Gönderi

Hiçleşmek ve Zamanı Durdurmak Üzerine.
Hafif soğuk bir gece yarısında balkonda elinizde kahveniz, önünüzde kitabınız ve kulağınızda çalacak ânı tatlandıran bir müzikle günün ve zihnin yorgunluğunu atmak için can atıyor olmalı birçoğunuz, en azından öyle umuyorum. Bazen hayatın akışına kendimizi gereksiz bir ölçüde kaptırabiliyoruz, bu gibi anlarda şöyle bir soluklanıp zamanı kısacık da olsa durdurmak fena mı olur dersiniz.. Üç, beş, on, belki bir hatta belki iki saatliğine dünyada yalnızca sizin var olduğunuzu düşünün. Muhtemelen kiminiz bunu felaketten, kiminiz ise paha biçilemez bir firsattan sayacaktır. Fakat bir düşünün, evren için kum tanesi büyüklüğünde olsa da bizler için devasa olan bu dünyada yapayalnız, kelimenin tam anlamıyla yalnızlığın ortasında “çırılçıplak” kalmak korkunç bir deneyim olmaz mıydı? Topluluk halinde yaşamaya alıştığınız o düzenden bir anda tamamen koparılmak, deyimi yerindeyse “insansızlaşmak” ruhunuzu bedeninizden ağırlaştıracak kadar yüke maruz bırakmaz mıydı sizi? Gece ışıklar ve insanlarla birlikte yine dünya için küçücük olan o binaların içerisinde, pencere veya duvar kenarına dayanmış sıcacık yatağınızda hiçbir şeyden habersiz pencereden dışarıyı veya duvarınızı izlerken uykuya dalmış; belki yüzüncü rüyanızı görmekteyken uyandığınızda sizin dışınızda hiçbir şey var olmamışçasına güne başlıyorsunuz. Uyuşuk gözlerle yatağınızdan kalktığınızda elbette ilk işiniz pencereden sevgili insanlığı selamlamak olmayacaktır, ki artık olamayacaktır da. Henüz hiçbir şeyden habersiz güne sakin bir başlangıç yapmışken uykunuzun öğle vakitlerine karşı olanca hızıyla kaçtığını hissettiğinizde, etrafta hiç gürültünün olmadığını fark edersiniz. Etraf hiçlik doludur. Panikle balkona çıkıp ellerinizi pervaza dayayarak dışarıyı korkulu gözlerle ve şaşkınlıkla incelemeye almışken, durumu anlayamamakla birlikte bir terslik olduğunu fark etmeye başlamışsınızdır. İçinizi kaplayan ürpertiyle balkondan içeri geçtiğinizde, köşe koltuğunuzdaki yerinizi alıp, mantıksızca olacağını bildiğiniz halde basit bir tokat ile bulunduğunuz durumdan çıkabileceğinizi sanırsınız. Ayaklanıp olanca hızınızla balkona tekrar çıkarsınız fakat hiçbir şeyin değişmediğini görmek kalbinizin neredeyse ağzınızda atmasına sebep olmuştur bile. İşe yaramayacağını bilmenize karşın bu tokatın sizi kendinize ve insanları yerine getirememiş olması kaçınılmaz bir panik haline sürüklemiştir sizi. Dış kapıya yönelmiş ve kapının kilidini çevirmek üzereyken aklınıza çorap giymediğiniz gelmiştir, Ekim ayının henüz başında olsak da çorapsız gezmemeniz gerektiğini bilirsiniz. Elbette biliyorsunuzdur fakat bu hikayede çorap giymemişsiniz, o yüzden siz yine de dikkat edin, o çoraplar giyilsin! Üzerinize geçirdiğiniz bir hırka ve insanların olmamasından ötürü yalnızlığınıza ortaklık etmesi için elinizde tuttuğunuz sevgili evin anahtarı eşliğinde sokakta bulursunuz kendinizi. Marketler, bakkallar, kasap dükkanları, terziler, manavlar, eczaneler... Önünden geçtiğiniz hiçbir yerde dükkanların camlarından yansıyan bedeniniz hariç hiç kimseye rastlamamışsınızdır. Sokağın bitiminde, caddeye çıkan yolun ortasında bir an için duraksar ve bunun o kadar da kötü olmayacağını düşünürsünüz. Koşar