Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Öğle güneşi keskin, beyaz ışınlarını yayıyordu. Havada tek bulut yoktu, yaprak kımıldamıyordu. Her şey böyle dinlenirken, sadece gökyüzünde kızışan yuvarlağın ışığı yükseliyordu. Mail ıssızdı, yere karaağaçların ağır ve kımıltısız gölgesi inmişti. Duvarların kenarında bulunan çukurun dibinde yol bekçisi uyukluyordu. Kuşlar susmuştu. Dörtte üçü güneş alan bir bankın gölgesine oturmuş olan M. Bergeret yaşlı ağaçların altında, sevimli tenhalığın içinde karısını iki kızını ve daracık konutundaki daracık yaşamını unutmaya çalışıyordu. Ezop gibi özgürlüğüne kavuşmanın tadını çıkarıyor, eleştirel hayalgücünü ölüler ve canlılar arasında rastgele gezdiriyordu. O sırada, büyük papaz okulu müdürü Rahip Lantaigne elinde dua kitabı, Mail'ın geniş ağaçlıklı yolundan geçiyordu. Bankın gölgeli yerinde papaza yer açmak için M. Bergeret ayağa kalktı. M. Lantaigne bankın kenarına sakin sakin kuruldu; bu telâşsız hali papazlığın kendisine verdiği ve hiç elden bırakmadığı ağırbaşlılığından ileri gelirdi. Dolayısıyla telâşsızlık onun sadeliğinin bir göstergesiydi. M. Bergeret onun yanına oturdu. Oturduğu yer gölgeliydi ama, dalların arasından güneş ışınları sızıyordu; öyle ki siyah giysilerinin üzerinde altın renkli yuvarlaklar oluşuyor, gözleri kamaştığından gözkapakları açılıp kapanıyordu. Rahip Lantaigne'e şu sözlerle iltifat etti: "Sayın rahip, her yerde sizin Tourcoing piskoposluğuna atanmanız konuşuluyor. Bu seçim çok iyi, buna kuşku yok. Sizi monarşist sanıyorlar, bu da sizin canınızı sıkıyor. Papa gibi siz de cumhuriyetçi değil misiniz?" M. LANTAIGNE: "Papa gibi ben de cumhuriyetçiyim. Yani Cumhuriyet hükümetiyle barış içindeyim, onunla savaşmıyorum. Ancak barış, sevmek anlamına gelmez. Cumhuriyeti sevmiyorum." M. BERGERET: "Nedenlerinizi anlıyorum. Ruhban sınıfına düşman; din konusunda özgür düşünceli değil. Bu yüzden ona sitem ediyorsunuz." M. LANTAIGNE: "Kesinlikle öyle. Papazların düşmanı. Dine aykırı davranıyor. Bunu kabul edemiyorum. Ancak dine aykırılık ve bu türden düşmanlıklar rejimin özünden ileri gelmiyor. Cumhuriyetin değil; cumhuriyetçilerin kabahati bu. Bu düşmanlıklar kişilere göre ya azalıyor ya da büyüyor. Eskiden oldukları gibi bugün de vardırlar. Belki yarın daha da artacaklar. Bir gün gelecek artık yok olacaklar. Mareşal de Mac-Mahon'un prensliği zamanında da yok olmuşlardı. Ya da en azından bu prensliğin başlangıcında ve 16 mayıs hükümetinin aldatıcı uygulamalarında durum böyleydi. Bu düşmanlık insanlardan kaynaklanıyor; nesnelerden değil. Ancak dine karşı isterse saygılı olsun, ben onun bakanlarından da Cumhuriyetten de nefret ediyorum." M. BERGERET: "Neden?" M. LANTAIGNE: "Çünkü ayrımcılığı temsil ediyor. Bu bakımdan, özünde zararlıdır." M. BERGERET: "Sizi ipek anlamıyorum sayın rahip." M. LANTAIGNE: "Bunun nedeni teolojik zekânızın olmaması. Eskiden laikler bazı şeylere dikkat ederlerdi. Derslerde, okul defterlerine felsefe konularını not ederlerdi. Özellikle XVII. yüzyıl insanları için bu geçerliydi. Nitekim, edebiyatla ilgilenen herkes akıl yürütmesini bilirdi; şairler bile. Racine'in Phèdre adlı