Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Seyyid Kutup kimdir? Seyyit Kutup, Mısır’ın Asyut vilayetinin Muşa köyünde 1906 senesinde doğdu. İlk tahsilini doğduğu yerde yaptıktan sonra Kahire’ye gidip, orada ortaokul ve liseyi bitirdi. 1933 yılında mezun olduğu Darü’l Ûlum fakültesinde tarih, coğrafya, Arap edebiyatı, İngilizce, felsefe, sosyoloji gibi ilimler okudu. Müfettiş olarak vazife aldı. Müfettişliği sırasında İngiliz edebiyatına ve Avrupa kültürüne sempati duydu. Daha sonra vazifeden ayrılarak kendini tamamen edebiyata verdi. Memleketi icâbı Arapçayı iyi bilen Seyyit Kutup çok çeşitli kitaplar yazdı. 1949 yılında sosyoloji doktorasını yapmak üzere Amerika’ya gitti. İki yıl sonra Mısır’a döndüğünde İhvan-ı Müslimîn Teşkilatında irşad müdürlüğü yaptı. Cemal Abdünnasır öncülüğündeki subayların 1952 senesinde gerçekleştirdiği darbeden sonra, yeni yönetimin danışmanlığına getirildi. Daha sonra Cemal Abdünnasır ve adamlarıyla arası açıldığı için bu vazifeden ayrıldı. İhvan-ı Müslimîn Teşkilatının yayın kurulu başkanlığını ve teşkilat adına çıkan bir gazetenin başyazarlığını yaptı. 1954 senesinde İhvan-ı Müslimîn Teşkilatının bazı üyeleriyle birlikte Cemal Abdünnasır’a suikast düzenlemeye hazırlandıkları gerekçesiyle tutuklandı, 1966 yılında da idam edildi ve Kahire’ye defnedildi. Seyyit Kutup, ciddi bir İslamî tedristen geçmemişti ama İslamî söylemlere âlâka hissediyordu. Lâkin geçmişinde komünizmle ilgilendiği için, bu düşüncenin izleri onun eserlerinde hep müşahede edilmiştir. İbn Hazm ve İbn Teymiyye’den de etkilenen Seyyit Kutup, Ehl-i Sünnete muhalif yazılarıyla İslam dünyasında da eleştiriye tabii tutulmuştur. Biz de burada kendi eserlerinden aldığımız kısımların Ehl-i Sünnete uygunluğunu inceleyeceğiz. Allahu Teâlâ, İsa Aleyhisselamın öldürülmediğini, asılmadığını Kur’an-ı Kerim’inde bildirirken Seyyit Kutup, Fizilal-il Kur’an adlı tefsirinde, Sure-i Maide’nin 115. ayetini yorumlarken şöyle diyor: “Hazret-i İsa’nın vefatından sonra kaleme alınmış bu İncillerde…” Sûre-i Âl-i İmrân’ın 55. âyetini yorumlarken diyor ki: “Onlar Hz. İsa’yı (selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O’nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi… Fakat O’nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi… Bu konu Allah’tan başkasının yorumunu bilemeyeceği “müteşabih” kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah’ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler.” Ehl-i Sünnet âlimleri, İsa Aleyhisselamın ölmediğini, diri olarak göğe kaldırıldığını yazmışlardır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki: “Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lanetledik. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler, asmadılar da. Öldürülen kimse kendilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler tam bir kararsızlık içindedir. Bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı kendi nezdine kaldırmıştır.”1 İmam-ı A’zam Ebû Hanife rahimehullah buyuruyor ki: “Deccal’in, Ye’cüc ve Me’cüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.” İmam-ı Kurtubî rahimehullah, tefsirinde: “Yani onu semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekândan münezzehtir.”2 Seyyit Kutup, bunca doğru söylendikten sonra Nisa Suresinin 58. ayetini tefsir ederken şöyle diyor: “Kur’an-ı Kerim, … Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O’nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O’na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler. Kur’an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir sûrede şöyle demektedir: “Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim.” (Sûre-i Âl-i İmran/55) Bu da diğer ayet gibi İsa’nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur’an’ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkânına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur.” Sonra Mâide Sûresinin 117. âyetini yorumlamaya