Gönderi

Kesik Kol
Gelin tanış olalım İsi kolay kılalım Sevelim sevilelim Dünya kimseye kalmaz Yunus Emre "dam zengindi. Dünyayı versen doymuyordu. Ver Allah'ım, ver Allah'ım, kulun helal haram demez, yer Allah'ım, diyordu. İstiyordu, her gün daha çok istiyordu. Malına mal, zenginliğine zenginlik katıyordu sürekli. Kimseye bir şey koklatmıyordu. Biriktiriyordu Karun gibi. "Yer azar rahmetini, kul azar belasını bulur" derler eskimeyen eskiler. Azgın kimsenin başından belalar eksik olmazmış hiç. Mal en büyük fitne, bela, sınav ve avuçlarında ateş taşımaktır. Azgın ve zehirli bir yılanla koyun koyuna yaşamaktır aynı evde, uyumaktır koyun koyuna. Adam bir türlü uyanmıyordu. Aklını başına devşirmiyordu. Habire azgınlık ve hırsını büyütüyordu adam. Dünya malı ve zenginliği için kırmayacağı kimse yoktu hiç. Önüne gelene vuruyor, arkasındakine tekme savuruyor, kendisinden güçsüzse bir kişi, ağzındaki lokmayı, cebindeki üç beş kuruşu almaktan çekinmiyordu. Dipsiz bir kuyu gibiydi kesesi. Ateş biriktiriyordu orada. Cehennemini yanında taşıyordu. Malı ve zenginliğiyle, cimriliğiyle körüklüyordu daha kuvvetli yansın diye etrafında. Yangına benzin döküyordu her an. Ölen hanımından kalan bir kız vardı yanında. Üvey kızıydı. Annesi ölünce yanlarında kalmıştı mecburen. Gidecek yeri, sığınacak kimi kimsesi yoktu dünyada. Boğazı tokluğuna yaşıyordu aralarında. Bir dilim ekmek bile çok görülüyordu ona. Evin hizmetçisiydi. Her işe o koşuyordu. Yemek, bulaşık, çamaşır, ahır, hayvanlar. Bir dakikası yoktu rahat bir nefes alacak. O yine de şikayetçi değildi halinden. Boğazı doyuyordu. Ele güne muhtaç değildi. Başını sokacak bir yeri vardı. Çalışıp çabalıyor, hayatı anlamlı hale getiriyordu kendisi için. Nankörlük etmiyordu nimete. Allah bundan kötü gün göstermesin, diye dua ediyordu kendi kendine. Şikayet etmeyi acizlik olarak görüyordu. İş üretmek, şikayet üretmekten daha iyiydi. İş üretemeyenler mazeret üretir ve hallerinden yakınırlar' di devamlı. Değerlendirmesini bilene her günü güzeldi yaşamın. Güzellikleri görmesini bilmek gerekiyordu. Şükretmeyi gerektiren ne çok nimet verilmişti insana. Aldığı rahat bir nefesin, içtiği bir yudum suyun, bir parça ekmeğin karşılığını nasıl öderdi insan. En iyisi nimetlere şükretmek, sıkıntılara sabretmekti. ' Her gün kötü olacak değildi ya. İyi günler de gelecekti bir gün. Sonra arkasından zorluk ve sıkıntılar. Sabır sınavından başka neydi ki hayat? Güzel tarafından bakıyordu hayata genç kız. Güzel görmeye, güzel düşünmeye, hayattan lezzet almaya çalışıyordu. Yoksa hep karamsarlık, kötümserlik içinde yaşanır mıydı hiç? Her günün kendine has güzellikleri bulunuyordu görmesini bilene. Kalp gözü açık olmalıydı kişinin. İçinde ne varsa, iyilik ve güzellik gibi mesela, dışarı onlar sızıyordu. Gülen bir yüz, ümit dolu bir gönül, güzel düşünceler üreten bir kafa ve güzel davranışlar sergileyen bir insan mutluluk kaynağı olurdu herkes için. İyilikten başka yol yoktu mutluluk için. Bir gün bir şey oldu beklenmedik. Genç kız