yapıtını destekleyen Port-Royal doktrinidir. Gelgelelim bugün, teoloji dersi eğitim programından çıkarılmıştır. Kimse akıl yürütmesini bilmiyor, herkes şairler ve bilginler kadar alıklaşmıştır. M.de Terremondre bana geçen gün şöyle diyordu ve söylediğine de inanıyordu: "Kilise ve Devletin karşılıklı olarak taviz vermeleri gerekmez mi?" Artık kimse bunu bilmiyor, kimse bunu düşünmüyor. Havada kalan boş lâflar birbirine karışıyor. Sanki Babil kulesindeyiz; her kafadan ses çıkıyor. Siz Mösyö Bergeret, Aziz Thomas'tan çok Voltaire'le haşır neşir oldunuz." M. BERGERET: "Doğru. Ama sayın rahip, Cumhuriyetin ayrımcılık olduğunu ve özünde kötüyü barındırdığını söyleyen siz değil misiniz? Bunu açıklamanızı rica ediyorum sizden. Belki o zaman sizi daha iyi anlayabilirim. Siz öyle sanmıyorsunuz ama, ilâhiyatla çok uğraştım. Elimde kalem, altını çize çize Baronius'u okudum." M. LANTAIGNE: "Baronius bir yıllık yazarıdır; ama hepsinden daha büyüktür. Şundan eminim ki onun kitabından sadece tarihsel saçmalıkları kaydedebildiniz. Azıcık ilâhiyatçı olsaydınız, benim söylediklerimden ne hayrete düşer, ne de şaşırırdınız." "Ayrımcılık nefret edilen bir şeydir. Kötü karakter ayrımcıdır. Bu karakter Cumhuriyet hükümetinde açıkça görülür, onun kadar birlikten uzaklaşan bir rejim birlikten, bağımsızlıktan, istikrardan ve güçten yoksundur. Bilgiden yoksundur; hatta denebilir ki ne yaptığını da bilmemektedir. Bizi cezalandırmaya devam ediyor, ama devamlılığı yoktur. Zira istikrar düşüncesi birliği içerir, oysa Cumhuriyetin bir günü önceki gününden farklıdır. Çirkin oluşu, hatta kötülükleri kendine ait değildir. Hiç onursuzluk duymamıştır. En güçlü imparatorluğu bile yıkıma götüren utanç verici rezaletlerden zarar görmemiştir. O yıkılmaz, ama yıkım getirir. Dağınıklıktır, istikrarsızlıktır, ayrımcılıktır, kötülüktür." M. BERGERET: "Genel olarak Cumhuriyetten mi, yoksa salt bizimkinden mi söz ediyorsunuz?" M. LANTAIGNE: "Tabii bizimkinden, Fransız cumhuriyetinden söz ediyorum. Ne Roma cumhuriyetini, ne İsviçre'yi, ne de Batav cumhuriyetini göz önüne alıyorum. Çünkü bu hükümetlerin yalnızca adı ortak ve adları böyle diye onları yargıladıklarımı sanmayın, ne de monarşiye karşı oldukları için onları yargılıyorum. Üstelik monarşiye karşıtlık kendinde kınanamaz. Oysa Fransa'da Cumhuriyet, toplumun başlıca kişilerinden yoksun kalmasıdır ve bir otorite boşluğudur. Sonra bu halk kolları bacakları kesilirken ölüyorum diye korkmaz; çok şey görmüştür." M. BERGERET: "Üstelik, Fransa yirmi yedi yıl İmparatorluk, kırk sekiz yıl burjuva krallığı, altmış altı yıl meşruti krallık gördü ve ayakta kaldı." M. LANTAIGNE: "Bir yüzyıl diyebilirsiniz. Fransa ölümcül yaralar almıştı, hayatın sefil bir kalıntısı olarak umutsuzluk ve öfke içinde çırpınıyordu. Geçmiş günleri pohpohladığımı sanmayın. Asla varolmamış altın bir çağın yanıltıcı imgelerinden duyduğum pişmanlıkları sergilemek gibi bir niyetim de yok. Halkların yaşam koşulları bana yabancı değildir. Saatleri ölümlerle, günleri yıkımlarla belirlenmiştir. Böyle olması da doğru ve gereklidir. Onların yaşamı insanlar gibi kanıtlardan bağışık olsaydı, anlaşılamazdı. Fransa'nın