Gönderi

168 syf.
·
Not rated
Yazar Avusturyalı bir psikiyatrist, kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölümde yazar toplama kampındaki anılarını anlatıyor. İkinci bölümde kendisinin geliştirdiği logoterapiyi anlatıyor. Üçüncü bölümde de kitabın teorik sonuçları güncelleniyor. Frankl kitabı 1945’te dokuz günde yazmış, isimsiz olarak sadece mahkum numarasıyla yayımlamayı düşünüyormuş. Arkadaşlarının ısrarıyla iç kapağa ismini yazmış. Böylece isimsiz olmasını ve yazarına ün kazandırmamasını beklerken birçok dilde milyonlarca satıp ünlü olmuş. Kitabın ünlü olmasını zaten bekliyormuş ama kendisinin ünlü olmasını beklemiyormuş. Yazarkenki amacı, insanları hayatın en kötü koşullarda bile anlam barındırdığına ikna etmekmiş. Bu; sıradan, bilinmeyen insanların hikayesi. Mahkûmlar numaralandırılarak insanlıktan uzaklaştırılmış ve bence bu şekilde onlara eziyet edilmesi kolaylaştırılmış. O kadar insanlıktan uzaklaştırılmışlar ki isim kullanılmazmış, iki insan kimliklerini değiştirmek istediğinde numaralarını değiştirmeleri yeterliymiş. Belli sayıda insanın nakli istendiğinde önemli olan sayıymış, Frankl bir keresinde ölen birinin bile nakledildiğini anlatıyor. Tutsakların arasında büyük bir yaşam mücadelesi varmış, insanlar hayatta kalmak için erdemlerinden vazgeçiyormuş. Frankl, “En iyilerimiz dönemedi.” diyor. Tutsaklar köle olarak farklı firmalara kiralanıyormuş. Kitaptan öğrenene kadar sırf eziyet için tutulduklarını sanıyordum, şimdiye kadar öğrenmemiş olmam şaşırtıcı. Frankl’ın anlattığına göre kamp yetkililerine kişi başı yevmiye veriliyordu. İyi çalışanlara verilen ikramiye kuponları 12 sigara, bir sigara 12 çorba ediyordu. Kapolar haftada bir kupon aldıkları için açlıktan ölmeyecekleri garantiydi, bu yüzden sigaralarını içebiliyorlardı. Ama tutsakların, hayatta kalmak için sigaralarını takas etmeleri gerekirdi. Bir tutsak eğer sigarasını içtiyse ölmeye karar vermiş demekti, ve bu karar çoğu zaman değişmezdi. Frankl, kamptaki insanların üç evre yaşadığını söylüyor. İlk evrede şok yaşıyorlar. Hangardan sorumlu kıdemli bir tutsağın yeni bir tutsakla pazarlığını anlatan Frankl, bu kişilerin içkiye binlerce mark saymasını anlayabiliyor. Çünkü kendilerini uyuşturmaları gerekiyor. Gaz odaları ve fırınlarda çalışan tutsakların içkileriyse sınırsız olarak SS tarafından karşılanıyormuş, çünkü sıranın bir gün kendilerine geleceğini biliyorlardı. İnsanın sınırları kamplarda çok zorlanıyordu. Yapılmaz denen şeyler yapılabiliyordu. Zor koşullarda hastalık kapmıyor, ya da zor koşullara rağmen uyuyabiliyorlardı. Frankl, kamptaki ilk gecesinde kendisine tele koşmayacağına dair söz vermiş. Bu, elektrikli tele dokunup intihar etmek anlamındaki bir deyim. Kendini öldürmek veya intihar yerine bu kelimeyi kullanmaları, bence o ortamda bile bu tür kelimeleri kullanmaktan kaçınmalarına dayanıyor. Kamptaki herkes intiharı düşünmüş. Ama birkaç gün içinde gaz odaları bile sıradanlaştığından insanlar intihar etmemiş. Bu da, “lanet olası insanın her şeye alıştığının” çok çarpıcı bir örneği. Tutsaklar ikinci evrede tepkisizlik durumuna geçiyorlar. Artık tiksinti, dehşet ve acıma hissetmez oluyorlar. Koğuşta biri öldükten sonra eşyalarını paylaşabiliyor, yemeklerini normal şekilde yiyebiliyorlar. Frankl, dayakların en kötü tarafının adaletsizlikten kaynaklanması ve içinde hakaret barındırması olduğunu söylüyor. Onursuzlaştırma, bir tutsağın nasırlaşmış görünen sinirlerine dokunabiliyor. Tutsakların zihinsel etkinlikleri ilkelleşiyordu. Rüyalarında yiyecek görüyorlar ama cinsellik görmüyorlardı, sadece hayatta kalmaya odaklanmışlardı. Boş zamanlarında yemekler üzerine konuşur, hayal kurarlardı. Kabus bile görseler birbirlerini uyandırmıyorlardı, çünkü gerçeklik en kötü kabustan bile korkunçtu. Kampta “kültürel bir ıssızlık” olsa da siyaset sürekli konuşulurdu. Siyasetin hala konuşulabilmesi