adımlarla caddenin sonunda dilediğiniz her yere girebileceğiniz bir firsatı kovalamaya başlarsınız. Terk edilmişlik cazip gelmeye başlamıştır. Gün boyu istediğiniz her yere girip istediğiniz her şeyi almış, dilediğiniz her şeyi yemiş, ve yargılanma korkusu olmadan dilediğiniz gibi davranabilmişsinizdir. Bu sizin için cenneti yaşamaktır aslında, öyle değil mi? Uzunca bir müddet bu durum böyle devam etmiştir fakat zaman geçtikçe özgürlük, bir başına kalmışlık artık sizi tüketmeye başlamıştır. Heyecanla uyanıp kendinizi sokağa atmamışsınızdır ve balkonda kendinizi dünyanın hakimi edasıyla otururken bulmamışsınızdır. Sandalyeye boynunuzu bükerek oturmuş ve masaya parmaklarınızı iç içe geçirir vaziyette koymuşsunuzdur ellerinizi. Tükenmişlik beden dilinize de oldukça iyi yansıyordur, sağ bacağınızın stres ve çaresizlikten titreyerek hafifçe sallandığını hissedersiniz. Odağınızı ellerinizden çekip boynunuzu dikleştirdiğinizde hemen aşağıda, evinizin karşısında bulunan kitapçıya ilişir gözünüz. Kendi içinize döner ve durumu sorgulamaya başlarsınız. "Bu kitapçıda yüzbinlerce kitap var, fakat her birini yazan yüzbinlerce insan var. Bu kitapların iyisi var, bu kitapların kötüsü de var. Fakat onların iyi veya kötü olduğuna karar verecek milyonlarca okuru da var. İnsanlar var, insanlar var!" Ardından hemen çaprazındaki eczaneye kestirirsiniz gözünüzü, yeni bir düşünce çoktan zihninize ulaşmıştır bile. "Bu eczanede yüzbinlerce ilaç var, fakat her birine ihtiyacı olan yüzbinlerce insan var. Bu ilaçların her biri farklı bir hastalıktan, rahatsızlıktan dolayı üretilmiş, her farklı insanın farklı ihtiyacına göre düşünülmüş. Hastalığımız teşhis edilebilir durumda çünkü doktorlar var, insanlar için insanlar var. Tedavi olabilmemiz için hastaneler var, ilaçlar var. Bu ilaçları üreten ilaç firmaları, bütün bunların yapılabileceği ortamları oluşturan inşaat ustaları, inşaat ustalarının uygulamasını sağlayan mühendisler, mimarlar var. Onlara bunu nasıl yapabilecekleri konusunda öncülük eden öğretmenler var. Mesleklerinin karşılığını alabilmeleri için onlara para ödeyen kişiler ve kurumlar, bu paraların basıldığı darphaneler ve paranın basılmasını sağlayan hammadde olan kağıtlar var. Bütün bunların ardından günün sonunda sığınabileceğimiz evlerimiz, sokaklarımız, şehirlerimiz var. İnsan kalabalığından ve gürültüsünden bunalıp kulağımıza iliştirdiğimiz kulaklıklar, müziği keşfedip kulaklığa hayat vererek müzikle kulaklarımızı bayram ettirebilecek cihazlar var. Bu müziklerin oluşturulabilmesini sağlayan teknolojik ortamlar, enstrümanlar, enstrümanları kullanan ve ezgileri mikrofona özgürce haykıran sanatçılar, bu enstrümanları bulan, icat eden, tasarlayan ve hizmete sunan kişiler, o sanatçıyı sesi, şarkı sözleri, ve kişiliği konusunda eğiten bir öğretmeni, ailesi, çevresi var. Sanatçıların sanatçı olduğuna kanaat getirecek ve müziği ruhunda değerlendirecek dinleyiciler, her birini ortak alanda toplayabilecek sosyal medyalar, bu sosyal medyaları oluşturup yöneten devasa şirketler, bu şirketleri şirket yapıp marka haline getiren insanlar var. Dünya yüzünü Güneşin olmadığı yöne döndüğü vakit gecenin karanlığı çöktüğünde ve ayın ışığı yetmediğinde, bütün dünyayı eşsiz bir güçle aydınlatabilecek