antik tarihi yıkımlar ve ödenen bedellerle doludur. Tanrı bu ulusu yorulmak bilmez bir sevgiyle cezalandırdı, ondan iyiliğini esirgemedi, krallar zamanında hiç acı çektirmedi. Hıristiyan olduğundan kötülükler bu ülkeye yarar sağlıyor, değerini artırıyordu. Tanrısal cezanın yüce karakterini takdir ediyordu. Ondan dersler, değerler çıkarıyor; kurtuluşu, gücü ve zaferi arıyordu. Ama şimdi acılarının kendi için bir anlamı yok, ne onları anlıyor, ne de onlara boyun eğiyor Bunların hepsini reddediyor. Duyarsız olan mutlu olmak ister! Tanrı'ya olan inanç yitirilirse, onunla birlikte mutlak düşüncesi, göreceli zekâ, hatta tarih bilinci de yitirilir. Bir tek Tanrı insani olayların mantıksal dizisini oluşturabilir. O olmazsa, olaylar ne algılanabilir ne de kolayca anlaşılabilir. Yüzyıldan beridir, Fransa tarihi Fransızlar açısından kapalı bir kutudur. Bununla beraber geçen günlerimizde, umutla bekleyişten kaynaklanan görkemli anlar olmuştur. "Tann'nin gösterdiği saatte bir atlı Fransa'yı yakıp yıkarak üzerinden geçmiştir. Sıraya dizilen bu atlılar, Salmanasar, Nabukodonosor, Kyros, Kambyses, Memmius, Titus, Alarik, Attila, II. Mehmed, Guillaume gibi istilâcı hükümdarlardır. Fransa'nın gururu kırılmış, kanlar içinde yıkıma uğramış, gözlerini göğe kaldırmıştır. O an ne acıdır! Gerçeği anlar gibi olmuş, zekâsını inançla geliştirmeye çalışmıştır. Tanrı'dan gelen muazzam kötülükleri bedel ödeyerek öğrenmiştir. Bundan dolayı, bir hükümdar meclisi oluşturmak için hakiki Hıristiyan olan insanları ortaya çıkarmıştır. Bu meclisin görkemli bir yenilik yaratarak İsa'yı Fransa'nın yüreğine adadığı görülmüştür. Aziz Louis zamanında olduğu gibi, dağlarda kiliselerin yükseldiği ve onların bakışlarını günah çıkaran kentlere yönelttiği görülmüştür. Monarşiyi yeniden canlandırmaya çalışan mükemmel vatandaşlar görülmüştür." M. BERGERET, alçak sesle: "1. Bordeaux Meclisi; 2. Montmartre'da Sacré-Cœur veLyon'da Fourvière Kilisesi; 3. Dokuzlar Komisyonu ve Mösyö Cheslong'un misyonu. M. LANTAIGNE: "Neler söylüyorsunuz?" M. BERGERET: "Hiç. Dünya Tarihi Hakkında Söylev'den notlar alıyorum." M. LANTAIGNE: "Hiç alay etmeyin, hiç inkâr etmeyin. Kral Henri Dieu donné'yi getiren beyaz atların nal sesleri işitiliyordu. Kral yeniden otorite prensibini yürürlüğe sokacaktı. Bu prensipten iki sosyal güç doğar: Buyruk ve itaat. Kral toplumsal düzeni tanrısal düzenle, siyasal sistemi dinsel bakışla onarmaya geliyordu. Hiyerarşiye, yasalara, kurallara, gerçek özgürlüğe, birliğe dinsel ruhu sokacaktı. Gelenekleriyle yeniden bütünleşen ulus gücünün gizlerini bulacak ve bir zafer işareti görecekti... Tanrı bunu istemedi. Bu büyük beklentiler bir günde yok oldu. Ülkenin sınırları Henri Dieu donné'nin suratına kapandı, halk Cumhuriyetin eline düştü, yani kendi mirasını reddetti, haklarından ve ödevlerinden vazgeçti. Keyfi bir şekilde yönetilmeye, bu rejimin dilediği biçimde yaşamaya boyun eğdi. Tanrı bu rejimi rahatsız ediyordu; cismani imajlarını altüst ediyor, düzen ve yasayı bozuyordu. Bundan böyle, kral kötülük oldu ve kötülük fermanları yayımladı. Durmaksızın eziyetlere maruz kalan Kilise kalleşlikle