Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

296 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
5 günde okudu
BU YAŞAM GÖRÜŞÜNDE İHTİŞAM VAR!
Sokağa çıkma yasağı başlamadan eve dönmek için arabamın hızını biraz daha artırdım. Apartmanıma girip asansörü çağırdığımda bir tereddüte düştüm. Acaba gün içerisinde asansörde çok fazla insan sirkülasyonu yaşanmış mıydı? Tereddütlü bir şekilde asansöre bineceğime merdivenleri kullanıp yorulmayı tercih ettim. Eve girdiğimde ilk yaptığım şey maskemi çıkartmak ve marketten aldıklarımı havalandırmak için balkona atmak oldu. Ellerimi yıkayıp bilgisayarımın başına oturdum. Yarınki online toplantım için sunumum üzerinde çalışmaya başladım. Bu senaryoyu 2 sene öncesinde ancak bilimkurgu romanlarında görebilirdik. Dünya olarak 20 aydır hayal edemeyeceğimiz şiddette bizi etkileyen bir salgınla uğraşıyoruz ve yukarıdaki paragraf hepimizin her gün katbekat fazlasını yaşadığımız bir gerçek oldu. Peki hiç düşündük mü? Koronavirüs nasıl bu kadar etkili olabildi? Birden mi güçlendi? Zaaflarımızı bilecek kadar akıllı mı? Neden başka virüslere kullandığımız tedaviler işe yaramıyor? Tarihler 1960’ı gösterirken bir grup bilim insanı, insanda üst solunum yolu enfeksiyonu (ÜSYE) yapabilen yeni bir virus türü buldu. Virüsün taç şeklindeki morfolojisinden dolayı familyasına adına “coronavirus” dediler. O zamanlar için insan immun sisteminin oldukça iyi savaşabildiği bu virüs, nezle benzeri semptomlar dışında ciddi rahatsızlık yapamıyor ve fazla yayılamıyordu. Taksonomik olarak önemi olsa da diğer ölümcül hastalıklar düşünüldüğünde çok da önemli durmuyordu. Yaşam mücadelesinde insanın önde olduğu bir virüs formuydu. Bundan 42 sene sonra, bazı insanlar hızlı bir şekilde akut solunum yolu sendromu sebebiyle ölmeye başladılar. Buna sebep olan etkenin çok hızlı yayıldığı ve oldukça ölümcül olduğu gözlendi. Etken izole edip incelendiğinde bunun 42 sene önce çok da önemsemediğimiz koronavirüs olduğu fark edildi. Ama ilk bulduğumuz korona virüsten oldukça farklıydı. Daha dirençliydi ve çok daha hızlı yayılıyordu. Aynı familyaya ait olsa da farklı bir tür olduğu çok açıktı. Şiddetli akut solunum yolu sendromu (SARS) yapması sebebiyle bu yeni koronavirus türüne SARS-CoV ismi verildi. 2002 ile 2003 yılları arasında Hong Kong'dan yayılan SARS salgını pandemi haline geldi ve 37 ülkeye yayıldı. İnsan savunma sisteminin virüsü tanıması, izolasyon vb yöntemlerle salgın 2003 yılında sona erdi. Fakat virüsün eradike edilmediği biliniyordu. Koronavirus, hayvan rezervuarlarda uygun zamanı bekleyecekti. 2012’de Suudi arabistanda yeni bir salgın gözlemlendi. Koronavirus kaynaklı bu salgın Orta Doğu Solunum Sendromu (MERS) olarak adlandırıldı ve etkeni yeni bir tür olan MERS-CoV’du. Bu salgın çok yayılmadan sonlandı. Koronavirüs, evrimleşen bu yeni türüyle de yeterince hayatta kalamamıştı. SARS salgınında 8096, MERS’de ise 2494 vaka tespit edildi. Tarihler 2019’un aralık ayını gösterirken, dünya tarihindeki en büyük salgınlardan birinin başlamak üzere olduğunu bilmiyordu. Koronavirüs; önceki denemelerinden yeterince ders çıkarmış, yeni bir türle karşımıza çıkmıştı: SARS-Cov 2. Bu yazıyı yazdığım Temmuz 2021 itibariyle 189.000.000 vaka tespit edildi ve salgın hala yayılmayı sürdürüyor. Doğada canlılığın devamı için 2 kural vardır: yaşamak ve üremek. Her ne kadar kompleks bir canlı olduğumuzu düşünsek de bu temel biyolojik ihtiyaçlarımızdan