Gönderi

ARİF KİMDİR??? ARİFLERİN ÖZELLİKLERİ??? V A S I L H al Hastalıklarının B ilinmesi Hallerdeki hastalıklar ise, insanlar nezdinde kendisinin de salih olduğu bilinecek şekilde, salih insanlara arkadaşlık etmektir. Hâlbuki o şehvetine uyan biridir. Salih insanlar semada ise, o oradaki bir cariyeye 152 Fütûhât-ı Mekkiyye 8 veya oğlana âşık olur, topluluk bunu bilmez. İçinden o şahsa bağlandığı için, kendisine vecd gelir ve halinin etkisi altına girer, hareketfenir, çığlık atar, nefesleri hızlanır, ‘Allah Allah’, ya da ‘Hu Hu’ diyerek Allah ehlinin söylediği sözleri söyler. Oradaki topluluk da onun halinin ilahi olduğunu zanneder. Üstelik böyle bir insan, sahih bir vecd ve hal sahibi olabilir. Fakat bu durum, ilacı ‘Onu tahrip eden hüsrana uğramıştır’271 ayeti olan kimse adına geçerlidir. Hal hastalıklarından biri de, içinde bulunulandan başka bir halde görünmektir. İlacı ise, insanın nefsinde bulunan ve giymesi helal olan hali ‘giymesidir.’ Bu hastalıkları ve ilaçlarını bilip de nefsine karşı onları kullanana ilaçlar fayda verir. Anlatılır ki: Şeyh Ruzbihan, güzel bir şarkıcı kadına tutulmuş ve kendini ona kaptırmış. Daha önce hacda Allah sevgisiyle vecde gelirken o kadar ses çıkarırmış ki, Kabe’yi tavaf edenleri bile rahatsız edermiş ve bu nedenle Harem’in satıhında tavaf edermiş. Ruzbihan düzgün hal sahibi biriydi. Kadına tutulduğunun kimse farkında değildi. Ruzbihan’daki Allah sevgisinin hükmü bu kez kadına geçmişti, insanların kendisindeki sevginin Allah sevgisi olduğunu zannettiklerini fark edince, sûfilerin yanına gelerek hırkayı çıkarıp atmış, hikâyesini anlatarak şöyle demiş: ‘Halim hakkında yalan söylemek istemem.’ Sonra şarkıcı kadının hizmetine girmiş. Kadına Ruzbihan’ın hali, kendisine bağlılığı ve Allah ehlinin en büyüklerinden birisi olduğu bildirildiğinde, kadın utanarak onun dürüstlüğünün bereketiyle yaşantısını bırakarak Allah’a dönmüş ve O’na hizmet etmiş. Allah da kadına dönük bu sevgiyi Ruzbihan’ın kalbinden silmiş, tekrar sûfîlere dönmüş, hırkasını giymiş, hali hakkında Allah karşısında yalan söylememiştir. Onların doğrulukları böyleydi ve işin özü de budur. Çünkü insan, ya bir söz ‘söylemektedir’ veya bir fiil veya bir haldedir ya da dördüncü bir şeydedir. Aynı şekilde, vecd halinde ayakta duran kişi de böyledir. Sonra vecdi gider ve hemen oturur ve artık vecde gelmeye çalışmaz. Vecde gelmeye çalışır da orada bulunanlara vecde gelmeye çalıştığını söylemezse hastadır. Bu durum, bu meseleyi özeder. Sözlerin, fiillerin ve hallerin ayrıntıları çoktur. Bu konuda, yalandan uzaklaşıp doğruya bağlanmak gerekir, insanlar için Allah’ın gereken yerde izhar ettiği şeyi göstermek gerekir. Allah’ın bu işlerin tafsili hakkındaki hükmünü bilmek, Allah ehli nezdinde Yüz On Birinci Kısım 153 zorunludur. Allah’m hükmünü bilmeyen ise, O’na ibadet edemez, çünkü Allah cahili dost edinmez. Bu söylediklerimizle marifetin bölümlerini ve alt kısımlarını açıklamış olduk. Bir insan onları öğrendiğinde, özel anlamda ‘ârif diye isimlendirilir. Buna bir de Allah’ı, O’na zorunlu ya da hakkında mümkün veya imkânsız özellikleri bilmeyi de ekleyerek O’nuiı zatını ile ilah oluşunu bilmeyi ayırt edebilir. Böyle bir bilgi, âriflerin değil, Allah’ı