suçlandı; suçlu bir asi olarak görüldü, saltanatından asla vazgeçmediği ileri sürüldü." M. BERGERET: "Din adamlarının dışlanmasını ezici önlemler arasına mı koyuyorsunuz?" M. LANTAIGNE: "Din adamlarının dışlanması, kötü niyetli bir düşüncenin ürünü. Bu besbelli. Dinsizlik amaçlı bir hesaplaşmanın sonucu. Dışlanan din adamlarının böylesi bir davranışı hiç hak etmedikleri açıktır. Onlara darbe indirirken Kiliseye de darbe indirildiği sanıldı. Gelgelelim darbe geri tepti ve zayıf düşürülmek istenen bedeni güçlendirdi. Kiliselerin elinden alınmak istenen ayrıcalıklar ve otorite onlara yeniden sağladı. Düşmanlarımız Kiliseyi tanımıyorlardı. Belli başlı liderleri pek fazla bir şey bilmiyordu; bizi yıkmaktansa kendi yandaşlarını memnun etmek istiyorlardı. Bize karşı yalandan, tantanalı bir savaş açıldı. Din adamlarının dışlanmasına karşı etkin bir saldırıya geçilmesini onaylamıyorum. Tabii bu haksız zulmün kurbanlarını kuşkusuz saygıyla karşılıyorum. İnsanları yönetmek için laik ruhban sınıfının Fransa Kilisesine yeterli olacağını düşünüyorum. Papazların katkısı olmadan böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğini de biliyorum. Heyhat! Ne var ki Cumhuriyet, Kilisede derin ve gizli yaralar açtı. Eğitim sorunlarını iyi bilirsiniz Mösyö Bergeret, çok derin yaralar açıldığı malum, ama en beteri zekâsı kıt ya da karaktersiz papazların piskoposluğa alınması... Bunu söylemekten bıktım. Gerçi Kilisenin asla yok olmayacağını bilen Hıristiyan teselli buluyor ve güven duyuyor. Ancak yurttaş nasıl te selli bulacak? Devletin bütün organlarının kangrenleştiğini ve kokuştuğunu görüyor. Yirmi yılda, kokuşma yolunda öyle ilerleme kaydedildi ki! Biricik erdemi acizlik olan ve düşünerek davrandığı sırada suçlu sayılan bir Devlet başkanı; ahmak bakanlarla dolu bir Parlamento; gitgide cahilleşen çıkarcı milletvekilleri; masonların dinsiz örgütlerine katılan üyeler, durmadan sayıları artan, açgözlü, zararlı, muazzam bir memur kalabalığı; müşteri çevresini bu memurlarla güvence altına aldığını sanan ve kendi kuyusunu kazan Cumhuriyet; ne hakkaniyetli davranan, ne kural tanıyan, çoğu kez kuşkulu duruma düşmemek için hükümetçe kışkırtılan yargıçlar ve savcılar kurulu; daha sonra köylerde bütün ulusu reddederek eşitlik ve bağımsızlık ruhumu uğursuz sayan, kışla tarafından yozlaştırılan, ne mesleklere ne sanatlara uyumlu olan, her türlü işten tiksinen bir ordu; misyon olarak tanrıtanımazlığı ve ahlaksızlığı yayan bir eğitim anlayışı zaman kavramından ve otoriteden yoksun, dış politikamızı ve müttefiklerimizle olan ilişkilerimizi içki satıcılarının, mağazalardaki tezgâhtar bayanların, gazetecilerin ellerine bırakan bir diplomasi; yasama, yürütme ve yargıya ilişkin askeri-sivil otoritelerin iç içe girerek karmaşıklaşmasıyla birbirini yıkan iktidarlar; gösterdiği zaaflarla kendini çökerten gülünç bir yönetim; işte aynı yönetim dinsizliğin en güçlü iki silahını topluma mal etmiştir: Boşanma ve doğum kontrolü. Kısaca gözden geçirdiğim bütün bu kötülükler Cumhuriyetin eseridir ve doğal olarak ondan kaynaklanıyorlar. Cumhuriyet özünde kötüdür. Tanrı'nın istemediği özgürlüğü dilediğinden