arınabilmiş değiliz. Hepimizi genç yaşlardan telaşa düşüren, ömrüzümüzü tüketen o sınavlara çalışmamızı sağlayan şey bu zorunluluk: Yaşamak zorundayız, her canlı gibi. Koronavirüsün amacı tüm dünyayı kasıp kavurmak, insanları öldürmek değil ; o da bizle aynı kaygıyı güdüyor, yaşamaya çalışıyor. Bu sebeple on yıllardır sürekli değişiyor ve gelişiyor. Biz onla her karşılaşmamızda yeni silahlar bulup püskürtüyoruz ama o daha güçlü bir şekilde tekrar karşımıza çıkıyor. Doğanın kanunu, canlılığın bugüne gelmesinin koşulu bu zaten. Sanıldığının aksine evrim bir fikir, salt bir düşünce değildir. Evrim, değişim; bir doğa yasasıdır. Evrimin gerçekleşmediğini reddetmek, yere bıraktığımız bardağın yere düşeceğini reddetmekten farksızdır. Evrimin nasıl oluştuğunu açıklayan kurama ise evrim teorisi diyoruz. “Doğa değişir. Kayalar değişir, dağlar değişir, denizler değişir, okyanuslar değişir, hava değişir, her şey değişir. Daha da önemli- si, canlılar değişir. Bu bir doğa gerçeğidir. Bu tartışılmazdır. Doğada var olduğundan beri değişmeyen tek bir yapı bulunmaz, en azından şimdiye kadar hiç rastlanmamıştır.” (S.39) Burada şu kısa bilgilendirmeyi yapmakta yarar görüyorum. Teoriler kanıtlanmamış fikirlerdir, kanıtlanırlarsa yasa olurlar fikri bizim ortaokul lise seviyesinde ne kadar yetersiz bir eğitim aldığımızı gösteriyor. Teoriler hiçbir zaman yasa(kanun) olmazlar. Aksine yasalardan daha kapsayıcıdırlar, içlerinde pek çok yasayı barındırırlar. Teorileri, yasaların nasıl gerçekleştiğini anlamak için kurarız. Yasalar ne oluyor sorusuna cevap verir, teorilerse nasıl oluyor sorusuna. Yerçekimi bir yasadır, apaçıktır, inkar etmek saçmadır. Yer çekimini kütle çekim teorisi ile açıklarız. Kütle çekiminin bir teori olması, bizi yer çekiminden şüphe ettirmez. Aynı şekilde evrim de evrim kuramıyla(teorisiyle) açıklanır. Bunun bir teori olması, evrimin olmadığı manasına gelmez. Kaldı ki evrim kuramı 160 yıllık temeliyle, üzerinde çalışan binlerce bilim insanının on binlerce çalışmasıyla bilim tarihinin en sağlam teorilerden biri. Bu kısa aradan sonra kaldığımız yerden devam edelim. SARS Cov-2 salgını (yani daha çok bilinen adıyla Covid-19) yayılmaya başladığı günden beri en çok konuşulan haberler varyantlar, mutasyonlar oldu. Ne zaman salgının azaldığı söylense, “İngiltere varyantı yayılıyormuş”, “Hindistanda mutasyonlu bir tür varmış” vs gibi haberler ortaya çıktı. Yazıyı yazdığım bu günlerde de delta, hatta delta plus varyantından söz ediliyor. Peki ne oluyordu bu virüse? Çok mu akıllı, nasıl bu kadar kısa sürede değişiyor ve neden her değişimi virüsü daha güçlü hale getiriyor? Aslında diğer canlılardan çok farklı bir şey yapmıyor. Değişiyor, evrim geçiriyor. Bahsi geçen mutasyonlar, varyasyonlar mikroevrimin bir parçası ve evrimin çeşitlilik mekanizmasının ögeleri. Evrim, hiçbirimizin reddemeyeceği şekilde her zamankinden daha bariz bir şekilde gözümüzün önünde duruyor. Covid de diğer tüm canlılar gibi sürekli değişime uğruyor. Yüzlerce mutasyon geçiriyor ve çeşitlilik sağlanıyor. Bu mutasyonlu virüslerin çoğu çevre şartlarına dayanamıyor, bazıları aşılarımızla bazıları da izolasyonla engelleniyor (detaylar için evrim kuramını inceleyebilirsiniz). Buna da seçilim mekanizması deniyor. Evrim için önce çeşitliliğin olması, ardından seçilimin gerçekleşmesi gerekiyor. Peki evrim bu kadar gözümüzün önündeyken ve evrim kuramı çok sağlam temellere otururken neden evrimi kabul