Gönderi

Bir Böcekleşme Hikâyesi- Serdar Aygün
Bir Böcekleşme Hikâyesi: Dostoyevski’nin hemen hemen bütün romanlarında bezgin, umutsuz, korkak; tıknaz, toparlak yüzlü, hafif şapşal görünümlü, çoğu zaman sırnaşık ve az evvel okkayla içtiği votka yüzünden burnu kıpkırmızı olmuş bir “mujik”e (erkek Rus köylüsü, "herifçik") rastlarsınız. İşin garibi, fizyonomisi böyle resmedilen bu köylülerin ağızlarını açıp konuşmaya başladıkları zaman içlerinden bir filozof çıkmasıdır. Dostoyevski’nin “Rus bilgeliği” dediği, bana kalırsa herhangi bir millete mâl edilemeyecek kadar evrensel “köylü bilgeliği”dir bu. İlhamını doğrudan doğruya hayatın kendisinden alan, teorik mantık yürütmelerin dışında, p⇒q ile değil de “Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa” şeklinde temsil edilen bir epistemolojiden bahsediyorum. Dostoyevski’nin bu mujikleri içinde öyle biri vardır ki hem kuruluşu hem de sunuluşu itibariyle bambaşkadır: “Suç ve Ceza”nın Marmeladov’u. Cabbar karısı Katerina İvanovna’dan dayak yiyip yiyip soluğu meyhanede alan, oturduğu yerden insanlara “Hey bayım, şimdi bana bir böcek olmadığımı ispatlayabilir misiniz acaba? Evet, lütfen, hadi bana bir böcek olmadığımı ispatlayın, buna çok ihtiyacım var!” diye bağıran, ezik, sinik, mahcup ve ölesiye öfkeli Marmeladov… Eğer Dostoyevski’yi tanımasak, onun o korkunç romanlarındaki dinmez varoluş çelişkisini bilmesek Marmeladov bizim yalnızca gülünç bir tip olabilirdi. Fakat çok iyi biliyoruz ki Dostoyevski, Marmeladov tipinde, insan ruhunun çok karanlık bir bölgesine sesleniyor; soruyu herkesten çok kendine soruyor: Hadi, şimdi bana bir böcek olmadığımı ispatlayın ey insanlar! Böylece Marmeladov trajik bir tipe dönüşüyor. Ve Dostoyevski hepimizden iyi biliyor: Her trajedi, içinde bir komik saklar. Her komikse biraz trajiktir. “Böcekleşmek” ve böcekleşmeye dair bir roman söz konusu olduğunda zihnimizde uyanan ilk izlenimi tahmin etmek zor değil: Kafka ve onun artık bir fetiş nesnesi hâline gelen romanı “Dönüşüm”. Siz işgüzâr yayınevlerinin “Dönüşüm” romanının kapağına “devasa bir böcek” koyup durmalarına bakmayın. Kafka, dönemin en meşhur illüstratörlerinden Ottomar Starke’ın “Dönüşüm” için bir kapak tasarladığını öğrenince yayınevine bir mektup yazarak ne demiş, ona bakın: “Son mektubunuzda bana, Ottomar Starke'nin Dönüşüm için bir kapak resmi hazırlayacağını yazmışsınız. Bunu okuyunca küçük ama sanatçıyı Napoleon'dan tanıdığım kadarıyla, herhalde çok gereksiz bir korku uyandı içimde. Yani Starke gerçekten bir kitap resimleyicisi olduğundan, doğrudan böceğin resmini yapmaya kalkışabilir gibi geldi bana. Sakın yapmasın böyle bir şey, lütfen! Niyetim, böylece onun yetki alanını kısıtlamak değil, öyküyü doğal olarak daha iyi bildiğim için, kendisinden yalnızca bir ricada bulunuyorum. Böceğin resmi yapılamaz. Dahası, uzaktan bile gösterilemez!” Aslında bu mektup, içinde tüm romanın özünü saklıyor: Evet, kimsenin “böcek olduğu”, kafasından anten çıktığı ve bacaklarının duyargalara dönüştüğü yok. Burada kastedilen, metaforlaştırılan şey “böcekleşme”nin tâ kendisi. Nurdan Gürbilek’in “Benden Önce Bir Başkası” adındaki olağanüstü ufuk açıcı kitabında belirttiği gibi, Kafka, Gregor Samsa’yı “böcekleştirerek” şunun cevabını arıyor: “Ya başkaları için böcek kadar değersizsem? Ya böcek kadar ezilip geçilebilir, böcek kadar önemsizsem? Ya başkalarına göre insan değil de böceksem ben?” Kafka hayatı boyunca bu sorunun cevabını arayıp durdu. Cevaplayabildi mi, bilmiyorum. Okuduğum hiçbir Kafka kitabında herhangi bir “cevaba” rastlamadım. Onda hep tekinsizliği, güvensizliği, dünyanın, varoluşun, yok oluşun, çağrılışın, unutuluş ve hatırlanışın kaygan zeminini buldum. Hiç kimsenin adıyla çağrılmadığı bir dünyada hiçbir zaman sonuçlanamayacak davaların sanıklarını ve asla çıkılamayacak bir tepenin zirvesindeki şatoda kaybolan insanları buldum. Sanırım burada bir aforizma patlatmanın tam sırası: Kafka, bulmanın değil kaybetmenin anlatısını yazar. Arayışı arayanların anlatısını. Bulmanın imkansızlığının aramanın imkânsızlığına dönüştüğü yeri yazar o. Ha, bu arada, hiç kimsenin adıyla çağrılmadığı bir dünya mı dedik az evvel? “Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli Daha hiç çağrılmadım Biri olsun 'Yakup!' diye seslenmedi hiç Yakup! Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım” (Edip Cansever – Çağrılmayan Yakup) Peki, Dostoyevski’deki “böcekleşme” nedir bu durumda? Marmeladov niçin her defasında Katerina İvanovna’nın eteklerinde ağlar, yeminler eder, alkolü bırakır da akşama yine meyhanede bulur kendini? Niçin insanların masalarında bir meze, bir “eğlencelik” olmayı göze alır ve nasıl olur da böyle “ahmak” bir tip konuştuğu zaman Raskolnikov’u bile etkileyebilecek cümleler kurar? Dostoyevski, insandaki arzuyla rızanın, öfkeyle merhametin, şehvetle dinginliğin, sevgiyle nefretin, inançsızlıkla “inanmak ihtiyacı”nın müthiş çarpışmasını derininde, en derininde hissediyordu. Bu çarpışmalar “Suç ve Ceza”yı, “Karamazov Kardeşler”i, “Ecinniler”i doğurdu. “Karamazov Kardeşler”de tüm benliğiyle tanrıyı inkâr eden İvan’la tanrıya sonsuz bir inançla bağlı olan Aleksey arasındaki büyük çelişki, Dostoyevski’nin diyalektik çarpışmasını besliyordu. İnkârla inanç arasında gidip gelen bu büyük beyin, bu geniş alın, en sonunda şu yargıya vardı: “Eğer bir tanrı olmasa, onu icat etmek zorunda kalırdık.” Şimdi, Tevfik Fikret’in “İnanmak İhtiyacı”nda dediklerini hatırlayalım: “İnanmak… İşte bir ağuş-ı ruhani o gurbette” Fikret, “Bütün boşluk; zemin boş, âsumân boş, kalb ü vicdân boş” diyerek başladığı şiirde bu “boşluğun” tek tesellisi olarak “inanma”yı görmüyor mu? “İnanmak, insanın o büyük gurbetinde şefkatli bir kucaktır” derken Dostoyevski’yle aynı yerde buluşmuyor mu? Toparlayayım: Kafka, Dostoyevski, Fikret ya da Edip Cansever, fark etmez; özne, “böceksi” arzuları ile “insansı” düşünceleri arasında sıkışınca çıldırasıya bir öfkeye kapılıyor. Bu öfke, Kafka’daki gibi asla sonuca ulaşmayan devasa kısır döngülere yahut Dostoyevski gibi, Fikret gibi “inanmak ihtiyacı”na varıyor. Yahut bir bakıyorsunuz kişi, Edip Cansever’in "Yakup"u olup adını bile yok edecek kadar yabancılaşılaşıyor. Tabii eğer adınız Orhan Veli’yse ve tüm Türk edebiyatının en muzip, felsefeyi en fazla vülgarize eden şairiyseniz bu “böcek ve insan” çelişkisini anlatmak size düştüğünde arzuyla düşüncenin sonsuz uzaklığını yine “dümdüz” üç dizeyle anlatıyorsunuz: “Düşünme, Arzu et sade! Bak, böcekler de öyle yapıyor.”
·
62 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.