ekmek yapıyordu evin önündeki fırında. Misk gibi ekmek kokusu yayılıyordu etrafa. O sene kurak geçmişti. Bir şey olmamıştı tarlalarda. Herkesin ambarları bomboştu. Kıtlık kendisini göstermeye başlamıştı çevrede. İşte o gün, ekmeğin kokusunu duyan, açlığın yaraladığı bir gönül ve kafayla, boynu bükük, üst başı darmadağın bir adam bahçe kapısından içeriye girdi. Fırının başında ekmek yapmakta olan genç kıza yaklaştı. Hayatta birisinden bir şey istemekten daha zor ne olabilir dünyada. Kişiliğini ayaklar altına almaktır istemek. Öyleleri vardır ki, ihtiyaçtan kıvrandıkları halde bir şey isteyemezler kimseden. İstemek ölüm gibi bir şeydir onlar için. Adam öyle bir ruh hali içindeydi. Günlerdir ağzına bir lokma atmamıştı. Ekmeğin kokusuna dayanamamış ve gelmişti buraya. Derin bir utanç içinde dedi ki adam: - Allah rızası için bir lokma ekmek ver bacım. Günlerdir bir lokma girmedi boğazımdan aşağıya! Genç kız sergiden iki ekmek aldı. Adama verdi. Dedi ki: - Afiyet olsun, Allah yardımcın olsun! Adam kucakladığı ekmeklerin sıcaklığını hissetti iliklerinde. Nasıl teşekkür edeceğini bilemedi bir an. Kelimeleri unuttu sanki. Kırık dökük konuştu uzaklaşırken: - Allah razı olsun, açlık vermesin kimseye! Sağ ol! Çıkıp gitti avlu kapısından. İşte tam o sırada, kapıya doğru yaklaşan ev sahibini, parayı istiflemekle meşgul olan adamı, kimi nasıl dolandıracağının hesabını yapan cimriyi görmedi. Ama o onu görmüştü. Beyninde şimşekler çakmıştı. Nasıl olur da bu kıtlıkta ekmek verilirdi evinden? Bu adam ekmeği nereden almıştı? Kimde ekmek olurdu bu kıtlıkta. Olsa olsa onun evinden almış olmalıydı. O akılsız kız nasıl ekmek verirdi ondan habersiz. Gününü göstermeliydi, öyle bir ceza vermeliydi ki, âleme ibret olsun, bir daha böyle bir şey yapamasın. Öfkeyle girdi avlu kapısından. Genç kız olacaklardan habersiz, ekmekleri topluyordu yaygının üzerinden. Adam korkunç bir hışımla kızın yanına vardı. Bağırmaya başladı var gücüyle. Sesi sokaklarda yankılanıyordu: - O sefil herife sen mi verdin ekmeği? Kız korkuyla cevap verdi, yalan söyleyemezdi, ortadaydı her şey. Ağzına ateş koysalar yalan söz bilmez ve söylemezdi asla. - Evet efendim, çok aç olduğunu, günlerdir bir şey yemediğini söyleyince verdim. Dua etti size efendim! Adam kızın saçların tuttu, var gücüyle vurmaya başladı, bir yandan en ağır kelimelerle hakaret ediyordu. Kızı acımasızca dövdü, yerlerde sürükledi, hızını alamadı yine de. Eline geçen satırla sol kolunu bileğinden kesti. Fırlatıp attı sokağa. Çevreden yetişenler kızın yarasını sardılar. Kan kaybından ölmesini engellediler. Öldürmeyen Allah öldürmüyordu. Dünyada yiyeceği, içeceği olduktan sonra insanın, takdir edilen zamanı gelmemişse ölümün, taşa çarpsan bir şey olmuyordu adama. Üvey babasının kötülüğünden çekindikleri için kimse yanma almadı kızı. Günlerce sokaklarda kaldı aç, susuz, ilaçsız, yaralı. Boş bir barakaya sığındı sonunda. Onun bunun gizlice verdiği şeylerle yaşamaya çalıştı. Kimse yanına kabul etmiyor, iş vermiyordu ona. Elinin