etmeyen(inanmayan demiyorum çünkü evrim inanılacak bir olgu değil, bilinilecek veya inkar edilecek bir olgu) birçok insan bulunuyor? Evrimi reddeden insanlara evrim karşıtı/ bilim karşıtı denmekte. Çünkü evrim, bilimsel temellerde tartışıldığında reddedilebilen bir unsur değil. Ancak taraflı bir karşıtlık içerisinde olunarak evrim reddedilebilir. Bu karşıtlığın sebepleri sosyal darwinizmin ortaya çıkardığı kötü etkilerin, evrim kuramının direk sonucuymuş gibi lanse edilmesinden tutun da insanların evrimi dini görüşlerine bir tehdit ya da tanrıya alternatif görmeleri gibi çok geniş yelpazede incelenebilir. Sebebi ne olursa olsun, bu karşıtlığın kökeninin evrimi bilmemek olduğunu düşünüyorum. Sosyal darwinizm, ekseriyetle biyolog olmayan insanlar tarafından Darwinin görüşlerinin yarım yamalak anlaşılıp (isteyerek ya da farkında olmadan) uygun olmayan toplumsal yapılara yanlış bir şekilde uygulanmasıyla ortaya çıkmıştır. Günümüzde hiçbir biyoloğun ya da bu işin felsefesiyle uğraşan hiç kimsenin darwinizmi olumladığını sanmıyorum. Darwinizm’in savunduklarıyla Darwin’in ya da evrim kuramcılarının dedikleri çoğu yerde uyuşmaz. Evrimin temel mekanizmalarından biri olan en “uyumlu” hayatta kalır görüşü çarpıtılarak, en “güçlü” hayatta kalır olarak lanse edilmiş; bu yanıltma özellikle 2. Dünya savaşı ve öncesinde ırkçılığa varan ayrımcılıklara zemin hazırlamıştır. Sadece güçlü insanların ve üstün ırkların yaşama hakkı olduğunu, güçsüzlerin umursanmaması gerektiğini savunan yandaşları vardır. Ama bu fikirlerin, evrimle ve Darwinle uyumsuz olduğunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Sosyal Darwinizm bu yazıyı çok uzatacağından burada keseyim. Kim bilir, belki bir gün başka bir yazıma konu ederim. Bugün Türkiyede asıl sorunumuz, evrimi reddeden kesimin de, kabul edenlerin de çoğunun neyden bahsettiklerini öğrenmeye çabalamamaları. Fikir önderi olarak kabul ettiklerimiz ya da mensubu olduğumuz camianın çoğunluğu neyi kabul ediyorsa sormadan araştırmadan arkalarından gidiyoruz. Mesele hakikat neyse ona ulaşmak değil miydi? Öyleyse neden doğru kabul ettiklerimize zıt olduğunu düşündüğümüz bir görüşle karşılaştığımızda onu anlamak yerine sorgulamadan reddediyoruz. Bilmediğimizi kabul etmeden, yanlışlarımızı düzeltmeden doğruya nasıl ulaşacağız? Bundan sonraki kısımda bahsedeceğim ve bu aralar üzerine kafa yorduğum konu, tanrı inancı olan insanların evrimi neden tanrıya rakip olarak gördükleri? Çünkü önümüze en çok set koyan konu burası oluyor. Neden insanlar evrim görünce arkalarına bakmadan kaçıyorlar ya da ellerine kalkan alıp bekliyorlar? Neyden korkuyorlar ki evrim gibi gerçeği müfredattan çıkartıyorlar, müzelerdeki evrim kelimelerini yerine farklı terimler kullanarak sansürlüyorlar? Evrimin ya da bilimin bulduğu bir olgunun herhangi bir dini hedef alıp reddetmesi, hele ki tanrı gibi tanımı ve kapsamı çok değişken bir varlığı olumsuzlaması söz konusu olamaz. Bilimin işlevi bu değildir. Bilim tabiatta gördüğümüz olayları sistemli bir biçimde açıklayıp bırakır. Onun üzerinden yorumlar yapmak, çıkarımda bulunmak bilimin görevi değildir. Burada felsefenin önemi ortaya çıkıyor. Felsefe sayesinde bilimin ortaya koyduklarını yorumlayıp, gündelik hayattaki karşılıklarını anlayabiliriz. Evrimin çeliştiği (karşı çıktığı demiyorum) inanışlar olabilir. Evrimin dünya ve biz hakkında söylediklerini gözden geçirerek bunların neler olduğunu düşünelim. Evrim, hatta tüm bilim