Gönderi

144 syf.
9/10 puan verdi
·
Read in 15 hours
Siyasal Rejimler - Maurice Duverger
Kitap notları, genel: Her siyasal rejim, bir sosyal topluluk içindeki yönetenlerin örgütlenmelerinden ve varlıklarından doğan sorulara verilen bir cevaplar bütünüdür. Yönetenler nasıl seçilmiş­tir? Her birinin yapısı nedir? Yönetim işlerini nasıl bölü­şürler? Yönetilenler karşısında yetkilerinin bir sınırı var mıdır? Siyasal rejimlerin genel teorisini yapmak, bu sorunları ve çeşitli çözüm yollarını birbiri ardısıra incelemeyi gerektirir. Teori sözcüğü akılları karıştırmasın; amaç, ideal bir yönetim şemasını a priori olarak belirlemeye çalışarak, bizden önce hayallerde tasarlanan ve tanımlanan Ütopya Kentleri’ne bir yenisini eklemek değil, sadece ulusların tarih boyunca yönetim sorunlarını çözümlemede denedikleri ve etkin bir biçimde uyguladıkları olumlu çözüm yollarını incelemektir. Bütün bu çözümler iki büyük sınıfta toplanır: bu çözümlerin bir bölümü, yönetenlerin otoritesini yönetilenler özgürlüğü yararına sınırlayan liberal eğilim, ötekiyse tersine, yönetenlerin otoritesini yönetilenlerin zararına güçlendiren otoriter eğilimdir. Burada birey ile toplum ve bunların birbirleriyle ilişkileri konusunda iki ayrı düşünce biçimi, iki ayrı felsefe, iki ayrı yaşama sistemiyle karşılaşırız ki, türlü siyasal rejimler, bunların özel bir planda teknik bakımdan düzenlenmiş biçimlerinden başka bir şey değildirler. Bir devletin yöneticilerini seçmek için birçok yöntem kullanılabilir: katılım, seçim, halefini seçmek, kura, fetih, vb. Bunları iki smıfta toplayabiliriz: 1) Yönetenlerin seçilmesini yönetilenlere bırakan demokratik yöntemler; 2) Yönetenlerin seçilmesi işlemine yönetilenleri hiç karıştırmayan otokratik yöntemler. Birinciler, yönetenlerin otoritesini zayıflattıklarından liberal öğretiyi, İkinciler ise -tersine- otoriter öğretiyi kar­şılar. Ayrıca, bu iki yöntem arasında yer alan, karma, aracı yöntemler de vardır. Otokratik rejimler akıldışı’na dayanırlar. Demokratik rejimler, tersine, yönetim yapısını rasyonel temeller üzerine oturtmaya çaba harcarlar. Tarihsel açıdan demokratik rejimler, Yunan sitelerinde ve tip bakımından Yunan sitelerine benzeyen sosyal topluluklarda ortaya çıkmışlar ve daha önce de söylediğimiz gibi, doğrudan (directe) demokrasi biçimini almışlardır, iktidar yurttaşlardan oluşan Genel Kurul’un elindeydi; Genel Kurul, bütün önemli kararları alır, bu kararları yü­rütecek ve Kurulun toplanma dönemleri dışında ülkeyi yönetecek “yargıçlar”ı seçerdi. Bu sistem, ancak, bütün halkın kolayca toplanabileceği küçük ülkelerde uygulanabirdi: ayrıca görüşülecek konularda da halkın anlayabileceği kadar basit olması gerekmekteydi. Bu ülkelerde bile bu durumu bozan değişikliklere uğradı: Aristoteles’in Atina’da gözlemlediği gibi, halk meclislerinde küçük kümeleşmeler oluyordu; bazı kişiler bir başkanın çevresinde toplanıyor ve bunların önerilerini halk uysal bir biçimde onaylıyordu. Bununla birlikte, şurası unutulmamalıdır ki, eski demokrasilerde demokrasinin sadece adı vardı. Çünkü meclise yalnız özgür yurttaş­lar katılabiliyor, ne medeni, ne de siyasal hakları bulunan köleler ise katılamıyordu. 18. yüzyılda, önce Amerikan, sonra Fransız devrimleri, Ingiliz geleneğinin çabalarını sürdürerek büyük ülkelere uygulanabilecek yeni bir demokrasi biçimi yarattılar. Mademki yurttaşların tümü yönetime kişisel olarak katılamıyorlardı, o halde aralarından temsilciler seçerek Ulusal Meclis’e göndereceklerdi: işte temsilî demokrasi adı bura­dan gelir. Bundan böyle demokratik rejim, yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesi olarak tanımlanır. Se­çim sistemleri, seçimle işbaşına gelen sayısı ve yapısı, yürütme gücüyle ilişkileri değişik biçimlerde olabilir, bir yerde özgür dürüst seçimler yapılıyorsa, orada demokrasi var demektir., Oligarşi adını vereceğimiz bu atama biçiminin niteliği şudur: yönetilenlerden