hırsızlık suçundan dolayı kesildiğini sanıyorlardı. Hırsızlıksa en ağır ve yüz kızartıcı, aşağılık bir suç sayılıyordu o zamanlar. Kimseye anlatamıyordu suçsuzluğunu genç kız. Ne kadar zaman geçmişti? Kaç ay, kaç yıl? Nasıl ve nerede geçmişti bunca gün? Yokluğun, yoksulluk ve yoksunluğun pençesinde kıvrananlar için her saniye kaç bin yıl ağırlığında ve uzunluğunda yaşanmıştı? Ancak onlar bilebilirlerdi onu. Genç kız, kimsesiz, çaresiz, boynu bükük, ne yapacağını bilemez bir halde bir gün bir kapının tokmağına dokundu. Bir lokma ekmek içindi her şey. Açlığını yatıştıracak, Allah'ın emaneti olan canı ayakta tutmaya çalışacaktı. Ölüm gelip çatana, alıp götürene kadar emin ellere, taşıyacaktı can kuşunu kafeste. Kapı açıldı. Orta yaşa yakın, eli yüzü düzgün, aydınlık çehreli bir adam çıktı dışarıya. Baktı ve gördü ki kapıda perişan bir kızcağız. Gözleri dalgın, bakışları yerde, ağlamaklı, çaresiz, güçsüz duruyor öylece. Sanki bir genç kız değil, yıkılmak üzere olan bir viranedir karşısındaki. Adam merhamet ve şefkatle sordu: - Buyurun, ne istemiştiniz? Nasıl yardımcı olabilirim size? ; Genç kız gözleri yerde, açlıktan nefesi kesilmiş ve zor duyulur bir sesle dedi ki: - Efendim! Günlerdir bir lokma yemedim, Allah rızası için bir parça ekmek istiyorum. Adam, kızın gözyaşlarının şıp diye ayaklarının ucuna düştüğünü gördü. Kız masumdu, çaresizdi, ne yapacağını bilemez haldeydi. Utancından kıpkırmızıydı yüzü. Gerçek ihtiyaç sahipleri isteyemezlerdi utançlarından. Onları arayıp bulmak ve yardım etmek gerekirdi. Adam düşündü. Bu kızcağızın kimi kimsesi yok muydu acaba? Annesi, babası, ailesi, akrabası ne olmuştu? Böylesine melul mahzun duruşu nedendi? Merakını yenemedi ve sordu adam: - Senin kimsen yok mu? Kız başı önünde cevap verdi: - Hayır efendim! Allah'tan başka kimsem yoktur... Adam derin düşüncelere daldı bir anda. Bu ses, bu duruş, bu tavır, bir yerden tanıyor olmalıydı bu kızı. Ama nereden? Bu kız o olmalıydı. Açlıktan bayılacak durumda olduğu bir gün taze somunları kucağına koyan, yardım elini uzatan o iyiliksever kız. Bu oydu işte, ta kendisi. Düşmez kalkmaz bir Allah'tı. İyilik yapmak için fırsat doğmuştu. Üstelik yalnızdı. Onunla evlenebilir, hayatının ortağı kılabilirdi onu. O bu düşünceler arasında söyleyecek söz ararken, genç kız adamın dalgın haline bir mana verememiş, ümidini keserek oradan ayrılmaya yönelmişti. Adam uykudan uyanır gibi kendine geldi ve boynunu büktü. Biraz da utanç içinde, sanki onun düşkünlüğünden ve ihtiyaç içinde oluşundan, acizliğinden yararlanan bir fırsat düşkünü olarak algılanmanın korkusuyla dedi ki bir solukta: - Ben bekar bir kimseyim. Allah'ın emri, peygamberin kavliyle benimle evlenir misin? Genç kız ummadığı bu teklif karşısında ne diyeceğini bilemedi önce. Şaşırıp kaldı. Bütün ümidini yitirdiği bir anda bir ümit kapısı açılmıştı önüne. Demek ki insanlık ölmemişti henüz. Vicdan ve insaf ehli kimselere bulunuyordu daha. Sayıları azalsa da vardı iyi adamlar. Ne büyüktü Allah, ne kadar genişti rahmet