dalları; puf diye ortaya çıkan varlıkları kabul etmezler. Bu canlılar için de böyledir; gezegenler, yıldızlar için de. Tüm tabiat olayları bir süreç gerektirir. Evrime göre türleşme (bir türden yeni tür oluşumu) atlamalar yaşayarak birden olmaz. Yeni bir türün meydana gelme süreci oldukça iç içe geçmiş sınırlarda meydana gelir. Dün Homo Sapiens yoktu, bugün oluştu gibi bir kavrayış söz konusu olamaz. Türler arası geçiş oldukça yumuşaktır. Bu sebeple bir türün ilk (tekil) örneği söz konusu olamaz. İlk insan diye bir kavram yoktur, bunu kesin olarak biliyoruz. İlk insanın birden ortaya çıktığı, ondan öncesinde insan benzeri bir varlığın olmadığını iddia eden tüm inanışlar bu gerçekle çelişmektedir. Evrimin kimi inançlarla çeliştiği bir diğer nokta insan neslinin dünya tarihinde rol aldığı zaman dilimi. Homo sapiens, Homo Heidelbergensis’ten Orta Pleyistosen döneminde, yani bugünden yaklaşık 500.000 yıl önce evrimleşmiştir. Ama ateşi bulan, yerleşik hayata geçen atalarımızın bundan çok daha önce yaşadığını biliyoruz. Ateşe hükmeden atalarımız Homo Erektus ve ondan da önce alet kullanımını öğrenen atalarımız Homo Habilis, Erken Pleyistosen döneminde yani yaklaşık 2.000.000 yıl önce evrimleştiler. Semavi dinlere ait kutsal kitaplarda ise insan soyu MÖ 4000’lere dayandırılıyor. Evrim teorisinden çıkarttığımız sonuçlardan biri de evrenin sırf bizim için, ihtiyaçlarımız göz önünde bulundurularak oluşmadığı. Eski çağlardan beri dünyanın bizim için var olduğu algısı vardı. Bunun doğal olduğunu düşünüyorum. Yüzbinlerce yıl önce yaşamış ilkel bir insanı düşünelim. Çevresini inceliyor. Arkasında içinde mağaralar olan dağlar görüyor. Mağaralar önemlidir çünkü fırtınalardan veya vahşi hayvanlardan buraya girip saklanabilir. Önünde kocaman bir orman görüyor, içi meyvelerle ve beslenebileceği çeşitli canlılarla dolu. Yakında bir nehir olduğunu fark ediyor, nehirden su içip serinleyebilir. Bir mamut yakalıyor. Mamutlar çok önemlidir çünkü etlerini yiyebilir, postlarını giyebilir, dişlerinden yeni avlanma silahları yapabilir. Bu nasıl mükemmel bir dünya, tam bizim ilkel insanımıza göre yapılmış. Bu “tasarım yanılgısı(illüzyonu)” olarak adlandırılır. Douglas Adams bu konuyla ilgili şöyle diyor: “Şimdi hayal edin, bu durum bir su birikintisinin bir sabah uyanıp düşünmeye başlaması gibidir: "Bulunduğum bu dünya ilginç bir yer -bulunduğum bu delik ilginç bir delik- tam bana göre, öyle değil mi? Aslında bana şaşılacak kadar uyuyor, beni içinde barındırmak için yapılmış olmalı!" Bu öyle güçlü bir düşüncedir ki, güneş gökyüzünde yükselip hava ısınırken, su birikintisi de giderek buharlaşıp küçülür, küçülür ama o telaş içinde her şeyin iyi olduğuna inanmaktadır, çünkü bu dünyanın amacı kendisini içinde barındırmaktır, onu içinde barındırmak için kurulmuştur. Bu yüzden, su birikintisinin kaybolma noktasına geldiği an onu çok gafil avlar.” Bence oldukça başarılı bir analoji. Deliğin suya göre şekil aldığını düşünmek ne kadar saçmadır. Su, deliğin özelliklerine göre o şekli alıp oraya dolmaktadır. Bizim durumumuzda tıpkı bu analojideki gibidir. Çevremize baktığımızda bize oldukça uygun bir evren görüyoruz ve diyoruz ki, bu evren ereksel bir düzende bizim için var olmuş olmalı. Halbuki evren bizi görüp o şekle girmedi, biz evrenin ya da dünyanın o anki şartlarına uyacak şekilde evrimleştik. Bu müthiş uyum aslında bizim adaptasyın yeteneğimizden kaynaklanıyor. Satre’ın meşhur “varlık