muhteşem :D İnsanlar çok samimi şekilde dinle ilgilenirdi. Kamptaki fiziksel ve zihinsel ilkelliğe rağmen ruhsal yaşamın derinleşmesi mümkündü. Entelektüeller fiziken daha çok etkilenseler de ruhen daha az hasara uğramışlardı. Tutsaklar, imgelere tutunup güç alıyorlardı. Frankl, karımın öldüğünden haberdar olsam bile kendimi onun imgesiyle tatmin ederdim, diyor. Burada da insanın kendini kandırabilme potansiyelini ve imgelerin gücünü görüyoruz. Sonradan sergilerde gösterilen hasta koğuşu fotoğrafı, diğer insanlara gelmesine rağmen ona korkunç gelmiyordu. Çünkü onların çalışmayıp dinlendiği için mutlu olduklarını biliyordu. Birçok insan kendisini ve yakınlarını hayata tutmak için her şeyi göze alırken Frankl, öleceğini bilerek doktorluk görevini kabul etmiş. Hayatını anlamlandıran bir insanın diğerlerinden farkı belli oluyor. Aynı zamanda kampa ilk geldiğinde kendisinden alınan kitabının el yazmasını kaybettikten sonra onu tekrar yazmayı kendisine amaç edinmiş. Anladığım kadarıyla bu onu hayatta tutmuş. Başka insanlara da bu tür, sadece kendilerinin gerçekleştirebileceği bir amaç bulmalarını söylemiş, hayatta kalmak istemelerini bu motivasyonla sağlamış. Doktorluğu sırasında biraz yalnız kalma fırsatı bulabiliyormuş. Mahremiyet ve yalnızlık isteği ruhsallığın önemli bir şartı. Karısına ulaştırmaya çalıştığı mesajda, Onunla evli olduğum süre, tüm yaşadıklarımıza rağmen her şeye değerdi, diyor! Cennette de böyle diyecekler kesin. Birkaç dakika içinde kaçma kararı vermenin zorluğu ve tutsaklardaki kadercilik eğiliminden de bahsediyor, Tahran’daki Azrail hikayesini anlatıyor. Beni en çok etkileyen kısım ise o acılar içinde yücelen insanları anlatımı oldu. Ağaçla konuşan kadın unutulmayacak bir simge bence. Tolstoy’un Diriliş romanından uyarlanan bir filmdeki gibi ölümü cesur ve onurlu bir şekilde beklemek nasip olan bir gencin mektubundan söz etmiş, filmin adını merak ettim. Filmden hemen sonra filmi izlerken kendimize verdiğimiz sözü unutmamız, Maide 13 ayetini düşündürdü:”…Kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unuttular…” Umudun yaşattığını biliyordum. Frankl da umutsuzluğun öldürdüğünden oldukça emin. Yılbaşında normalden çok mahkum ölmesinin sebebinin, çünkü insanların Noel’de evde olacaklarına dair umutlarını kaybetmeleri olduğunu söylüyor. Hayatı anlamlandırmayı zorunlu buluyor ama genel bir anlam olmadığını, herkesin kendi anlamını bulması gerektiğini söylüyor. En katılmadığım kısım da tabii ki burası. Kendisini bekleyen çocuğu olan biriyle çalışmalarını yapabilecek tek kişi olan bir bilim insanını örnek vermiş. İnsanları hayata tutundurmak için anılarına sarılmalarını da istiyor, Var olmuş olmak da bir varlıktır, diyor. Tutsaklığın üçüncü evresi, kurtulanların yaşadığı depersonalizasyon. Aynı vurgun gibi, ruhsal baskı kalkınca ahlaki bozulma gerçekleştiğini söylüyor. Ruhsal baskı da adım adım kalkması gereken bir şey olmalı o zaman diye düşündüm, kölelerden uygun görülenlerin serbest bırakılması ve hep onunla beraber düşündüğüm Esaretin Bedeli’ndeki intihar eden adamı aklıma getirdi. Bitirişi çarpıcı olmuş: En güzel an Tanrı’dan başka korkacak kimsenin olmadığının anlaşıldığı an. Yani bence asıl Müslümanlık. Kitabın basımıyla ilgili birkaç söz de ekleyerek bitireyim. Okuyan Us yayınlarının sert kapaklı Mayıs 2021 yani birinci baskısını okudum. Çevirisini beğenmedim. Çevirmen Tuna yazacağına Danube yazmış. Başta orijinalinden çeviri olduğunu farz ettiğim için İngilizceden mi çevirmiş diye çok kızdım. Sonra fark ettim ki İngilizceden çevirildiği yazıyormuş, tam bir rezillik. Anlatım bozukluğu ve Türkçe’de garip duran bazı ifadeler olduğunu da düşünüyorum, sonuç olarak çeviriyi fazla beğendiğimi söyleyemem.
İnsanın Anlam Arayışı
İnsanın Anlam ArayışıViktor E. Frankl · Okuyan Us Yayınları · 202135.6k okunma
·
230 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.