hazineleri. Genişti akıl almayacak kadar. Kulunun rızkına o kefildi. Kimseyi aç açık ortada bırakmıyordu işte. O ne güzel vekildi. Beklenmedik bir zamanda yetişiyordu imdadına sıkışanların. Şaşkınlığını bir yana bıraktı. Sevincini belli etmeden cevap verdi kız: - Evet efendim! Adam kızı evine aldı. O ona Allah'tan bir emanetti artık. Hürmet gösterdi. Yedirdi, içirdi, giydirdi. Her şey edep dairesinde oluyordu. Edebini yitirenin kaybedeceği başka bir şeyi kalmıyordu. Ne kazanılacaksa edep dairesinde olmalıydı. Usul erkan, yol yordam bilmek ve ince duygular taşımak gerekiyordu gönül dergahında. Bilgi, inanç ve sonsuz bir aşkla yoğrulmuş düşünceler, davranışlara yön verince bulunuyordu hayatın güzellikleri. Komşulara ve bilge hocaya haber salındı.Şahitler hazırlandı. Niyet duyuruldu. Şerbetler hazırlandı ve ikram edildi gelenlere. Allah'ın emri, Peygamberin kavli, İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin içtihadı üzere nikah kıyıldı. Allah mesut, bahtiyar ve mübarek kılsın, tebrik ve dilekleriyle misafirler ayrıldı. Güler yüz ve teşekkürlerle uğurlandılar evlerine. Evliliğin ilk gecesi baş başa yemek yemesi adettendir. Adını daha ancak nikah sırasında öğrendiği genç kızla sofraya oturdu adam. Allah ne verdiyse yiyecek ve şükredeceklerdi birlikte. Bir dilim ekmeğin, bir yudum suyun yokluğunu ve yoksunluğunu göstermesin Allah, açlıkla terbiye etmesin kimseyi, diye düşündüler dünyalarında o an. Yoksulluğun, açlığın, başkasına muhtaçlığın, bir şey istemeye mecbur kalışın ne kadar kötü bir şey olduğunu yaşayarak görmüşlerdi ikisi de. Şükretmenin önemini biliyorlardı nimetleri verene karşı. Her hayrın ve iyiliğin başı olan besmeleyle başladılar yemeğe bütün varlıklar gibi. O güzelim nimetleri vereni düşündüler her lokmada. Hayat,sağlık, yiyecek, içecek, dünya gibi nimetleri ne kadar az bir bedele aldıklarını hatırladılar. O bedel de başta zikir, yani besmeleyle, verenin adıyla başlamak; arada fikir, onları vereni düşünmek; sonunda da şükür, verdiği sonsuz güzellikler için teşekkür etmekti. Akıllı kişi Allah namına alır, verir, Allah adına başlar ve iş yapardı hayatı boyunca. Onlar da öyle yapıyorlardı işte. Yemek sırasında adamın dikkatini çeken bir şey vardı. Kız sadece sağ elini kullanıyordu. Gerçi sağ eliyle yemek güzeldi. Acaba niçin sol eliyle bir şey almıyordu sofradan? Onlarda bir görgü kuralı mıydı bu, eli mi yoktu yoksa? Üstelik saklıyordu elini kız... Adam merak içinde sordu: - Niçin sadece bir elini kullanıyorsun? Kızcağız bu soru karşısında ne diyeceğini şaşırdı. Elinin kesik olduğunu söylese miydi? Ya hırsızlık suçlamasıyla bir anda biterse beklemediği bir zamanda kavuştuğu bu mutluluk? Ne yapardı yine eskisi gibi sokaklarda çaresiz bir başına aç, sefil ve perişan? Hayat harikalarla doludur çoğu zaman. Kendisi başlı başına benzersiz bir harika olan insan bu durumu kanıksar ve fark etmez çoğu kere. Kalp gözü, kulağı ve beyni açıldığında anlar bunu ve duyar ötelerden gelen farklı sesleri. Arınmış ve duru bir gönüldür