Seni şimdi ben, "bu dünyadan çekip gitmişlerle bir, düşünebilir miyim, buna kim dayanabilir!" Kitap şairin yayımlanmamış şiirlerini içeren, eşi Azime Korkmazgil tarafından bir veda derlemesi olarak hazırlandı. Serinin 14.kitabı, 15.son kitabında şairi değerlendireceğim ancak bu kitabın değerlendirmesi, kitabı incelikle tamamlamış Azime Korkmazgil'e ait olmalıdır. Ah Azime, yıllarca şairle mektuplaş ve arkana bakmadan şairin hayatına güneş gibi doğ!
ÖNSÖZ GİBİ
Otuz yaşımın olanca korkusuzluğu, yerinde duramazlığı ve sevimliliğiyle oturuyordum söğütlerin altında.
Çocuklar çakı taşlarıyla, çığlık çığlığaydılar akan suda. Temmuz sıcağı tütüyordu. Harman sarıları, dizlerimdeki sayfalardan kalkıp, yamaçlara ağıyordu. Kırlangıçlar geçiyordu Ağlasun'un göklerinden. Dereboylarından bin renkli türküler yükseliyordu.
Kimdin sen? Adını duymuş muydum?
Yıllar önce bir tek, o eşsiz ağustos şiiri'ni okuduğum zaman Dost'ta, deprem yaşamıştım uğuldayan kanımın hızlıca akışında.
"Kimsin?" diye sormuştum sana.
Çocuklarımın yörük karası gözlerinden, güneşi ince ince süzen salkımsöğüdün dallarına kadar, evreni bir bir taramış, meydan okumuştum:
"Benim olmalısın!" demiştim.
Dünya, bir devrimin eşiğindeydi sanki.
Sen,
"gürün'de doğdum -dedin mektubunda-
mutlu günlerin
dışında
ekmek kavgasının
içinde doğdum
tutsak sabahlar yaşadım
masmavi özlemlere kandım
kavak yapraklarında
sakız gibi güneşler
yitik bereketler arkasında
çırçıplak düşlerle
savrulup gitti
çalınmış çocukluğum
gezdim sevdim okudum
topraktan kaldırıp elimi
alnıma koydum
yangın yerlerinde
güneşe karşı öfkeyle
gülen gözler yıpranmış
yalın eller kitaplar
çekmiş perdeleri
kapkara
gördüm acıydı sevinçti korkuydu
hınçtı kerem 'di garip karacoğlan'dı
yunus'tu sinan’dı mustafa kemal'di
destanlar ortasında
çalkandım durdum
zorlu dağlar zorlu beller
yorgun tarlalarda
zorlu acılar
onların yüzlerinde gördüm
ağrımın aynasını
gözbebeklerimde yaşadım
insan dedim
barış dedim
vurun demedim
bir kancık dönemeçte
bir ölümlü gün
yirmi üç baharımda
kelepçe değil kollarımda
yiğitler anası
memlekettim!"
dedin.
Yirmi yıl, başka bir şey sormadım sana.
Zaten, çetin bir bileğitaşıydın, bundan böyle, benim için!
Oturdum seni örten ağır blokun üzerine; taş gibi sus kundu taş. Soğuk mavi kasım göğünde, ıslak kentin başı üzerinden akıp giden bulutlar gibiydin sen.
Yola açılan kapıda, biri kız biri erkek, iki delikanlı duruyordu. Bekçi onlara, benim bulunduğum yeri gösterdi. Elele geldiler. Çekinerek yakınımda durdular. Kızılır mak'tan parçalar, dua gibi dökülüyordu dudaklarından.
"Sık sık düşlerimizde görüyoruz onu..:" dedi kız. "Onu tanıyan herkesin düşlerine giriyormuş..." dedi genç adam.
Gülümsemek isterdim gözlerine; tutunmak ister gibiydik 'acılara'.
Uzakta, batmakta olan güneş, senin ömrünce ardında koştuğun kızılkuğu'yu andırıyordu.
