşılmaz bir his var. Kendini bildiğin kadarıyla hep böyle bir hayatın hayalini kurdun, evet, fakat... fakat geride kalan evler iyisiyle kötüsüyle, ne de olsa canlıydı. Mutlu veya mutsuz ama canlı. Her duygunun tam da sınırında. Ya öyle ya böyle. Ortası yok. Peki ya bu içi sessiz evin muhteşem dış görünüşü? Huzur. Bu evininki huzur olamaz, başka bir şey... Ne acaba bu evin sessizliğinin özelliği? Ölüme benzer bir tür sessizlik mi yoksa gün içinde hunharca tüketilen heyecanın bolluğuna yerini bırakan bir tür sakinlik mi? Sahi bu evin hayali gerçekten niye herkese cazip gelir ki? Dur bi dakika, herkes derken? Şimdi de kendini herkes yerine koyuyorsun. Daha düne kadar kendini herkesten farklı sanmıyor muydun? Şimdi de tutmuş farklılığın ayrıcalığından herkesleşmenin bayalığına çekiyorsun kendini. Gerçi çocukluktan bu yana herkes gibi olmak çabasının yolunda uğradığın sürekli başarısızlıklar, hep farklı olmak zorunda bırakılmana neden olmuştu. Ya sen kimseyi anlamadın ya da kimse seni anlamadı. Bu da toplumda kendini sürekli aşağılamana neden oldu. Aradan yıllar geçti fakat sen herkes olabildin mi? Peki ne zaman anlamıştın hiçbir insanın birbirine benzemediğini ve bu birbirine benzemeyen her insanın bir araya gelerek 'herkesi' oluşturduğunu? Ne zaman anladın, senin kimseyi anlamamanın aslında hiç kimseyi dinleyecek kadar ilgi çekici bulamadığını ve dolayısıyla kimseyi yeterince dinlemediğin için anlayamadığını? Kabul et, sen umursamaz bir çocuğun tekiydin. Senin gerçekleşmeyecek hayallerin yüzünden hiçbir insan hiçbir zaman anlaşılmak zorunda kalmadı. Hep farklı sularda yüzmeye çalıştın. Onlar seni anlamak zorundayken sen niye onları anlamalıydın ki? Senin insanları dinlemedigin için onları tanıma fırsatını kaçırdığını, dolayısıyla onlarla iletişim kurmayı beceremediğin için kimsenin seni anlamadığını fark ettiğin o zamanları hatırlıyor musun? Şimdi ne değişti, onları yeterince dinleyip anlayabiliyor musun? Daha da önemlisi onlar da seni dinliyor ve anlayabiliyor mu? Emin değilsin tabiki de. Hatırlıyor musun, geçen yıl işten eve dönerken üzerinde büyük puntolarla "Madalyon Psikiyatri Merkezi" yazan binayı gördüğünde ilk ne düşündüğünü? O binanın içindeki doktoru duymuştun; devamlı alışveriş yaptığın bir hipermarkette indirime giren kitaplara bakarken o doktorun da bir kitabını görmüş hatta almıştın. Sahi, neden geçen güne kadar beklemiştin de şimdiye kadar okumamıştın o kitabı? Ne oldu, senin insanları anlamaya dair o taze merakına? Tamam, tamam kızma, işlerden bir türlü fırsat bulup da okuyamamıştın şimdiye kadar, doğru ama bak fırsatını bulunca nasıl da iki günde bitirdin hemen, değil mi? Kapalı duvarlar arkasında yaşananlara dair merakını cezbetmişti. Ama anlamadığın bir sey vardı bu anlatılanlarda. İnsanların çoğu normaldi ve normal sebeplerle gidiyordu oraya. Hepsi de akıllı insanlardı. Her birinin bir diğerine benzemeyen sıradışı hikayesi vardı ama hiçbiri de deli değildi, evet, hatta kendi isteğiyle özel bir klinikte destek almaya gidecek kadar akıllıydılar. İşte asıl sorun burada başlıyordu. Oradaki insanların normal oluşlarına karşı dışarıda gördüğün, duyduğun insanların anormallikleri seni dehşete düşürüyordu, evet, asıl deliler dışarıdaydı. Bu kesindi. Sağında solunda, oturduğun şehirde, bir sürüydüler. Aynı mahallede, işyerinde, sokakta, hatta oturduğun binanın içinde bile vardılar, aşırı çoktular ve kendilerinde bir sorun olduğuna dair en ufak bir kuşkuları yoktu. Dehşet vericiydi bu! Bunu daha önce de duymuştun ama inanamamıştın. Şimdi de tüm gerçeklik soyunmuş, karşında çırılçıplak sergiliyordu kendini. Ünlü bir Italyan ressamın tablosuna bakar gibi bakıyorsun. Ne yapmalı? Kaçıp kurtulmak mümkün mü? Asıl çözüm burada başlıyordu işte... Dinlemek, anlamak ve savaşmak. Nasıl mı? Yargılamadan, içten ve anlattığı şeyler dünyanın en sıradan ve normal şeyleriymiş gibi. Normal dediğimiz şey nedir ki zaten? O bunları anlatırken her şey normal değil mi zaten ona göre? Dinlerken sana niye anormal gelsin ki? Empati. İşte o zaman anormal diye bir şey kalmıyor. Senin onu anlamaya başladığını inanması lazım. İşte o zaman bir şeyler anlatmaya başlayabilir ve savaşabilirsin. Onu değiştirmeye çalışma. İnandığı şeylere ters düşecek polemiklere girme. Onu anladığını ve sevdiğini hissettiği zaman kendini değerli hissetmeye başlayacak. İşte bunu başarırsan dostum, işte o zaman, o insanın da başkalarını sevmesini, çevresine iyi davranmasını sağlayabilirsin. Kitabı okurken bunları düşünüyordun. Yapabileceğini gerçekten düşünebiliyordun. Peki ya sonra? Aman... hayat savaşılamayacak kadar kısa ve anlamsızdı. Hayat uğraşmaya değmiyordu. Sabahın akşam, akşamın da sabah olması gerekiyordu. Ta ki günün birinde ansızın tüm hayatını değiştirecek o muhteşem gün gelene kadar. Ne harika bir plan! Sahi o gün gelecek miydi? Yıllar oldu ama öyle bir gün gelmedi ve belki de hiç gelmeyecek. Bu boş ümide sarılmaya daha ne kadar devam edeceksin? Hala anlamadın mı, sen hayata bir şey vermedikçe o sana zırnık koklatmaz? Anlıyorsun anlamasına da işine gelmiyor, değil mi? Hayatın boyunca yaptığın en iyi şeyi yapıyorsun hep: Kolayına kaçıyorsun. Olsun, kitabın bir insana, daha doğrusu sana kattıkları yadsınamaz. Hayatın bayalığına devam ederken bir çıkış yolunun daha olduğunu bilmek fazlalık değil, bilakis bilmeyenler için bir eksikliktir. Hayatın bir anlamı yok desek bir anlamı kalmaz zaten. Hayat, hayata anlamlar kattıkça güzeldir. Bunları düşünürken düşünceler tatlı bir şekilde birbirine karışıyor birden; her gece dinlediğin iskandinav mitoloji müzikleri eşliğinde uykuya dalıyorsun ve böylece her şey kısa bir süreliğine ortadan siliniyor.
Kral Kaybederse
Kral KaybederseGülseren Budayıcıoğlu · Remzi Kitabevi · 201517k okunma
·
300 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.