bilenlerin makamıdır. Çünkü mârifet bir hedef iken, bilgi yolu kanıttır. Bilgi, ilahi bir nitelik iken, mârifet var olana ait nefsanî ve Rabbani bir niteliktir. Bu bölüm, mârifede ilgilidir. Allah ehlinden arkadaşlarımız, Allah’ı bilenlere ‘ârifler’ adını verdikleri gibi zevk yoluyla Allah’ı bilmeye de ‘mârifet5 adını vermiştir. Onlar bu makamı sonuçlarıyla ve ehlinde ortaya çıkan niteliğinin ayrılmaz özellikleriyle tanımlamışlardır. Cüneyd’e mârifet ve ârifın ne olduğu sorulduğunda şöyle demiş: ‘Suyun rengi kabının rengi.’ Başka bir ifadeyle ârif, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmışür. Öyle ki ârif, adeta Haktır. ‘O’dur ve O değildir.’ Sûfılere göre ârif, heybeti ve sekineti nefsine hissettiren, Haktan kendisini alıkoyacak ilgileri olmayandır. Onun mârifetinin başı Allah’a, sonu sonsuzlara dönüktür. Arifin kalbine Hak veya batıl girmez. Hakkın zikri onu kapladığı için, kendinden habersizdir. Böyle bir insan, Allah’tan başkasını müşahede etrçıez ve O’ndan başkasına dönmez. Bu kişi - kalbiyle değil- Rabbiyle yaşayandır. Mârifet kalbine girdiğinde ise, sahip olduğu halleri (fail olan) Allah’a çevirmekle onları bozar, yoksa onlan yok etmez! Çünkü haller, Allah’ın Belkıs’ın diliyle ‘H ü k ü m d a rla r b ir y e r e g ird ik le rin d e o ra yı bo z a rla r, a zizlerin i zelil y a p a r la r’272 demesine benzer. Bize göre gerçek öyle değildir. Aksine onlar, o yerin ehlinin azizlerini daha önce başkasıyla aziz iken Allah ile aziz olanlar haline çevirirler. Onların horluğunu ve zelilliğini ise, başkası karşısında değil, Allah’ın karşısında zillet yaparlar. Onlara göre ârifın hah yoktur. Bunun nedeni, onun özelliklerini silmesi, hüviyetini yok etmesi ve izinin kaybolmasıdır. Kul, Allah ile müstağni olduğu sürece mârifete sahip olamaz. Arif, dilsizdir, kesilmiştir, içine kapanmıştır, bildiğini övmekten acizdir. Nurlanmış bile olsa, bedende kalmaktan korkar ve endişe duyar. Çünkü Şâri’ ona ölümle kendisine kavuşabileceğini bildirmiştir. Bu nedenle o kavuşmayı özleyerek, dünya hayatı ona kasvet verir. Öyleyse ârifın yaşantısı kirden arınmış, -nefsinde değil- gerçekte hayatı hoştur. 154 Fütûhât-ı Mekkiyye 8 Bütün yaratıklar ondan (onun kalbinden) gitmiştir. Bakan herkes ona saygı duyar. Görüldüğünde Allah hatırlanır. Allah ile ünsiyet eder. Bir aralık ve fasıla olmaksızın Allah ile beraberdir. Kalbinde diridir, kalbinin tazimi Hakka aynadır, hilim (gücü varken bağışlama) sahibidir ve bu özelliği kazanmak için çalışır. Dünya ve ahiretten uzaklaşmıştır. Hayret ve dehşet sahibidir. Amellerini Allah’tan alır, onlarda Allah’a döner (kendisine mal etmez). Midesi aç, bedeni çıplaktır. Hiçbir şey hakkında üzülmez. Çünkü Allah’tan başka harekedi görmez. Gözleri ağlar, kalbi güler. Ârif, iyinin ve kötünün değdiği yeryüzüne benzer. Her şeyi gölgelendiren bir buluttur ârif. Sevdiği ve sevmediği her şeyi sulayan yağmur gibidir. Onda ayrıştırma yoktur. Arzusunu hiçbir şey tatmin edemez. Kendine ağlar, Rabbini över. Malını harcar, Hakka ait şeyle durur, bir an bile O’ndan gafil kalmaz. Rabbini Rabbiyle bilir ve hallerinde hazırlıklıdır. Başkaları onu düşünmez. Allah’ın kelamından başka bir sözle konuşmaz. Yaratıklardan uzaklaşmıştır. Yoksunluk ve zillet sahibidir. Bu ise, zenginlik ve izzeti doğurur. Onun mârifeti, Hakkın sırları üzerine doğması ve nurların peş peşe gelmesidir. Hali sözünün üzerindedir. Fetih bakımından halleri denktir. Namazında olduğu gibi yatağında da haller ona açılır -bununla birlikte gelen ilhamlar mekânlara göre değişir.