Dönüşte Ahmet Küflü'ye uğradım.
"Onu toprağa vereli ikiyüz altmışbeş gün oldu" dedim.
"Kederi aşıp ötesine geçemiyorum" dedim.
"Aşılmaz!" dedin.
Doktor Yücel'e gittim; "çaresi yok!” dedi.
Boşluğa baktık, ayrı pencerelerden.
Dönüp eve geldim. Eve her dönüşümde omuzlarıma abanan dağı çıkardım merdivenlerden; kapıdan birlikte girdik.
Bu gece seni okuyacağım.
Öfke ve acı yanyana.
Dokunmasalar da ağlayacağım.
Biliyordum, "kandan kına yakılmaz”, hiç yakılmaz; elbet sevgidir aslolan. Gene biliyorum ki sen, bu adla bir kitabının çıkmasını tutkuyla istedin. Çok sevdiğin, ellerinde büyüttüğün bir genç vurulup düştüğü gün, "kitabımın adı bu olsun!" demiştin. Sonra; saçlarına beyaz bir güvercin konup, efsane gibi onunla eve kadar geldiğin, o beyaz güvercinle evde, o son yaz'ın birkaç sıcak ağustos gününü yapayalnız geçirdiğin zaman da, aynı kitap adının çağrışımlarıyla yanıp tutuşuyordun...
Şiirlerin okunacak; elden ele, dilden dile dolanıp gidecek dizelerin.
Bir yerde yıllarca, yorulmasız - dursuz duraksız bir deniz gibi çırpınırken sen, kıyılarda, senin yıkadığın kumların ışıltısında, yerle göğü birleştiren renkleri ayırdetmeye çalışmış olanların kederli anıları kime yüklenecek?
Ben çocukken, annemle dağ bayır dolaşırdık. Bayılırdık çok soğuk sulardan içmeye. Geyiklerin suretlerini seyrettikleri kaynaklara eğilirken annem, "bu dünyadan çekip gitmişler için içelim..." derdi.
Yıllar sonra, seninle gezdik o dağlarda. Fundalıkların en eski türkülerini, en eskitilmedik coşkularla dinledik, elele. Nice temmuz sıcağında, o çok soğuk pınarların başucunda, doğanın ve yaşamın dayanılmaz lirizmiyle örülmüş, nice şiirler okudun sen.
Kimi zaman, çok eski anılara, şaşırtıcı izlenimlerin itkisiyle, bambaşka duygulanımları yükler; uzun, zor, karmaşık bir yapı koyardın ortaya. Bizimle paylaştığın yaşantıdan, nice ortak çıkış noktamızdan apayrı bir yere varmış, tekil ve özgün bir şey süzmüş olurdun. O senin en yeni şiirin; ama artık hiçkimseye değil, herkese ait bir şey olurdu.
Bizde iz bile bırakmamış, ya da çoktan unutulmuş nice olay; sende bir sevinç, bir coşku, ya da hüzün, ne bileyim hepsinin karışımı bir şey, sahici bir şiir olarak, en ummadığımız dönemeçte çıkardı karşımıza!..
Yazdıklarının herbirine, yepyeni ışıklar tutarak bakmak zorundaydım. Sen her neyse, her durum, her olay karşısında apayrı duyarlıklar geliştirdikçe; ben de senin çelişkilerinde yolumu şaşırmadan düşünmeyi öğrenmeye, senin has şiir ikliminde, yaşam'a değgin sorulardan arınmaya çalışırdım.
Kimi zaman, bir kavga adamının yanıbaşında yaşadığımı, en acımasız boyutlarıyla algılardım. Kimi zaman da, bir devrimcinin sukatılmadık coşkularını olduğu kadar, bir eskizaman bilgesinin o derin çilesini duyumsatirdın bana.
Senin yakınlarında yirmi yıl dönenmiş bir kar'ın olarak; ille de senin güzel, çok güzel bir ozan olduğuna hem inanan, hem de bunu bilen bir şiir tutkunu olarak, seni hep okumak, seni anlayarak okumak, elbette boynumun bor cuydu, senin o gür şiir soluğunu duya duya...
Sen ki bu dünyayı şiir gibi yaşardın!.
Tükenmez bir merak ve sevgiyle bakardın, insan denen doruktaki karmaşaya. Ve yazarken, o çok insanca, o çok evrensel gönül yükleriyle ve yaşıyor olmanın ölçüsüz sevinciyle dolar taşardın ve dünyayı alay, ya da öfke fırtınasının önüne katıp süpürmek istediğin zamanlar bile, sevginin altın yolu, sonsuzmuş gibi uzanırdı önünde ve de tutkuyla öfkelenir, öfkeyle severdin.
"uzatın ellerinizi
ellerinizi kaldırın güneşe
kollarınızı durun
duvar duvar durun
yapı yapı dostlarım
direnin karanlığa
sevmek yapabilir bu dünyayı
yenibaştan!"
demiştin sen...
Yaratmak istediğin en son şeyin özü de, biçimi de sevgiye, barışa, kardeşliğe, eşitliğe dayanmalıydı. Açlığı, işsizliği, zulmü ve yalnızlığı tatmıştın. Ağrıları tanır, yüreğini şiirlere şarkılara dökerdin. Gecen gündüzün şiirdi, aşkın özlemin şiirdi. Ve herbir şiirin günışığına çıkarılışı, koskoca bir kavgaydı, sancıydı, coşkuydu, ölümdü. Kendinle boğuşmanın her bitiminde, bir başka yaratışın arayışlarına yönelir, yeni bir özgürlüğe doğru koşardın. Acıların yükünü kendine göre taşırdın. Her kanatlanışında yepyeni deyişlere, anlatımlara, ufuklara varmaktı muradın; sonuçları kendine göre biçimlendirirdin.
Tepeden tırnağa arı bir ozandın sen; o dağlarda da, bu yerlerde de...
Seni şimdi ben, "bu dünyadan çekip gitmişlerle bir, düşünebilir miyim, buna kim dayanabilir!.
Sayısız şiir taslaklarından, not defterlerinden, tamamlayıp raflara kaldırdığın öykü - oyun, masal, konuşma - deneme - anı... dosyalarından ve mektuplarından yana hiç bakmıyorum!
Ama ben "kendimi tutamayıp", çok alçakgönüllü de bir şey yapmak istedim. Yazdıkların içinde; kendimce en duygulu, en coşkulu bulduklarımdan ve tartışılmaz güzellikte işlenmişlerin bazılarından, ille de sevi şiirlerinden bir demeti, en son yazıp bıraktıklarından bir desteye eklemek istedim. Kandan kına yakılmaz'ın bana çağrıştırdıklarının karşısına bazı sevi şiirleri koyarak, bir tür denge duygusuna varabilirdim belki. Hiçbirinden kendime pay çıkarmadan, çok tarafsız bir sevgiyle eğildim onların üzerine. Her- bir şiir, içinden duyulup yaşanılıp öksüz bırakılmış bir ülkeydi sanki.
Aslında hiçbirine kıyabilmiş değilim. Yazıp bitirdikten sonra, hepsine de aynı sevecenlikle, çocuklarınmış gibi bakardın sen. İşte, hem yanıbaşında, hem çok uzağında gibi, yüreğim acılarla ezilerek, ne var ki kaçınılmaz son'u engelleyemediğini, o çok delicoş günlerin ürünleriydi çoğu da.
Ve sonra elinden, atardın kalemi, yeniden yeniden almak üzere:
Bedrettin Cömert'e adadığın şiirinde,
"sen aşk şiiri yazamazsın haşan hüseyin" demiştin; belki en güzel aşk şiirini böylece yazdığını biliyor muydun?
azime korkmazgil ankara, 19 kasım 1984