küçük bir grubun yönetenleri seç­mesi. Sistem, yönetenlerin yönetilenler tarafından seçilmesi bakımından demokrasiye, yönetilenlerden çok azı­nın seçim hakkından yararlanması bakımından ise otokrasiye yaklaşır. Demokratik ve otokratik özellikleri ayrılmaz biçimde benliğinde toplaması nedeniyle bu yöntem karmadır. Ortaya çıkışından bu yana, temsilî demokrasi sistemi iki temel değişiklik geçirdi: genel oyun kabulü ve örgütlenmiş siyasal partilerin doğuşu. Genellikle oy hakkı, önce az sayıdaki imtiyazlılara tanınır, sonra yavaş yavaş seçmen çevresi genişletilerek bütün yurttaşları içine alacak hale getirilir. Böylece otokrasi, önce yerini kapalı oligarşiye bırakır, sonra bu oligarşi yavaş yavaş demokrasiye dönüşür. Çoğunlukla, bu tür sınırlı oylamanın uygulandı­ğı yerlerde kalıtımla işbaşına gelen bir hükümdar ve otokratik bir ikinci meclis bulunur; böylece rejim aynı zamanda hem “yanyana karma yönetim” hem de “kaynaş­mış karma yönetim” biçimini alır. Kelimelerin kökenine indirse, “monokrasi” ve “monarşi” aynı anlama gelir: tek kişinin yönetimi. Uygulamada monokrasiye genel bir anlam yüklenirken, “monarşi” kelimesiyle de kalıtsal monokrasiler belirtilir. Monarşi (hiç değilse meclissiz monarşiler) tarihsel bakımdan, monokrasinin en yaygın biçimidir. Yöneten kişi fetih yoluyla iktidara gelmişse bu monokrasiye “diktatörlük” adı verilir. Halk oyuna dayanan monokrasiye ise “başkanlık” monokrasisi adı verilir. Bakanlar Kurulu’nun iki temel özelliği vardır. Birincisi, Bakanlar Kurulu üyelerinin devlet başkanı karşısında oldukça geniş bir özerkliğe sahip olmalarıdır: devlet başkn ikiınca seçilmelerine rağmen parlamentoya dayanarak devlet başkanma karşı koyabilirler. Ayrıca, kendi başları­ na kararlar alma konusundaki yetkileri, bakanları, devlet başkanının basit yardımcıları olmaktan kurtarır. İkinci olarak, kabine kollektif bir organdır: üyeleri arasında gö­revler açısından bir uzmanlaşma sözkonusuysa da, genede üyeler önemli kararları birlikte almak zorundadırlar. ve bu kararlardan ortaklaşa sorumludurlar. Bütünü içinde, kabine üyeleri arasında eşitlik vardır. Bununla birlikte, genellikle, kabine üyelerinden biri, ötekileri yasal ya da fiilî bir biçimde etkisi (bu etki çok büyük olabilir) altına alır. Bu kişiye Bakanlar Kurulu başkanı, ya da başbakan, ya da hükümet başkanı denir. O, kabinenin öbür üyelerini seçer ve devlet başkanının onayına sunar, devlet başkanı bulunmadığında kabine toplantılarına başkanlık eder, meclislerde bütün kabinenin sözcülüğünü yapar. Bu sorunun iki yönü vardır: teknik ve siyasal, Teknik açıdan, yönetenler arasında hükümet faaliyetini en etkili biçime sokmaya elverişli ve mümkün olduğu kadar rasyonel bir işbölümünü sağlamak. Siyasal düzlemde ise, eğer bütün yetkiler bir tek hükümet organına bırakılırsa, bu organ yönetilenlere oranla büyük bir güç kazanır; tersine, yönetenlerin sayısı çok olursa ve bunların her biri kesinlikle belirli bir görevde uzmanlaşırsa, kuşkusuz, yönetenler daha güçsüz olurlar. Sonuç olarak, burada, otoriter eğilimle liberal eğilim genel karşıtlığı ortaya çıkar; bu karşıtlık, siyasal rejimlere özgü sorunların temelidir. Yönetenler arasında görev bölümünü akla uygun bir biçimde ilk inceleyen Montesquieu’dür. Klasik Ayrım.- Klasik ayırıma göre, yönetimde üç çeşit güç vardır: yasama gücü, yürütme gücü ve yargı gücü. Yasama gücü, bütün yurttaşların uymakla yükümlü bulunduğu genel kuralları koyar; yürütme gücü, özel durumlar için belirlemeler yaparak bu genel kuralların uygulanmasını sağlar; yargı gücüyse kuralların yorumlanmasından çıkan uyuşmazlıkları çözümler (özel hukuk), ya da bu ku­rallara karşı çıkan bazı kişilerin direncini kırar (ceza hukuku). Anglosakson ülkelerinde üçüncü güç, mümkün olduğu kadar kusursuz bir adaletin dağıtılabilmesi için, hem yönetenlerden, hem de yönetilenlerden bütünüyle bağımsız organlara bırakılmıştır. Fransa’da, bütün resmî öğretilere