özü önceler.” sözünü bu örneğe göre modifiye etmek istiyorum: “Çevre, canlıyı önceler” Bulunduğumuz çevreye göre adapte olmamız, çevre şartlarındaki dramatik değişikliklerden önemli ölçüde etkileneceğimiz manasına gelir. Bunu şuradan anlayabiliriz. Şuan yeryüzünde var olan türlerin sayısı, evrim tarihinde var olmuş türlerin yanında bir hiç. Günümüzdeki türler, var olmuş tüm türlerin %1'inden az! Yani var olmuş tüm türlerin %99'undan fazlası evrimsel süreç içerisinde bir yok oldu. Mükemmel bir şekilde var olduğunu düşündüğümüz dünyamız için dramatik bir sayı. Şüphesiz bazı türler çevreyi değiştirme etkisi diğer türlerden fazla, bizim gibi. Doğada çok ciddi değişiklikler yapmaya kalkıyoruz ve doğa yeri geliyor afetlerle bunun acısını bizden çıkartıyor. Son zamanlarda gündemde olan su krizleri, kıtlık riski bu işin daha büyük boyutu. Doğanın bizim için var olduğunu sanmamız, bizi onun üzerinde varlığımızı sürekli devam ettireceğimiz illüzyonuna itiyor. Tıpkı buharlaştığı halde, yok olduğunu inkar eden su birikintisi gibi biz de yavaş yavaş buharlaşma tehlikesiyle karşılaşıyoruz. Kaynakları bu şekilde hor kullanmaya devam edersek bundan en zararlı çıkacak olan biziz. Dünya öyle ya da böyle varlığını devam ettirir, bizim yok olduğumuzu umursamaz. Üzerinde bulunan canlılık da bir şekilde buna adapte olur, yeni canlı formlarıyla canlılık devam eder. Ama homo sapiens yeryüzünden silinir. Tabi söylediğim örneklerden hiçbiri evrim teorisinin dinleri hedef aldığını ya da tanrıya alternatif olduğunu göstermez. Kaldı ki evrim teorisinin şirk olduğunu söyleyenler olduğu gibi, İslam’la çelişmediğini söyleyenler de vardır. Biraz daha orta yolu bulmaya çalışanlarsa doğadaki diğer canlılarda evrimin olduğunu kabul ediyorlar, ama insanı bu sınıfa koymamayı tercih ediyorlar. Tek bir din özelinde değil de daha genel bir bakış açısından bakarsak, evrim teorisi Tanrı gibi pek çok inanışa göre farklı şekillerde algılanan bir kavramı asla denklemin dışına atmaz. Evrimin, tanrının yaratma şekli olduğunu düşünen pek çok insan, pek çok görüş vardır. Bu konular bilimin alanına girmemektedir, bilim olguları açıklar ve kenara çekilir. Belki burada problemin ortaya çıkış sebebi, dinlerin doğayı açıklama girişiminde bulunması ve din taraftarı insanların, tanrının varlığına kanıt olarak henüz bilinmeyen sınırları göstermeleri. Dinin sebebi bilinmeyen doğa olaylarını açıklamaya çalışması, bilim bunları açıkladığında boynunun bükülmesine neden oluyor. Tanrıyı uhrevi olarak hissetmek ve manevi hazlarda aramak yerine maddi dünyanın bilinmezlerine aracı yapmak “boşlukların tanrısı” algısını doğuruyor. Evrim deyince kabul etmekte zorlandığımız şeylerden biri de insanın maymunla ortak atadan geldiği. Maymunla ortak atadan geldiğimizi savunan birine karşı bir teistin verdiği sıkça karşılaştığım cevaplardan biri: “sizin atanız maymundan geliyor olabilir ama bizimki Hz.Adem’den geliyor.” Herhangi bir argümana dayanmayan, bilimden uzak, retorik ve aşağılamayla bezeli bu ve bunun gibi savunmaların sebebini aynı yere bağlıyorum: kibir. Aslında çok absürt karşılamıyorum. Çocukluğundan beri kendine eşref-i mahlukat olduğu söylenen, tüm evrenin kendi için oluştuğunu vurgulayan söylemlerin içinde büyüyen bir insan için bu algıdan kafasını kaldırması hiç de kolay değil. Evrim bize mütevazilik kazandırır, doğa için sandığımız kadar önemimizin olmadığını gösterir. Böbürlenmekten, üstün varlık sanısından