kötüdür. Oysa Tanrı efendidir, otoritesinin bir parçasını krallara ve papazlara aktarmıştır. Cumhuriyet kötüdür, çünkü Tanrı'nın yok saydığı eşitliği dilemiştir. Ne var ki, öte dünyada ve yeryüzünde yüksek makamlar hiyerarşisini kuran Tanrı'dır. Hoşgörüyü (tolerans) öngördüğü için Cumhuriyet kötüdür. Tanrı buna karşıdır, çünkü kötülük hoş görülemez. Cumhuriyet halkın iradesine başvurduğu için kötüdür. Sanki cahiller çoğunluğu küçük bir azınlığın iradesinden daha değerliymiş gibi. Üstelik o küçük azınlık Tanrı'nın iradesine boyun eğer. İşte bu irade hükümetten de, yönetime ilişkin ayrıntılardan da üstündür. Nihayet dinselliğe kayıtsız kalmasından ötürü kötüdür. Onun dinsizliği, inançsızlığı, dine karşı sövmeleri ölümcül yaralardır. Bu ayrımcılık onu kötülüğe sürükler, ölümüne neden olacaktır." M. BERGERET: "Sayın rahip, Papa gibi cumhuriyetçi olduğunuzu, Cumhuriyetle barış içinde yaşamaya karar verdiğinizi az önce söylemediniz mi?" M. LANTAIGNE: "Kuşkusuz öyle dedim. Ona tabi olarak ve itaat ederek yaşayacağım. Ona başkaldırırken onun prensibine uygun olarak ve kendime aykırı olarak hareket edeceğim. Başkaldıran olarak ona benzeyeceğim; kendime değil. "Kötülerle kötülük yaparak baş edilmez. Cumhuriyet egemendir. Kötü yönetiyorsa ya da yönetemiyorsa, bu onun kabahatidir. Kendinden kaynaklanıyor. Ben ona itaat etmekle yükümlüyüm. Öyle yapacağım. İtaat edeceğim. Papaz sıfatıyla, piskopos sıfatıyla, Tanrı izin verirse, Cumhuriyeti reddetmem. Aziz Augustin belleğimde canlanıyor. Vandallar tarafından kuşatılan Numidia'da öldü. O sırada, Roma vatandaşı ve piskopostu. Bana gelince, o ünlü Galyalılar Kilisesinin küçüçük bir üyesiyim; en büyük bilginleri örnek alarak, ülkeyi Vandallardan kurtarması için Tanrı'ya yalvara yalvara, Fransa'da papaz ve Fransız vatandaşı olarak öleceğim." Mail'ın karaağaçları gölgelerini doğuya doğru uzatmaya başlamışlardı. Uzaklarda çıkan bir fırtınadan gelen serin bir yel yaprakları salladı. Bir hanım böceği redingotunda ilerlerken, M. Bergeret rahibe dönerek çok nazik bir sesle şöyle konuştu: "Sayın rahip, demokratik rejimin özelliklerini güzel ifadelerle çizdiniz. Bu rejim, üç aşağı beş yukarı tıpkı anlattığınız gibi. Yine de onu tercih ederim. Ilımlı ilişkiler devlet otoritesini zayıflatıyor, ama kişileri yumuşatarak belirli bir yaşam kolaylığı sağlıyor ve yerel zorbalıkları etkisizleştiren bir özgürlük tanıyor. Kuşkusuz rejimin çürümesi monarşilere nazaran daha hızlı. Bu da iktidarda bulunan adamların ayrımcılık gözetmesinden ve giderek çürümeye neden olmalarından kaynaklanıyor. Ancak uygulamalar iyi gizlense, çürüme daha az görülür olacak. Bu eksiklik ve istikrarsızlık demokratik cumhuriyette her türlü girişimi olanaksız kılıyor. Öte yandan, monarşilerdeki girişimlerin halkları çoğu kez yıkıma uğrattığını biliyoruz, bu bakımdan büyük projeleri gerçekleştirmekten aciz bir yönetimde yaşamaktan pek şikâyetçi değilim. Bizim Cumhuriyetin en çok beğendiğim tarafı, Avrupa'da savaşa girmemesi. Hem bu amacında samimi. Gerçi militarist, ama savaş yanlısı değil. Bir savaşın doğuracağı fırsatları göz önüne alırsak, başka hükümetler sadece bozguna uğramaktan