- Sürekli zikreder. Temyizi düşüren parıltıları (levami’) vardır. Hiçbir şey onu kirletemez ve her şey onunla durulaşır. Bilgi türleri onun için aydınlanır ve onlarla gaybın sırlarını görür. Batıran dalgaları olan tahkik denizlerinde boğulmuştur. Yükselir ve batar. Vaktin sahibidir. Hakkın üzerindeki yükümlülüklerini tam olarak yerine getirir. Onun özelliği, sürekli bir nitelikten başka bir niteliğe başkalaşmaktır. Gayret göstermez veya (herhangi bir şeyi) kendine çekmeye çalışmaz. Vaktin biriciğidir. Eşyayı sığdırır, fakat eşya onu sığdıramaz. Umut eder, kendinden bir şey umulmaz. Merhametlidir, ünsiyet edendir. Hakkın celalini görendir. Hazretin cemalini her ilhamda görür. İşlere kastı olmaksızın tesadüf eder. Kaybederken bulur. Lütufta kahrı, kahırda lütfiı vardır. Halk (âlem, yaratılmış) olmaksızın, Haktır. Allah’ın her şeyi ayakta tuttuğunu görür. Allah nedeniyle eşyadan fani, Allah ile bakidir. Oluştan gaip Yaratan ile hazırdır. Başkası (hakkında) ayık, sevgisiyle sarhoş, tecelliyi toplayandır. Geçmiş, içinde bulunduğu durumu ona kaçırtmaz. Kavuşması sabit, ibadeti âdet içinde sağlamdır - bununla birlikte hastalıkları yok etmiştir.- Özü gereği itaatkârdır, teş­ Yüz On Birinci Kısım 155 bihten münezzeh Rabbinin emrini kabııl edendir. Şeriatın hükümleri O’ndan onun üzerinde tek bir hakikatte akar. O, ruh ve rahatlık sahibidir. Kalbi, her sâlike giden bir yoldur. Delil, keşf ve müşahede sahibidir. Gelen her varide (ilham) saygı gösterir. Şahit karşısında saygılıdır, hastalıklardan uzaktır. Kendisine ilka edilir, o da telakki eder. Sevgisini gizleyen ve saklayandır. Vakfe yerinde hapsedilmiştir. Zorlanarak gidendir. Dönmesi sülük, perdesi müşahededir. Sırrını ise gözü bilmez. Arif için her ne zaman bir yön ortaya çıksa, ondan bâtın olduğu bilinir. O, yalnızlık olmaksızın, tek bir yüzdür (vech, yön). Halleri isimlerin hükümlerine göre çoğalır. Anlayışı güvenilirdir. Artışı kabul eden, çokluğu birleyen, kadim söz sahibidir. Perdenin ardındakini perde kalkmaksızın bilir. Sönük nur sahibidir. Işınları yakıcıdır..Varidatı sıkıcıdır ve bilinmeyen şeyleri ona getirir. Telvininde temkin (değişmede sebat) vardır, çünkü Yaradanı ‘her gün bir iştedir.’ (Âlem demek olan) Siva’dan tamamen soyutlanmıştır. Mertebesinde Hak ile durur. Kendisinden istenilen her şeyi dileyendir. Kendisini çeken ilahi inayet sahibidir. Dururken sülük eder. Sefer ederken mukimdir. Bakış ve nazar sahibidir. Bir bakışa dile gelmeyecek sırları sığdırır. Bir sebep (vasıta) olmaksızın Allah’tan anlayandır. Ahlâkını bir olmayı (ittihad) dile getirmeksizin süsleyendir. Giden her şeyde (ya da mezhepte) kendisi gitmeden-gidendir. Nefsin kibrinden ruhu arınmıştır. Mertebeleri makamında bilinir. Sırrında konuşana inanır, ona kulak verir ve getirdiğini arzular. Ârif bâtınındakine karşı şefkatli, içinde bulunduğu vaktin yararına gizlediğinin zıddını gösterendir. Yüce veya aşağı