o sesi duyan, başkası değil. Dünyanın nahoş gürültüleriyle kirlenmiş olan beden kulağının bu sessiz sesi duymasını beklemek beyhude bir şeydir elbette. Zorda ve darda kalan, ne yapacağını ve ne diyeceğini bilemeyen genç kızın imdadına yetişti o sonsuzluktan fısıldanan ses: - Ey güzel insan, çıkar kesik elini, kullan işlerinde. Sen benim sevgimi ve hoşnutluğumu kazanmak için bir yoksula ekmek verdiğin için yitirmiştin elini. Onu sana geri veriyorum. Haydi çıkar elini örtünün altından... Buram buram ter döküyordu kız. Hayal mi görüyordu yoksa uyanıkken düşlere mi dalmıştı en olmazından? Bu ses neyin nesiydi? Gerçek olabilir miydi böyle bir şey? Vermek isteyen Yaratıcı dilerse niçin olmasın? Korku, endişe, merak ve sancılı bir bekleyiş içinde yavaşça çıkardı elini olduğu yerden. Bir de ne görsün, eli durmuyor mu yerinde eskisinden daha güzel bir görüntüye sahip. Hazreti Musa'nın beyaz elini düşündü kız. Allah'ın güç işi olmuyordu. Mutlu günleri başlamıştı böylece. Seneler birbirini kovalıyordu. Sevgiyle bir arada yaşıyor, eski günleri anıyorlardı bazen. Hüzünlü veya sevinçli, tatlı tatlı sürüp gidiyordu sohbetleri. O zamanlar televizyon olmadığı için bir birine zaman ayırabiliyor ve muhabbet edebiliyordu insanlar. Kadın bir gün eski günleri anlatmaya başladı heyecanla ve içini çekerek: - Ah efendim, şu anlatacaklarım iş ve edebiyat olsun diye uydurulmuş hikaye değil, gerçeğin ta kendisi, bu fakirin yaşadığı şeyler. Adam sevgi dolu gülümsedi ve dedi ki: - Bilirim hayatın ve dünyanın ve insanların insana neler ettiğini. Bende ne hikayeler var bir bilsen üstü açılmamış, daha gün yüzü görmemiş. Anlat da dinleyeyim, belki ben de anlatırım sana, oturup ağlaşırız birlikte, seviniriz yahut şükrederiz halimize. Kadın derin bir nefes aldı, düşündü biraz. Kelimeleri toparlayıp cümle kurmaya çalıştı. Başladı sonunda anlatmaya. - Ben çok küçükmüşüm. Babam ölmüş. Birçok mal, mülk ve zenginlik bırakmış ardında. Genç bir kadının yanında küçük çocuğu ve üstelik yüklü miktarda bir zenginlikle yalnız yaşaması kolay değilmiş o zamanlar. Kendisini ve çocuğunu koruyacak, kol kanat gerecek, şefkat ve sevgi gösterecek, işlerini yürütecek bir erkek gerektir. O da tutmuş evlenmiş bir adamla. Tanımak zordur insanı. Hayvanın alacası dışında, insanm-ki içindedir, denilmiş. Kim iyi, kim kötü, ayırt etmek kolay olmasa gerektir. Bir süre sonra annem de ölür. Adam büyük bir servetin üzerine konar anlayacağın. Yeniden evlenir. Geride bir ben kalırım ayak bağı orta yerde. Ölmezse kişi çabuk buyurmuş düşe kalka hayat yollarında. Ben de öyle büyümüşüm işte. Üvey babam ve karısı için bulunmaz bir hizmetçiydim artık evde. Her işe yetişiyordum. Boğaz tokluğuna her şey. Bir lokma ekmek, birkaç parça eski giysi. Üstte yok, başta yok, çul çuval arasında bir genç kız. Üvey baba ve anne yanında kölesi evin. Yerine göre azar, dayak, ceza yerli yersiz. Kötü muamele her Allah'ın günü. Ne yapabilirdim, ne gelirdi elimden, nereye ve kime gidebilirdim? Beterin beteri vardı. Halime