Gönderi

Rabbim! Her şey büyüsünü yitiriyor! Her şeyde bir büyü bozumu, kekre bir tat her bir şeyde. Her şey ışığını yitirip koyu karanlıklara gömülüyor! Her şeyde bir yapışkan bir karanlık; iğreti, pis… Her şey kendi akissiz sedasında, kendi bulanık gölgesinde kayboluyor! Her şeyde sessizliği çoğaltan bir gürültü, gürültünün içinde kulakları sağır eden sessizlik. Dokunduğumuz ne varsa hep sessizce akıp gidiyor avuçlarımızdan. Biz hep akıp gidiyoruz denizine ulaşamayan nehirler gibi. Eriyip gidiyoruz!… Derin bir boşluk, daracık bir yol, devasa bir yokluk. Bütün vakitlerden kovulmuş cümleler konuşuyor. Sözcükler dört nal koşan atlar gibi geçip gidiyor zamanın harabelerinden. Kelam denen iksir yaşamaktan usanmışlığın sularında eriyip gidiyor!.. Dil pelte, sözcük paslı, kelam suskun, yaşamak kocaman bir yorgunluk. Hiç yaşanmamış, hiç yorulmamış bir yorgunluk. Hiç yoramadığımız… Rabbim! “Ruhları görünmez olmuş bedenlerle dolu uçsuz bucaksız bir toplama kampından başka bir şey değildir yaşadığımız dünya.” diyordu Milan KUNDERA. Ruhları yağmalanmış; bedenlerinden de ceset kokuları yükselen kalabalıklar dolduruyor şimdi senin arzını. Kalabalıklar geçip gidiyor senin arzından. Hiç yaşamamış, hiç yaşanmamış zamanın yollarından. Kalabalıklar… Senin arzın tarifsiz kötülüklere, sonsuz kirlenmeye ve eşsiz çılgınlıklara tanıklık ediyor şimdi. Senin arzın sonsuz tükenmişliğe… Bütün cephelerde mağlup edilmiş, silahlarına el konulmuş çırılçıplak askerler gibi dolaşıyor insanlık senin arzında. “Korkarım eşsiz bir azap düşecek payıma” diyordu Sezai KARAKOÇ. Eşsiz bir azap düşüyor payımıza senin arzında. Eşsiz bir azap… Senin arzında korkunç bir ıstırap içinde iyiliğin neferleri, merhametin erleri… Karşımızda duran, bedenlere bakınca dehşet bir boşlukla, bir azapla, bir uçurumla ürperiyoruz ve elimizde olanlar derin boşluklara düşüp kayboluyor. Biz elimizdeki her şeyle düşüyoruz boşluklara. Bir başkası bir başkasının uçurumu da olurmuş, kaybolup gittiği karanlığı da yürürken yittiği yolu da… Bunu da gördük Rabbim! Bunu da… Düşerken bir başkasının boşluğuna… Yiterken bir başka avuçta… Yitiyoruz, düşüyoruz; düşüyoruz, yitiyoruz. Bir damla gözyaşı gibi… Acıyla ve kesif bir can sıkıntısıyla… Düşüyoruz bir sancıyla. Yitiriyoruz zamanın kurumuş bir yaprağında. Yiterken yitiriyoruz; Yitirirken yitiyor… Rabbim! “Yalnız ölen bizimdir, bizim olan yalnızca yitirdiğimizdir.” diyordu Borges. Ölüm de yitiklerimiz de artık anlamını yitiriyor yaşıyor olmanın anlamsızlaştığı gibi. Şafaklar rızıksızlığa söküyor, şafaklar karanlığa… Rabbim! Hep yitirdiklerimiz kalıyor elimizde ve hep yenilgiyi yol eyleyip yürüyoruz kendimize doğru. Hep yitiklerin üzerine inşa ediliyor hayatlar. Yanılgı ve yenilginin denizinde yüzüp duruyor gemimiz. “Her şiir zamanla ağıda dönüşür.” diyordu gene Borges. Şimdi zaman bizzat ağıdın kendisi. Siyah yazmalarıyla döne döne ağlıyor ağlamak. Ve hep ağlıyoruz köşe ve kıvrımlarda yitip giden ırmaklarla. Hep ağlıyoruz korkunç sağnaklarla. Ağlıyoruz hep saçak altlarında. Rabbim! Güzel masal atlarına binip gelen, bizi saçlarımızdan öpen melekler çalmıyor artık kapımızı. Kulaklarımızda kadim zamanların şarkılarıyla kapısını çaldığımız efsaneler yok. Masalımız yağmalanmış, meselimiz haramilerin baskınına uğramış. Baskın yemiş en mahrem yanımız. Sükunet yok, huzur yok! Huzuru çalan tamburlar çatlamış… Hep kabuslar emziren, sanal yok oluşlar hazırlayan kitle-iletişim senaryolarıyla kuşatılıyoruz. Rabbim! Kalpler, senin evin olan kalpler kirletilmiş. İnsanlığın kalbini putlar esir almış. İbrahim unutulmuş. İbrahim!… Rabbim! “Tanrı öldü. Onu biz öldürdük. Biz katiller katili şimdi ne yapacağız” diye feryat ediyordu Nietchze. Modern insanın korkusunu, endişesini, serzenişini, isyanını haykırıyordu. Şimdi sana inananlar, sana inandığını sananlar seni hayatın dışına, düzenin dışına, tezgahın dışına atmak için büyük bir çaba içinde. Senin yarattıkların tanrılık davasında. Senin yarattıkların nankör. Yarattıkların küstah!… Rabbim! Tanrısız kalmış bir dünya ağlıyor Nietchze’nin gözlerinde. Olmayan yaşamakta ölüverir gibi herkes. Rabbim! İçi boşaltılmış ayinlerle, amaçsız törenlerle, ritmini yitirmiş ritüellerle iğdiş edilmiş; kitlesel enformasyon bombardımanıyla aptallaştırılmış bir insanlıkla ve insanlığın bütün değerlerini tahrif etmiş zorbalarla, senin adınla yalanlar söyleyen yalancılarla tıka basa doldurulmuş bir yeryüzü var. Rabbim! “Gönül Kuşu” vurgun yemiş. “Gönül Kuşu” yaralı!…. Rabbim! “Sana sesleniyorum; darda koyma beni!” diyordu Andre Gide. Rabbim! Sana sesleniyoruz; yağmalanmış, yetim bırakılmış bir ömrün kırık dökük serencamıyla. Rabbim! Sana sesleniyoruz; darda koyma bizi!..
·
119 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.