toplulukta gariptir. Kimse onun üzerinde hüküm sahibi değildir. Etkin, sınırlı ve sınırsız himmet sahibidir. Sırların yayılmasına karşı kıskançtır. Hiçbir şey onu köleleştiremez. Varlıkları meşveret yoluyla bu konudaki bir tecelliyle mütalaa eder. Bu tecelli onu sıkıntıdan alı kor. Çünkü oluş makamı onu gerektirmez. Bütün hayırları kendinde toplayandır. İsimle değil, meşiyet ile hüküm verir. İki ucu birbirine denktir. Ezeli, ebedi gibidir. Makamlar onun üzerinde döner, o makamlar üzerinde dönmez. İki eli vardır. Bunlarla -gayb ve şehadet âleminde Hakkın emrinden ve O’nun vekil ve halifesi olarak- çeker ve yayar. Âlemin yüklerini sırtlanır. Gizli şeyler onunla ortaya çıkar. Düşünceleri şahısları kendi surederinde inşa eder. Dört (unsuru) korunmuş olandır. Melekûta yönelmiştir. Ârifın nitelikleri sayılamayacak kadar çoktur. 156 Fütûhât-ı Mekkiyye 8 Bunlar, ârifın ve mârifetin hakikati hakkındaki ifadelerdir. Bunları dile getirmemizin nedeni, onların kastettikleri şeyin öğrenilmesini sağlamaktır. Öyle ki, kimse, sûfılerin gitmediği bir yolda yalnız başımıza gittiğimizi bizden duyamaz. Yol birdir. Bunünla birhkte, herkesin kendine özgü bir yöntemi olabilir. Çünkü Allah’a giden yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır. Yani her nefes, Allah’a giden bir yoldur ve bu doğrudur. Nefesleri bilmek ve onları gözetmek hakkında ne kadar çok şey yitirirsen, yolları bilmek hakkında da o kadarını yitirirsin. Yolları bilmek hakkında ne kadarını yitirirsen gayeler hakkında da o kadarını kaybedersin. Her yolun gayesi Allah’tır. Çünkü ‘O her şeyin kendine döndüğü’273 kimsedir. Bize göre ilahi mertebeden -ki ârifler onu vecdlerinde Haktan müşahede eder ve bu, çetin bir iştir- ârifın niteliğine gelirsek şöyle deriz: A rif mârifete ulaşınca, cem’ halinde Hak ile var olur. Himmeti etkindir, bir sınırlama olmaksızın bütün varlığa nüfuz eder. Fakat bu da, Allah ehlinin nezdinde bilinen bir ölçüyle gerçekleşir. Arif âlemdeki insan, cin, melek, hayvan gibi bütün varlıkların nezdinde niteliği ve özelliği bilinmeyen kimsedir. Arif bilinip de sınırlanmaz ve farklılaşmasını sağlayacak şekilde adetten ayrılmaz. Arif zikri taşıyandır. Hali gizlidir, Allah’ın kullarına dönük genel şefkati vardır. Kendisine merhamet edilmesi emredilen kimseyi ayırt eder ve ona özel bir şeküde merhamet gösterir. Hakkın iradesiyle irade eder, tartışmaz ve karşı koymaz. Varlıkta onun istemediği bir iş gerçekleşmez. İstemediği veya nahoş bulduğu bir şey gerçekleşirse, yumuşak iken şiddedenir. Çirkin huylarda güzel ahlâkı bilir. Böylelikle ehline karşı hikmedi bir şekilde onları yerli yerine yerleştirir. Allah’m uzaklaştığı kimseden uzaktır. Uzak iken, yine de ona karşı cömerttir. Alemdeki bütün haberleri doğrular. Başkası nezdinde yalan olan şey, onun nezdinde doğrudur. Allah’m kullarından gelecek sıkıntılardan güvendedir. Yaratıkların farklı türleriyle zikirlerini görür. Ancak kendi gibi bir ârife kendini gösterir. Hak kendisinde tecelli ettiğinde şöyle der: ‘Ben kevni ve ilahi niteliklerinin genelliğinde benzerlik gücüne sahibim.’ Bismillah dediğinde, istediği her şey bu sözüyle himmetinden meydana gelir. Hâlbuki Allah karşısındaki saygının gereğiyle, ‘ol’ demez. Mertebelere ve fnakamlara hakkını verir. Küçüğün hakkına saygı gösterir. Bütün bu nitelilderi tek bir halde kendinde toplar. Miktarları ve ölçüleri bilir. İhmal etmez, aşırıya gitmez. Her an hallerin Yüz On Birinci Kısım 157 başkalaşmasıyla etkilenir. Alemdeki hiçbir şeyi yitirmeyeceği, kaçırmayacağı gibi Hakkın içinde bulunduğu anda âlemin o andan talep ettiği şeyden habersiz kalmaz. Nefesin çıkması esnasında kalbinde bulunduğu surete göre suretlerin yaratılışını nefeslerinden bilir. Kalbini soğutmak üzere yabancı bir nefes dıştan ona gelince, nefese vaktin elbisesini giydirir. Böylelikle nefes, kalpte bulunan o nur ile boyanır. Makamını hali, hali makamını gizler. Hal sahipleri onun makamını bilemezken makam sahipleri hali nedeniyle onu tanımaz. Hak onu döğasına bırakmazsa, şehvetine karşı dirençlidir. Kendisine değil, sana ihsan eder. Cömertliği bir sebebe bağlı değildir. İhsan ederken başa kakmaz. Minnetle kabul edilse de ihsan eder. Cahili bilgisizliği nedeniyle kınamaz. Çünkü onun bilgisizliğinin bilgide bir yorumu vardır. Veren kişi onun yanındakinin farkına varamaz. Verdiği şeyin kendi nezdinde ona ulaştırmak üzere bulunan bir emanet olduğunu belirtir. Onun Allah nezdinden olduğunu söylemez. Kapalı ve sorunlu işleri apaçık bir nur ile açar. Üstünden ve ayaklarının altından yer. Dilerse kalpler, farkında olmadıkları yerden ona bağlanır. Dilerse farkında olmaksızın onları bırakır. İşlerin gemini elinde tutar ve eşya, içerdikleri Hakkın yüzü nedeniyle ona sahip olabilir. Aşağıdaki bakışıyla yüceye bakar. Aşağı bakar, yükselir ve bakışıyla yukarı çıkar. Genişi daraltır, darı genişletir. Duyulan her şeyi o şey yönünden olmaksızın duyar. Görülen her şeyi onun yönünden olmaksızın görür. İki hasmı razı edecek şekilde iki hasım arasmda hüküm verir. İş çelişse bile, her birinin lehinde hüküm verir. Ârif, yolundan vaktin hikmeti nedeniyle başka bir yola -ki o da yolundadır- sapar. Nefsin zikri, dereceli üstünlük nedeniyle, topluluğun zikrine baskın gelir. Bu durum, Hakkı üstün saymadaki gayretten kaynaklanır. Çünkü o, Hakta ve hak ile zikreder. Bütün işlerin (bilgisi), onunı nezdinde rivayet yoluyla değil zevk yoluyla elde edilmiştir. Rabbini kendinden bilir. Nitekim Hak da âlemi kendi hakkındaki bilgisinden bilir. Suçluyu kınamaz, çünkü suç, bir hak ediştir ve günahkâr onu hak etmiştir. Onun azameti, zillet ve küçüklüğündedir. Dünyada ve ahirette zilletinden azamet yerine intikal etmez. Bilgisinde bilgisine göre bulunur. Amel gerekirse amel eder, amel etmemek gerekirse yapmaz. İşlerin hükümlerinin hâzineleri yanında, anahtarları elindedir. Dilediği ölçüde indirir, farkında olunmaksızın dilediği ölçüde çıkartır. Anlayışların inceliklerinde uzmandır. Kemal nitelikleri ona aittir. Kendini ve 158 Fütûhât-ı Mekkiyye 8 başkasını korumada beşin makamı ona aittir. Allah’ın ‘Her yaratığa yaratılışını verdi’274 ayetine bakar ve yaratılışlarını aşmaz. Âlemin işlerini, Rabbinin önünde bilgili, rehber ve hizmetinde ihlaslı, saygılı bir şekilde yönetir. Sırrının bir yeri yoktur. İstenildiğinde cimrilik yapmaz. Âlemde oluşan ilahi eserleri görür. Bunun nedeni, ‘Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve nefslerinde göstereceğiz’275 ayetini duyunca