korkarlar. Bizimki de haklı olarak hem zaferden, hem bozgundan korkuyor. Bu hayırlı korku bize barış adına güvence veriyor; bu da iyinin en iyisi." "Güncel rejimin en büyük eksikliği çok pahalıya mal olması. Beş kuruş harcamaktan kaçınıyor; şatafatlı değil. Ne kadınlara, ne çalışkan adamlara cömert davranıyor. Ama mütevazı görünümü altında, ihmal edilen dış harcamalarda eli açık. Çok yoksul akrabaları, ihtiyaçlarını karşıladığı çok dostları var. Savurgan. İşin en can sıkıcı yanı, artık zenginleşemeyen, gücü gitgide azalan, yorgun bir ülkede varlığını sürdürmesi. Rejimin paraya çok ihtiyacı var. Para sıkıntısı içinde olduğunu biliyor. Üstelik bu sıkıntı sandığından da büyük. Sıkıntılar daha da artacak. Bu olumsuzluk yeni sayılmaz. Eski rejim bu yüzden battı. Sayın rahip, size büyük bir gerçeği söyleyeyim: Devlet, yoksullarına sağladığı olanaklarla yetindikçe, vergilerden elde ettiği gelir ona güvence sağladıkça, el emeği ile çalışanların düzeni bozulmadıkça mutlu ve huzurlu olur, onurunu yitirmez; ekonomi uzmanları ve maliyeciler onun doğruluğundan kuşku duymazlar; ancak bu zavallı Devlet darda kalır kalmaz, parası olanlardan para sızdırmaya kalkıyor, zenginleri tuzağa düşürüyor, iğrenç bir girişime başladığını hissettiriyor, bütün haklara tecavüz ediyor, kutsal değerlere saygısı kalmıyor, sanayi ve ticareti çökertiyor, zenginlere yaslanarak fakirleri eziyor. Saygınlığını kaybettiğini kimse ondan gizlemiyor. Ve iyi vatandaşların gözünden düşüyor. Bu arada yıkım yavaş yavaş, kesin bir şekilde kendini gösteriyor. Devlet iflâs ediyor. Artık bitmiştir. "Bakanlarımız din adamlarının neden olduğu yıkımı ya da sosyalist felâketi ileri sürerek bizimle alay ediyorlar. Bir tek yıkım vardır: Parasal çöküş. Cumhuriyet bunu fark etmeye başlıyor. Ben de bu yüzden yakınıyorum ve pişmanlık duyuyorum. İmparatorluk döneminde Cumhuriyet aşkıyla büyüdüm. Saint-Omer Lisesi'nde hitabet hocası olan babam derdi ki: "Cumhuriyet adalettir". Onu tanımıyordu. Cumhuriyet adalet değildir. Ama kolaylıktır. Sayın rahip biraz olayların gülünç yanına bakarsanız ve daha alçaktan yorumlarsanız, diyebilirim ki günümüzün Cumhuriyeti, yani 1897 Cumhuriyeti hoşuma gidiyor ve alçakgönüllü tavrıyla beni etkiliyor. Hayranlık duyulmasını beklemiyor. Yalnız biraz saygı istiyor, hatta takdirle karşılanmaktan dahi vazgeçiyor. Kendisiyle birlikte yaşayın yeter; bütün isteği bu, zira meşrudur. En alçakgönüllü insanlar bile hayata tutunurlar. Masal yazarının oduncusu gibi, Mantoue'nun eczacısını çok şaşırtan Romeo'nun genç çılgın kadını gibi. Genç kadın ölümden korkar ve biricik korkusu budur. Askerlere ve prenslere güveni yoktur. Ölüm tehlikesi karşısında çok kötüleşecektir. Bu korku onu her zamanki doğallığından çıkaracak, zalim kılacaktır. Tabii çok yazık. Ancak hayattan bir beklentisi kalmayınca ve salt onurunu kurtarmak söz konusu olunca, yumuşak huylu görünür. Aynı karakteri taşıyan bir hükümeti beğeniyorum, bana güven veriyor. Özsaygısı yüzünden öyle acımasızca davranan hükümetler var ki! Haklarını, büyüklüklerini, refahlarını güvence altına almak için öyle gaddarca davrananlar var ki! Üstünlük kurmak