şükrettim, sabrettim, bekledim, bu da geçer yahu, dedim. Bilmem hatırlar mısınız efendim? Büyük bir kıtlık olmuştu hani. Açlıktan kırılmıştı insanlar. Mahsul vermemişti tarlalar. Bir damla yağmur düşmemişti göklerden. Kurak kurutmuştu her yeri. Herkes aç bîilaçtı. Bizim durumumuz iyiydi şükür. Ambarlar doluydu. Babadan kalma miras yeterdi uzun yıllar. Bana düşen ekmek yapıp yedirmekti ev halkına. Koşturmaktı her işe. Bir gün yine bahçedeki tandırda ekmek yapıyordum. Taze ekmek kokusu misk gibi yayılıyordu etrafa. Bana kalsa dağıtırdım ekmeği yoksullara. Komşusu açken tok yatmak ne kadar kötüydü. Acımak lazımdı muhtaçlara. Acımayana acınmazdı. Yeryüzündekilere merhamet etmeliydik ki, gökyüzündeki-ler de bize merhamet etsinler. Ben ekmek yapmayı bitirmiş, yaygıyı topluyordum ki, avlu kapısından bir adam çıkageldi açlıktan iki büklüm, dört katlım, üstü başı perişan, boynu bükük, çaresiz, gözleri dolu dolu, utanç yüklü ve bakışları yere çivili. Ekmek istedi. Vermemek olmazdı. Vermeliydim. Kimin malını kime vermeyecektim. Allah'ın mülkünde o vermezse neye sahip olabilirdik? Veren el alan elden üstündü. İsteyen verene sevap kazandırıyordu üstelik. Ona teşekkür etmek ve minnet duymak gerekirdi. Adama Allah rızası için iki ekmek verdim. Ekmekleri bir kucaklayışı ve kapıdan çıkışı vardı ki, unutamam, onların sıcaklığı içine işlemiş ve belki daha yemeden kokusuyla doymuştu adam. Ya efendim ya! Allah düşürmesin insanı. Muhtaç etmesin ele güne, namerde. Erbabına düşürsün düşürecekse işini. Bundan sonrasını ne sen sor ne ben söyleyeyim. Dünyayı birden verseler gözü bir türlü doymayan üvey babam geldi, verdiğim ekmekleri görmüştü adamın elinde. Gözlerini kan bürümüştü sanki. Kırmızı görmüş boğa gibi çullandı üstüme. Tekme tokat, düşmanına vururcasına vurdu acımadan öldüresiye. Hızını alamadı bir türlü. Daha ne yapsa beğenirsiniz? Sanki hırsızlık yapmışım gibi, sol elimi bileğimden kesti ve sokağa attı beni. Yıllarca süründüm öyle. Bir gün açlık canıma tak etmişti artık. Kimin kapısına varsam, kesik elimi görüyor, hırsızdır diye kovuyordu. Sizin kapınıza vurdum sonunda. Siz bana gönül kapınızı açtınız, hanım ettiniz evinize. O güne kadar ne sıkıntılar çektim bir bilseniz. Anlatılası değil... Kesik elimi sakladım sizden. Sokaklara, açlığın, yoksulluğun, sefaletin, perişanlığın pençesine, öğüten ve yok eden dişlileri arasına düşmekten korktum. Neden diğer elimi kullanmadığımı sordunuz. Ne cevap verecektim? Hırsız damgasıyla sokağa atılma korkusu ve endişesi içimi sarmışken sonsuzluktan gelen o sesi duydum. Allah bana elimi geri verdiğini duyurdu. İnanamadım. Yerindeydi elim. Size karşı mahcup olmaktan beni kurtaran Allah'a ne kadar şükretsem azdır efendim. Böyle işte! Gözlerinden yanaklarına inen sıcak yaşlan silmek için yeniyle uzandı. Kocasına ilişti gözleri. O da ağlıyordu sessiz bir şekilde. Sakallan ıslanıyordu yağmur yağıyor gibi göklerden. Kadın şakayla karışık sordu: - Ne o efendim? Ağlıyorsunuz. Öyküm sizi fazla etkiledi galiba. - Doğrudur