çalışırken şunları yazıyor: “Vefatından sonra onlardan elini eteğini çektiğini ifade ediyor. Kur’an-ı Kerim’in açık ayetleri yüce Allah’ın önce Hz. İsa’nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı rivayetler O’nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada anlayabildiğim kadarıyla Allah’ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim şehitlerde yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah’ın katında diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz. Hz. İsa’nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: “Fakat sen canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem” demektedir.” Yani Seyyit Kutup, Hz. İsa Aleyhisselamın göğe kaldırılışı ve tekrar yeryüzüne geri gönderilişi hakkındaki düşüncesi İslam Akidesine terstir. Seyyit Kutup şöyle demektedir: “Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.”3 Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyet’tir. Bu bakımdan Seyyit Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mesuliyetlerle yüklü değildir. İslâm nizamında Müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslâm nizamında yaşayan gayri müslimler, yani zîmmîler ise namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar sadece haraç verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın şahitliği kabul olmadığı gibi kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zîmmîler imam olamadığı gibi halife de olamaz, hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Seyyit Kutup şöyle der: “İslam, haçlıların ve daha birçoklarının yaptıkları gibi, görüş açısı dar din taassubundan doğan savaşları da benimsemez; zira İslam’da diğer din mensuplarını zorlama, o dinlerin prensiplerine bakmaksızın, asıllarını reddetme gibi bağnazlıklara yer yoktur.” 4 Yine eserin başka yerinde şöyle der: “Zımmi olarak İslam’ın himayesi altına girenler için durum daha farklıdır. Çünkü İslam’ın kesin emri gereğince, biz Müslümanlara verilen hakların hepsine onlar da sahiptirler.”5 İmam-ı Gazali Hazretlerinin Kimya-i Saadet adlı eserinde naklettiği bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “İmanın temeli ve en kuvvetli alameti Müslümanları sevmek, kâfirleri sevmemektir.” Müslümana, zîmmîye ve kâfire ayrı ayrı muamele ile emredildik. Müslümandan öşür ve zekât alındığı halde kâfir olan zimmîden zekât değil, haraç ve cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. Seyyit Kutub bu fikirlere delil olarak İslam âlimlerini değil bir müsteşrik olan Sir T. D. Arnold’un kitabını veriyor. Yine Allahu Teâlâ buyurdu ki: “Hak din olan İslâm’ı kabul etmeyen kâfirlerle cizye vermeyi kabul edinceye kadar veya hak dini kabul edinceye kadar onlarla harb edin.”6 Seyyit Kutup şöyle demektedir: “Allah Teâlâ rahmetini sadece Müslümanlara değil aksine tüm insanlara ihsan etmektedir.” 7 Ehl-i Sünnete göre, rahmet müminleri kapsayıcı bir sıfat-ı ilahidir. Rahman ise bu dünyada hem Müslüman hem de gayr-i Müslim herkesi kaplar. Seyyit Kutup’un zekâtla alakalı Ehl-i Sünnete muhalif görüşleri mevcuttur. “Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usûl dâhilinde sarf edilmesi ile vazifeli olan da devlettir.”8 Hâlbuki zekât, yedi sınıf insanın ve fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarf edilemez. Sarf edilmesi dört hak mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddîk (r.a.), zekât vermeyenlerden zorla almak istediği ve alınacak zekâtın da Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen yedi sınıf Müslümana verileceği söylenmiştir. Zekât, malın belli bir kısmını Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilen yedi sınıf Müslümana vermektir. Hanefi mezhebinde ise bu yedi sınıftan bir sınıftaki Müslümana vermekle de farz yerine gelmiş olur. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesinin lâzım olduğunu bütün Ehl-i Sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, yani şer’i hükûmet fakirin vekili olarak zekâtı alır, fakirlere dağıtır. Hükûmet aldığı zekât parası ile yol köprü yaptıramadığı gibi hiç bir hayır kurumuna da veremez. Zekât yalnız yedi sınıf insanın hakkıdır. Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen bu hakkı hiçbir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur. Hadis-i şerifte zekâtın fakir akraba varken başkalarına verildiği takdirde, zekâttan sevap alınamayacağı, makbul bir zekât verilmiş olmayacağı bildirilmektedir. Buna rağmen Seyyit Kutup: “Keza, Hz Ömer (r.a.) müellefet–ül kûluba (İslâm’a yeni girmiş, kalbleri kazanılmak istenen kimselere) zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Ve meselâ bunu ancak muayyen bazı zümrelere hasredebiliriz. Nakit veya aynî olarak vermeyebilir, onlar için fabrika ve sanayi tesisleri kurabiliriz. Veya bazı tesis ve teşekküllerde onlar için hisse senetleri alabiliriz. Ta ki onlara bugünün medenî icapları ile bağdaşmayan ve heba olup giden muvakkat ihsan manasından uzak, daimi bir rızık ve gelir kaynağı temin edilmiş olsun.”9 Yine aynı hezeyanı savurmaya devam eden Kutub şöyle der: “Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdî bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslâm’ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.” 10 Seyyit Kutub şöyle diyor: “Müslümanların umumi maslahatlarına sarf etmek için bütçenin ihtiyacı kadar anaparalarından gereken miktarın alınması, bu esasın uygulanması bakımından devlete verilmiştir. Devlet toplumun ve ülkenin savunması için gereken miktarı, bir daha geri vermemek şartıyla sermayeden alabilir. Bu prensipte, ferdî mülkiyetin takyid ve tahdidi söz konusudur. Kişi, o hakkı devletin umumi ihtiyaçlarının emrine verir. Zaruri ihtiyacından fazlasını amme hizmeti gören devletin emrine kayıtsız şartsız tahsis eder. Bu prensip sayesinde devlet iktisadi dengesini sadece vergilerle değil, aynı zamanda karşılıksız ve bir daha geri verilmemek üzere toplumun umumi maslahatlarına sarf etmek için ferdi mülkten aldığı paylarla düzeltir.”11 Hâlbuki şeriat hükûmeti, tebaasındaki Müslüman ve zımmîlerin mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Şahsî mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin umumî ihtiyaçları ancak Beytülmal’dan sarf edilir. Bu bakımdan Beytülmal har vurup harman savrulmaz, kaynakları kurutulmaz. Onda tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden şahsî malını almak bâtıl sistemler içerisinde sadece komünizmde vardır. Dinde kaide koymak Allahu Teâlâ’nın hakkıdır. Ondan sonra Allah’ın emirlerinden kaide çıkaran da Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’dir. Ondan sonra, Kitap ve sünnetten hüküm çıkaran müctehit imamlardır. Kitap’ta, sünnette ve icmâda kimsenin ödünç verme mecburiyeti yoktur. Müslüman ferdi buna mecbur tutmak zulüm ve gasp olur. Seyyit Kutup’un bu tarzdaki söylemlerini diğer eserlerinde de görüyoruz: “Devlet lüzumu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.”12 Aynı eserde: “Şayet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükümet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakirlere iade eder.”13 “Aynı zamanda, mal cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğundan yahut yararlanmak istediklerinde içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek bakımından ferd onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.”14 Seyyit Kutup, İslami Etütler adlı kitabında Arap milliyetçiliği için tüm dinlere ılımlı yaklaşmalarını gerektiği beyan ediyor: “Arap ülkelerindeki içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için dini inançları ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak, almaya azmettiğimiz zaman bu ülkelerde revaçta olan –yalnız İslâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz.” Dinî inançları, ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak aldığımız zaman, bize yalnız İslâm değil diğer dinler de yardımcı olacaktır, diyor. İctimaî tesanüdün tahakkuku için İslâm kâfi gelmiyormuş gibi diğer dinleri de zikretmektedir. Seyyit Kutup, İslami Etütler adlı eserinde şöyle diyor: “Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.” Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyet’tir. Bu bakımdan Seyyit Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mesuliyetlerle yüklü değildir. Seyyit Kutup: “İslâm, (iki cins arasında) erkekle beraber kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.”15 Hâlbuki bilindiği gibi kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta eşit değildir. Erkek karısına boş ol dedi mi kadın boş olur. Kadın boş ol dese bir şey gerekmez. Şahitlikte iki kadın bir erkektir. Kadın hâkim ve devlet reisi olamaz. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir, fakat adalettir. Yine kadınların meclise girmesiyle alakalı şunları yazıyor: “Bugün İslâm adına, kadının parlâmentoya girmesini istemeyen, çalışmaktan menedilmesi, kol ve etek örtüsünün uzatılması için haykıranlar –kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte- meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.”16 Seyyit Kutup şöyle demektedir: “Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı Ömer ibni Abdülaziz’i İslâmın başına getiriyor.”17 Ömer bin Abdülaziz Hazretlerini İslâm Devletinin başına kim getiriyor? Tesadüf mü Hz. Allah mı? Seyyit Kutup, İslâm’da Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, Şiilerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden; (Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman (r.a.) olmak üzere Eshâb-ı Kirâmın büyüklerine dil uzatmaktadır. Hatta dört büyük halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman (r.a.)’a “bunak” diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır. Seyyit Kutub şöyle demektedir: “Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı. Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi.”18 Seyyit Kutup bir eserinde şöyle demektedir: “İslâm, yeryüzünde zulmeden hiçbir kuvvetle mütareke yapmaz, yapmamakla mükelleftir.”19 Peki, o zaman, Resulullah Efendimizin (s.a.v.) imzalamış bulunduğu Hudeybiye Musalhasına ne diyeceğiz? “Bugün onları Peygamber (s.a.v.)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslâm’a davet etmemiz asla kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslâm nazariyesi karşısında duran teferruatlı ictimaî nazariyeler yoktu.”20 Resulullah Efendimizin (s.a.v.) davet ve tebliğ usulünü kullanmayacaksak kimin metodunu kullanacağız? Hz. Peygamber (s.a.v.)’in daveti Kur’an-ı Kerim ve hadisleriyle olmuştur. Bu iki kaynağımız mı kısa ve yetersizdir? Seyyit Kutub, hurafeyle mucizeyi birbirine karıştırmış ve bu doğrultuda şu sözleri söyleyebilmiştir: “İslam kendisini beşeri düşüncenin kurtarıcısı sayar. Öyle ki düşünceyi, sadece vehim ve hurafelerinden değil, aksine tabiatı parçalayan mucizelerin baskısından da kurtarır. Bu nedenle İslam, insan düşüncesini, tabii harikuladeliklerle, insanüstü olaylarla kendisine celbetmek için uğraşmaz.”21 “Ben şu kanaatteyim ki, Hz. Ömer (r.a.) birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hz. Ali (r.a.) üçüncü halife olsa idi veya Hz. Osman (r.a.) iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı İslâm tarihinin çehresi daha başka olurdu.”22 Burada çok çeşitli yanılgılar ve bühtanlar mevcuttur. Zira Hz. Ali’nin üçüncü halife olmasını istemek, Hz. Osman Efendimize hakarettir. Hz. Ömer (r.a.) birkaç sene daha hilafette kalsaydı demek, keşke birkaç sene daha yaşasaydı demektir, bu da kader-i ilahiyeye isyandır. Hz. Osman (r.a.)’ın yirmi yaş daha erken hilafete geçmesini dilemek ise, onun yetersiz olduğunu söylemek densizliğidir. Nitekim yukarıdaki cümleler, İslam adına konuşan ve eser yazan bir kişiye hiç yakışmayacak sözlerdir. Bir sürü saçmalıkları var. Daha fazla sapıklık için bknz. dintahripcileri.com/seyyid-kutub
··1 alıntı·
1.250 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.