bizi kurtarır. Bizim de yaşam mücadelesinde sıradan bir canlı olduğumuzu ortaya koyar. “İnsan türü, kendisini üstün görmesinden ötürü çevresinde mutlak bir hâkimiyeti olduğu inancını besler, böyle olmasını ister. Ne var ki birkaç saat sonraki hava durumunu bile net olarak belirlemekten aciz insan teknolojisinin, esasında çevre ve doğa olayları üzerinde son derece kısıtlı bir etkisi bulunmaktadır. Însan türu, çevresini kontrol etmekte beceriksiz olduğu gibi, korumak ve kollamak konusunda da son derece sıkıntılı bir türdür. Dolayısıyla, bütün modern ihtişamına rağmen insan türünün de vahşi doğadaki âcizane hayvan türlerinden pek de bir farkı olmadığını, büyük binalarımızın ve uzaya giden araçlarımızın esasında insanın biyolojik becerilerinden çok, zihinsel ürünlerinin bir gösterisi olduğunu görmek çok da zor değildir.” (S.189) Biz her ne kadar kendimizi büyük görmeye çalışsak, evreni ve bilimi inançlarımıza göre çarpıtmaya çalışsak da bu gerçekleri değiştirmez. Güneş balçıkla sıvanmaz. Evren her nasılsa öyledir, bizim arzularımız bunu değiştirmez. Lawrence Krauss, Hiç Yoktan Bir Evren kitabında konuyla ilgili şöyle diyor: “Evren olduğu gibidir, biz beğensek de beğenmesek de. Bir yaratıcının var olması ya da olmaması bizim arzularımızdan bağımsızdır. Tanrı'nın ya da amacın olmadığı bir dünya acımasız ya da anlamsız görünebilir, ama bu, Tanrı'nın gerçekten var olmasını gerektiren bir neden değildir.” Ufak bir toparlama yapıp yazımı sonlandıracağım. Evrim sadece canlılığın oluşumu, gelişimi gibi tarihsel bilgi olarak görmek hata olur. Bu evrim bilmek, doğaya ve olaylara bakışımızı değiştiren çok güçlü bir yaşam görüşüne kapı aralar. İnsanı, davranışlarımızı ve çevremizle olan etkileşimimizi, doğadaki konumumuzu evrimi bilerek anlamlandırabiliriz. Nerden ve nasıl geldiğimizi, bu yolda çektiğimiz cefaları ancak evrimle anlayabilir ve diğer canlılarla benzerliğimizin farkına varıp doğayı ancak bu şekilde kucaklayabiliriz. Charles Darwin’in 160 yıl önce dediği gibi: “Bir ya da birkaç biçimde başlayan yaşamı böyle anlayan ve bu gezegen çekimin değişmez yasasına göre dönüp dururken, böylesine basit bir başlangıçtan en güzel, en olağanüstü biçimlerin evrimleşmiş ve evrimleşmekte olduğunu kavrayan bu yaşam görüşünde ihtişam var!” Hakikati öğrenmek için, ben bilirim tavırlarını bırakıp neden, nasıl sorularını sormaya başlamamız gerekiyor. Her şeyi bildiğini sanan insan hiçbir şey öğrenemez. Cahilliğimizi fark edip, asla bitmeyecek bilgi açığımızı kapatmaya çalışmalıyız. Bilim, doğayı anlama sanatıdır. Şahsi görüşlerimizin değişmesinden korktuğumuz için gerçekleri eğip bükerek ya da karalayarak hiçbir yere gelemeyiz. Herakleitos’un bundan 2500 sene önce dediği gibi değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu kabul etmeli, sabit fikirlerin arkasına saklanmayı bırakıp değişime açık olmalıyız. Yazımın başlarında da dediğim gibi değişim, doğanın bir gerçeğidir. Biz de değişen hayat koşulları ve bilimsel gelişmelere ayak uydurmaya çalışmalıyız. İnsanın ancak kendini üstün görmeyi bırakıp; bin bir zorlukları atlatarak ve nice kayıplar vererek geldiği yeri kabullenip, doğadaki konumunu kucaklayabildiği zaman özgürleşebileceğini düşünüyorum. Karanlığı ancak bilimle aydınlatabiliriz.
Evrim Kuramı ve Mekanizmaları
Evrim Kuramı ve MekanizmalarıÇağrı Mert Bakırcı · Evrensel Basım Yayın · 20151,336 okunma
·
1.064 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.