adına, saygınlık kazanmak uğruna öyle kan dökenler var ki! Cumhuriyetin özsaygısı yok, saygınlık kazanma kaygısı yok. Bize karşı onu masum kılan mutlu bir eksiklik! Varolduğu sürece durumundan memnun. Yönetimi yetersiz. Ben bu kadarıyla kalmasına razıyım. Yetersiz bir yönetim, kötü bir yönetimden iyidir. Hükümetin yükümlülüklerini aşırı abartan, güçlü bir iktidarın nimetlerini öven varlıklı kişilerden her zaman kuşku duymuşumdur. Güçlü iktidarların halkları refaha kavuşturması doğaldır. Gelgelim, refaha kavuşan ve büyüyen halklar yüzyıllar boyu acı çekmişler ve sanırım böyle bir idealden vazgeçmişlerdir. Ekonomik refah çok pahalıya oturmuştur. Üstelik sömürgelerden gelen nimetlerle pek fazla ileriye gidilemeyeceğini güncel efendilerimiz iyi biliyor. Nihayet, her türlü yönetimin gereksiz olduğu günün birinde anlaşılırsa, bu paha biçilmez buluşun mucidi herhalde Mösyö Carnot'nun Cumhuriyeti olacaktır. Her şey bir yana, kurumlarımıza çok bağlı olduğumu hissediyorum." Edebiyat Fakültesi konferanslar üstadı M. Bergeret böyle konuştu. Rahip Lantaigne ayağa kalktı, cebinden mendilini çıkarıp dudaklarına götürdü, tekrar cebine soktu, hiç âdeti olmadığı halde gülümsedi, dua kitabının kolunun altında olup olmadığını yokladı, sonra şöyle dedi: "Hoş ifadeler kullanıyorsunuz Mösyö Bergeret. Alarik komutasındaki Vizigotlarla Roma'ya girdiği zaman tumturakçı hatipler de böyle konuşuyorlardı. Ne var ki V. yüzyıl hatipleri boş fikirleri Esquilinus Tepesi'ndeki sakız ağaçlarının altına fırlatırlardı. Zira Roma Hıristiyan olmuştu. Artık siz değilsiniz." Konferanslar üstadı: "Sayın rahip, diye cevap verdi, piskopos olun; ama Üniversitede büyük hoca olmayın." Papaz kocaman gülerek: "Doğru söylüyorsunuz Mösyö Bergeret, dedi, eğer Üniversitede büyük hoca olsaydım, gençliği eğitmenizi size yasaklardım." "Bana büyük iyilik etmiş olurdunuz. O zaman Mösyö Jules Lemaître gibi gazetelere yazılar gönderirdim. Sonra kimbilir, onun gibi..." "He! He! O zaman sanata düşkün çevrelerde bir konumunuz olurdu. Hem Fransız Akademisi inancı olmayanlardan zevk alır." Bunları söyledikten sonra kararlı adımlarla ağır ağır uzaklaştı. M. Bergeret bankın ortasında tek başına kaldı. Şimdi bankın dörtte üçü gölgelenmişti. Omuzuna tırmanan hanım böceği kanatlarını çırparak havalandı. Düşünmeye başlamıştı. Mutlu değildi. İncelik dolu bir zekâsı vardı, ancak bu zekânın sivri uçları dışa dönük değildi, çoğu kez eleştirisinin iğnelerini kendine batırırdı. Kansız ve geçimsiz olduğundan midesi çok hassas, duyguları zayıftı. İşte bu duygular, hoşnutluk ve zevk yerine tatsızlık ve acı duymasına neden oluyorlardı. Sözlerini harcarken ihtiyatsızca konuşur, beceriksiz davranırdı. Bu beceriksizliği doğruluk ve güven bakımından en başarılı ustalığa denk düşüyordu. Kendine zarar verme fırsatını bulduğu zaman bunu incelikli bir sanat sanırdı. İnsanların içindeyken doğal bir tiksinti hissediyor, toplumsal olmasına ve hemcinsleriyle iletişim kurmasına rağmen bu yüzden rahatsız oluyordu. Öğrencilerini yetiştirmeyi asla başaramamıştı. Latince edebiyat derslerini rutubetli, ıssız ve karanlık bir mahzende veriyordu. Fakülte dekanının azgın kini onu buraya sürüklemişti. Oysa Üniversite yapıları hayli genişti. 