rağmen, mahkemeler, gerçekte Napoleon’dan bu yana hep yönetimin özel bir dalı olarak kabul edildi; yargı gücü siyasal açıdan, yürütme gücünün özel bir bö­lümü sayıldı. Bu durumda, geriye, yönetici nitelikte iki güç kalmaktadır: yasama ve yürütme güçleri. Öncelikle, katı partiler ve esnek partiler ayırımını ele alalım. Üyeleri ve özelikle parlamentodaki milletvekilleri ile hükümetteki bakanları üzerinde sıkı bir disiplin kuran partiye, “katı” parti adını veriyorum. Katı partinin üyeleriri, milletvekilleri ve bakanları, yasal olarak değilse bile fiilen partinin vekilleridir ve mecliste partilerinin kararları­nı uygularlar: özellikle oylamalarda grup kararlarına kesinlikle uyulur. Doğrudan demokraside halk, iktidarı kendisi kullanır; temsilî demokrasideyse iktidarı bütünüyle temsilcilerine bırakır; yarı-doğrudan demokrasideyse halk, tersine, iktidarı temsilcileriyle paylaşır; bu paylaşma iki biçimde gerçekleşir: halk “yasa önerme” yoluyla yönetenleri bazı sorunları ele almaya zorlar, ya da yönetenlerin aldığı kararların, uygulanabilmek için “referandum” ya da “veto” aracılığıyla halkın onayından geç­ mesi gerekir. İki dereceli seçimle ulusun bütünü tarafından seçilen ABD Başkanı, yürütmeyi temsil eder. Sözkonusu iki dereceli seçimde, başkanı seçen delegeler, uygulamada emredici vekâletle bağımlı olduklarından, elde edilen sonuç, tek dereceli sistemin ortaya çıkaracağı sonuçla aynıdır. Geleneksel olarak, Dem okrat Parti, merkeziyetçiliğe düşman, oysa Cumhuriyetçi parti federal iktidarın güçlenmesinden yanadır. Ama, başkan Demokrat Parti’dense, cumhuriyetçiler eyalet haklarının başlıca savunucusu, demokratlarsa federalist kesilirler: Roosevelt döneminde bunun örnek­leri görülmüştür. Birkaç yıldan beri, AvrupalI gözlemciler partilerin bünyesinde bir çeşit siyasal billurlaşmanın meydana geldiğine inanmaktadırlar: ekonomik konularda devletin işe karış­masına karşı çıkan cumhuriyetçiler “sağ”ı, toplumsal alanda daha ilerici olan demokratlarsa “sol”u meydana getirmişlerdir. Bu, bir ölçüde, demokrat partiyi onu tek başına temsil edebilecek kadar egemenliği altına alan yü­ce kişinin, yani başkan Roosevelt’in uyandırdığı bir kanı­nın sonucudur. Gerçekte, bu iki partinin her birinde bir sol ve bir de sağ kanat vardır ve bazı cumhuriyetçilerden destek gören birçok demokratın Roosevelt’in karşısına dikildiği çok görülmüştür. Bununla birlikte, 1952 seçimlerinden bu yana, Cumhuriyetçi Parti’nin oldukça belirgin bir biçimde sağa kaydığı da göze çarpmaktadır. Ne olursa olsun, iki partili sistem, Amerikan Anayasa￾sındaki güçlerin ayrılması ilkesini gözle görülür bir bi­çimde ortadan kaldırmaktadır: gerçekte, Kongrede ço­ğunlukta olan parti, genellikle başkan bu partinin şefi olduğu için, yasama ile yürütme arasında sıkı bir ilişki kurar. Bununla birlikte, bu açıklama çok sınırlı kalmaktadır. Bunun nedeni, birinci olarak, Amerikan partilerinin Ingiliz partileri ölçüsünde disiplinli olmayışlarıdır; her üye büyük bir düşünce ve oy özgürlüğüne sahiptir,ve başkan, partisinden beklemek zorunda olduğu desteği her zaman bulamaz, ikinci olarak, seçim sürelerinin eşitsizliği nedeniyle başkan, Kongrede çoğunlukta bulunan partiden olmayabilir: Başkan dört yıl, Temsilciler Meclisi üyeleri iki yıl, senatörler altı yıl için seçilir ve senatonun üçte biriher iki yılda bir yenilenir. Böylece Amerikan Anayasasının uygulanmasında iki evre kategorisi görülebilir: başkan ile Kongrenin çoğunluğu aynı partidense, güçleringöreceli olarak işbirliği yaptığı evreler; ve bunun tersi söz konusu olduğunda, güçlerin mutlak bir biçimde ayrıldığı evreler. Bu sonuncu varsayımda, rekabetin, hükümet darbesine kadar varan önemli çatışmalara yol açmaması, Amerikan Anayasası’nın cevaplandırılamayan sorularından biridir.
Siyasal Rejimler
Siyasal RejimlerMaurice Duverger · Sosyal Yayınları · 198653 okunma
·
270 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.