bunlara sahip olduklarıyla karşılık verebilmektir. Ârif, Hakkın nidasını yaratıkların dillerinden duyar. O eşyayı sığdırırken Rabbinden başkası onu sığdıramaz. Öyleyse ârif, onun oğlu ve A • aynıdır. Aleme gelen ilahi emirleri düzenler. Sarsılma halinde sabittir. Sonradan olmuşlar onu sarsamaz. İlahi mertebede kendinde görmediği bir nitelik yoktur. Dilediği her surette hayat niteliğiyle gözükür. Bununla birlikte, sınırlanan yerde durur. Hakkını Yaratanının hakkından tanır. Eşya içinde hak ediş tarzında tasarruf eder. Hakkı eşyada vekili edinir. Bir üstün gelme arzusu olmaksızın, ilahi iktidar ona aittir. Adamların himmederi ona işlemediği gibi Hakkın bir hakkı da kendisine yönelmez. İşleri Rabbiyle değil, kendi başına üstlenir. Çünkü o, Rabbinin kendisine hâkim olması nedeniyle, kendisini görmez. Tenzih nitelikleri teşbihin varlığıyla birlikte ona döner. Nefeslerini suretlerini müşahede ederek sayar. Neyin arttığını ve her gün ve gecede neyin eksildiğini bilir. Başlangıç ve sona bakar. Dairenin iki ucunun birleştiğini görür. Kelimeyi, yerli yerine yerleştirir. Suretini ve halini herhangi bir surette değiştirir. Değdiği her yer, onun temasıyla hayat bulur, çünkü onun teması, ruhani bir hayatı barındırır. Kalktığında, onun kalkması nedeniyle Rabbi de kalkar. Rabbi onun kızması nedeniyle kızar, razı olması nedeniyle razı olur. Ârifin sülûkundaki hali böyledir ve bu durum ona döner. ‘İhsanın karşılığı ihsandır.’276 Herhangi bir konuda aklına gelen her düşünce oluşur. Bu şey ise, arifin kendisini oluşturduğunu bilemez. Eşya üzerinde, istiva üstünlüğü değil, Amâ (mertebesinden kaynaklanan) üstünlüğü vardır. Ârif âlemde hakikati bilinmeksizin biricik olandır. Onun ihtiyacı onunla karşılanır. Çünkü o, aciz suretiyle gözükür. Kudreti ise acizliğinin ardındadır. Mümkün onun kudretine karşı koyamadığı gibi Yaratıcısının kudretine de imkânsız olan karşı koyamaz ve böylece (O ve ârif arasında) farklılık gerçekleşir. Zâhiriyle sonda kalırsa, bâtınıyla öndedir. Müşahedesinde Evvel, Ahir, Bâtın ve Zâhir’i bir araya getirir. Günah­ Yüz On Birinci Kısım 159 kâra ve iyiye ihsan eder. Her işte Allah’a döner. Kendisi için veya Rabbi için -özel bir emir olmazsa- intikam almaz. Allah emretmezse, bulunduğu haldeki takdiri görmesi nedeniyle hakkını bağışlar. Az onda çok, çok onun yanında azdır. Maslahata göre hareket eder. Hak onun mülkü haline gelir. Gafillerin ellerinin onlara ulaşmaması için Allah’ın isimlerini tenzih ve tespih eder. Bunun nedeni -ismin isimlendirilene delil olması bakımından- isimlerin delil olduğu ilahi mertebe hakkında duyduğu kıskançlıktır. Kendisini yükselten bir göreve gelirse, onda Allah nedeniyle yükseldik görmez İd nerede kaldı kendisi nedeniyle yükselme görsün! Hüküm verirken adildir, zulmü yoktur. Şeriatın ilimlerini aynü’l-cem’ makamından derler. Hak öğrettiği için, yaratıkların öğretmesine muhtaç değildir. Başkasına fayda verir. Zarara yol açacak şeyi vermez. Cezalandırması, bir temizliktir. Adaletinin nuruyla, haksızlık karanlığı geride kalmaz. Bilgisinin nuru karşısında cehalet karanlığı kalmaz. İşleri ilahi bir dille açıklar. Böylelikle onların sırlarını ortaya çıkarır ve onları mertebelerinde izhar eder. Kendinden değil, