Gönderi

# Gökkuşağı
Aşık olmuştu delikanlı. Hem de padişahın kızına. Çarşısında bir iş için yeni geldiği köyde padişahın kızını görmüş ve aşık olmuştu. Sevdiğinin derdinden mecali kalmamış bir ihtiyar ye­tişti imdadına. İhtiyar adam derdini sordu delikanlıya: "Gözlerim günlerdir uyku görmedi. Yiyemiyorum, içmiyorum, işi gücü yapamıyorum. Gecem, gündüzüm sevdiğim kesildi. Ben bir garibim, o padişahın kızı. Ben yanarım derdime, çare de yoktur bu derde," dedi . . . Bir ah çekti ihtiyar adam. Yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip, tebessüm etti. "Kolay evlat kolay. Şu tepeyi görüyor musun? İşte orada bir ma­ğara var, orada git ve kırk gün boyunca Allah Allah diye tespih çek," dedi. Garip genç: "Nasıl yani, kırk gün orada Allah Allah çeksem, padişahın kızı­na kavuşacak mıyım?" dedi. "Evet," dedi ihtiyar adam. Çaresi kalmayan garip genç de yola koyuldu ve o tepedeki mağaraya yerleşerek tespihlerine başladı. Günler günleri, padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz 'Allah' diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ih­tiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: "Şu karşı mağarada bir derviş varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah . . ." Aşık genç haftalardır tespihini çekiyor, onu ziyarete gelen köy­lüler uyuduğunu sandıklarında bile tespih tanelerinin parmak­larının arasında dolaşmaya devam ettiğini gördüklerinde, bu nasıl uyku diye soruyorlardı kendilerine. Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyor­du, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırın­tısı. Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi aran sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Aşık çoban bir gece yarısı uyandı. Namazını kıldı, yeniden eli­ne tespihini aldı, gözlerini kapadı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu ar­tık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah . . . Kırk günün dolmasına üç beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında ko­ nuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekana bereket getir­diklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti baş veziri. Padişah bu gibi meselelerde köydeki herkesin ihtiyar bildiği Hakk dostuna gider ve ona durumu anlam, o ne derse onu yapardı. Vezirin konuşmasından sonra yine dağ kulübesinin yo­lunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlam, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yapırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak tuğ vermeye kadar saydı her şeyi. Bilge ihtiyar: "Hünkarım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler. Kızınızın nikahını teklif edin sultanım,'' dedi. Padişah şaşırmışıı."Nasıl yani," diyebildi, "Bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?" Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi, genç aşığın mağarası­nın üstünden. Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında ve­zirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim aşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öyle­ sine bir olmuştu ki gelenler içeri girseler ve bir tespihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. Padişah edepte kusur erme­ meye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle: "Efendim," dedi, "sizi ziyarete geldik." Yavaşça başını çevirdi aşık, sonra bütün vücuduyla döndü, göz­lerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, ihtiyar, mağara, tespih, sessizlik, duvar. Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmişti. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiçbirinde gözü yoktu dervişin. "Efendim," diyebildi en son, sessizce, "benim bir kızım var efendim, zat-ı ilinize layık değil belki ama lütfeder nikahınıza alırsanız, bizi bahtiyar edersiniz ... " Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte aşık maşuğuna kavuşacak, murat hasıl olacaktı. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessiz­lik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Ken­dinden emin bir ifadeyle: "Hayır," dedi, "kızınızı istemiyorum." Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, ih­tiyar bilge tebessüm ediyordu. Halk mırıldanıyordu, 'Nasıl olur da padişahın kızı reddedilir,' diyorlardı. Güldü aşık çoban gözleriyle ihtiyar bilgeye döndü ve: "Ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahı da, vezirlerini de, kızını da ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim," dedi . . .
·
150 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.