1894'te inşa edilmişlerdi, bunların açılış töreninde Vali Worms-Clavelin şöyle demişti: "Bu yeni lokaller, aydın fikirlerin yayılması doğrultusunda Cumhuriyet hükümetinin ne denli ısrarlı olduğuna tanıklık ediyorlar." Üniversitenin içinde bir amfiteatr bulunuyordu. Amfiteatrın içi, M.Léon Glaize tarafından Bilim ve Sanatı temsil eden tablolarla dekore edilmişti. M.Compagnon alkışlanan matematik derslerini burada verirdi. Öteki kırmızı ya da sarı cübbeli hocalarsa, derslerini aydınlık güzel salonlarda veriyorlardı. Bir tek M. Bergeret odacının alaycı bakışları altında, peşinde üç dinleyicisi ile birlikte karanlık yeraltına iniyordu. Orada, basık ve kötü bir havanın içinde, Alman biliminden ve Fransız inceliğinden yararlanarak Aeneis'i anlatırdı. Orada, Bordeaux'dan en iyi öğrencisi olan M.Roux'yla tartışırdı; orada, herkesi ürküten yeni düşünceler geliştirirdi; orada bir akşam ün salan şu sözleri söylemiş, bu sözler de çok geçmeden yeraltının karanlığında boğulup yok olmuşlardı: "Çeşitli kökenlerden gelen parçalar, beceriksizce birbirlerine eklemlenerek İliada ve Odysseia'yı meydana getirmişlerdir. Bu parçalar Vergilius ve genellikle Fénélon tarafından taklit edilerek klasik edebiyatlarda, gerek düzyazı gerekse dizelerde yazarlarca kullanılmıştır." M. Bergeret mutlu değildi. Hiçbir onursal rütbe almamıştı. Onursal ayrıcalıkları hor gördüğü doğruydu. Fakat bunları kabul ederken aşağı görmek hoşuna giderdi. Silik kalmış, yaşadığı kentte pek tanınmamıştı. Üstelik bu siliklik ve tanınmamışlık kaleme alınan yapıtlarda açıkça belli olurdu. Sözgelimi Bir Turist Rehberi'nin yazarı M.de Terremondre ve kentin çeşitli konularını kaleme alan General Milher onun adını bile anmamıştı. Hatta Bordeaux'dan öğrencisi M. Albert Roux da serbest vezinle yazdığı şiiri Nirée'de ondan söz etmemişti. Kuşkusuz edebiyatla ün kazanmayı hor görüyordu; zira Vergilius'un şöhretinin Avrupa'da iki yanlış yoruma dayandığını bilirdi: Bunlardan biri zırvalık, diğeri ipe sapa gelmez sözler. Gelgelelim, Faguet, Doumic ve Pellissier gibi yazarlarla hiçbiri ilişkisi olmamasından ötürü canı sıkılırdı. Onlar kafasına uyar gibi gelirdi. Onlarla tanışmak, Paris'te birlikte yaşamak, onlar gibi dergilere yazılar yazmak istemişti. Onlarla aynı düzeye gelmeyi, karşıt durmayı ve belki onları aşmayı çok arzu etmişti. Kendinde belirli bir zekâ inceliği bulunduğunu hissediyordu. Kendine çok hoş görünen sayfalar yazmıştı. Mutlu değildi. Yoksuldu, karısı ve iki kızıyla birlikte daracık bir konutta sıkışıp kalmıştı. O evin içinde müşterek hayatın bütün sıkıntılarını aşırı ölçüde tadıyordu; yazı masasının üzerinde bigudileri, elyazmalarının üzerinde saç maşalarını görmek onu üzüyordu. Şu dünyadan elini eteğini çekerek hoşlanıp huzur bulduğu iki yer vardı: Biri Mail'da, yaşlı bir karaağacın gölgesinde bulunan bank, diğeri Paillot'nun dükkânındaki eski kitaplar köşesi. Bir an kederli durumunu düşündü, sonra banktan kalkarak kitapçının yolunu tuttu.
·
2.265 görüntüleme
Bu yorum görüntülenemiyor
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.