hanım. Ben öykünün içindeyim, asıl kahramanlarından biriyim de onun için ağlıyorum. O gün, siz ekmek yaparken, kapıdan aç, sefil, perişan giren, o sıcak somunları, çocuklarım sevgi, şefkat, merhamet ve kaybetme korkusuyla bağrına basan bir anne gibi, yüreğine sokmak istercesine kucaklayan ve sizin elinizin kesilmesine neden olan adam bendim, başkası değil! - Ya, öyle mi? Şu Allah'ın işine bak! "İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir" denilmiş. İyilik eden iyilik buluyor demek ki. Sonra Allah bizi birbirimizde huzur ve mutluluğa erdirdi. Ne kadar şükretsek yine de bir şey yapmış sayılmayız efendim. Sabır ve şükür iki kanadı insanın, onlarla zorlukları aşıyor ve güzellikler ülkesine uçuyor Allah'ın yardımıyla... Bu sırada kapıları acı acı çalmıyordu. Sanki yangın vardı bir yerde ve imdat çağnsıydı bu vuruşlar. Yetişmek gerekti. Zorda ve darda kalmış biri olmalıydı. Pencereden başlarını uzatıp baktılar. Bir adam. İhtiyar. Üstü başı yırtık. Beli bükülmüş. Gözlerinin feri çekilmiş. Sönmek üzere olan bir eski kandil gibi yağı tükenmiş. Oldukça bitkin. Ayakta zor duruyor. Battı batacak bir sandal misali açık denizlerde fırtınaya ve deli dalgalara yakalanmış. Zar zor çıkan sesiyle yırtmıyor adeta, derdini anlatmak için var gücünü kullanıyor sanki: - Allah rızası için bir lokma ekmek, açım! Adam yığılıp kalıyor köşeye. Kadın dikkatle bakıyor ihtiyara. Yanılması imkansız. Bu o, üvey babası, evet o, ta kendisi. Ne hale gelmiş böyle? Düşmez kalkmaz bir Allah'tır. Halden hale girer insan. Güvenmemeli dünya malına ve saltanatına, bir gün bir şekilde yokluk çıkıyor yoluna, elinden almıyor her şeyi, düşürülüyor güldüklerinin ve aşağıladıklarının durumuna. Gülme komşuna, gelir başına. Büyüklenme padişahım, senden büyük Allah var, diyenler ne kadar doğru söylemişler. Vücuduna giren bir mikroba yenilen insan, kime ve niye büyüklenecek ki? Düşüp kalıyor bir gün bir köşede insan çaresiz. O çok büyüklenen üvey babası da yığılıp kalmıştı kapıda. Allah'ın adaleti er geç gerçekleşiyordu. Hak yerini buluyordu, sahibini bulmasa da. Etme bulma dünyasıydı bu, ettiğini mutlaka buluyordu kişi. Adamı içeriye aldılar. Yedirdiler, içirdiler, giydirdiler. Yüzünün karasını yüzüne vurmadılar. Düşene dost oldular. Bir zamanlar ne kadar zalim, acımasız, cimri olduğunu hatırlatmadılar. İki somun için bir eli nasıl kestiğini, yaralı bir insanı sokağa neden attığını sormadılar. Kapılarına gelen misafiri geri çevirmediler. Kötülüğe kötülükle karşılık vermediler. İyilik yaptılar. Cömert davrandılar. Allah'ın mülkünden, kendilerinde bulunan emanetten payına düşeni verdiler. Memnun olması için ellerinden geleni yaptılar. Güler yüz ve hayır dua ile uğurladılar. Duasını istediler. Adam sevinç ve mutluluk içinde oradan ayrıldı. Karı koca, kendilerine iyilik yapma imkanı veren, yüzlerini güldüren, nimetleriyle doyuran, besleyip büyüten, sağlık içinde yaşatan Allah'a şükrettiler. Gülümsediler cennet soluklu.
·
2.885 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.