ışıklar, sokak lambaları, bunların üretimini sürdüren ve bunu en başında icat eden bir mucit var. Yediğimiz ürünleri üreten, tarlada bunları yetiştirip harlı ateşin altında onca zorluğa rağmen hizmet için çalışan, toprağın dilinden anlayıp meyve, sebze, tahılı sabır ve ilgiyle pazar reyonlarına taptaze sunmayı sağlayabilen yüzlerce emekçi çiftçi var. Sokakların temiz görünmesini ve doğanın insanların düşmanlığına maruz kalmamasını sağlayan hizmetliler var. Her ne olursa olsun, insanlar var. İnsanlar var, insanlar iyi ki var! Sonuç nereye çıkarsa çıksın, birbirinden zıt olabilecek her ne düşünülecek olursa olsun insanlar daima var. Dünyayı yaşanabilir fakat aynı zamanda yaşanılamaz kılabilen insanlar var. Yaşanılamaz veya kimimiz için halen yaşanılabilir olan bu dünyada her koşulda yaşamaya alışmak zorunda olan koca bir dünya insan var. Ve en korkuncu, hiç başlamamasındansa yaşamın orta yerinde çırılçıplak, yapayalnız, çaresiz kalmak var." İçinizden uzunca müddet geçirdiğiniz bu düşüncelerin ardından omzunuza dokunan elle, masanın üzerinde duran kitabın kapağına usulca dayanmış olan yüzünüzü yavaşça kaldırarak dokunan kişiye doğru açarsınız gözlerinizi uyuşuk bakışlarla. Şaşkınlığınıza hakim olamayarak karşınızdaki “insana” daha önce hiç duyulmamış bir sıcaklıkla sarılır ve kafanızı balkondan aşağı uzatarak yoldan geçen insanlara, arabalara, balkonda oturan yaşlı çifte göz gezdirirsiniz aceleyle. Uykunun getirdiği hareketsizlikten üşüyen ellerinizi hırkanın kolları içerisine alarak ovuşturur ve şahane bir rahatlama eşliğinde, insanlara duyduğunuz bu nefretin ve sevginin getirdiği ihtiyacın karmaşasına aldırmadan keyifle etrafı izlersiniz. Gördüğünüz her şeyin günün yorgunluğu ile balkonda kitap okuyarak uyuyakalma eylemi ile başladığını anlar ve insanların varlığına böylesine coşkuyla seviniyor olmanın alaycı haliyle kitabınızın kaldığınız sayfasını ayraçla buluşturup içeri geçmek için ayaklanırsınız. Kahvenizin buz gibi olmuş olması ilk kez canınızı sıkmamıştır. Tercihen pencere kenarına dayanmış olan sıcacık yatağınıza yattığınızda gökyüzünü izleyerek sonu gelmeyeceğini düşündüğünüz bir keyifle uykuya dalarsınız. Ertesi gün rahatsız edici korna sesleri, komşunun gürültülü ayak sesleri, iki bina ilerinizdeki inşaatın yine aynı rahatsız edicilikteki sesiyle uyanırsınız. Sonra ne mi olur? Sonra öğle vaktine karşı çoktan kaçmış olan uykunuzla gürültüyü hissetmenin rahatlığı ve aynı anda rahatsızlığı eşliğinde kahvaltınızı yaparak insanlarla ve insanlarsız yaşama isteğiyle ölünceye dek o yedi milyar insandan yalnızca biri olmaya devam edersiniz. Epey şanslı olmalısınız, sizce de öyle değil mi? (: Hayatın akışından sizleri hikâye ile de olsa kısa bir süreliğine uzaklaştırmaktı amacım, yaşamanın o kadar da kötü ve imkansız olmadığını ve yine ne kadar kötü olursa olsunlar insanların insanlara daima ihtiyacı olduğunu sizlere anlatabildiğimi umuyorum; yaşamak ne olursa olsun güzeldir, dünya gürültü ve kötülüğe, insanlığa rağmen yaşanmaya değerdir. Keyifle kahvenizi yudumlayıp satırlarda gezinerek, sıcacık yataklarınızda daima yeni bir güne uyanarak hayatın tadını doyasıya çıkarabilmeniz dileğiyle...
··
712 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.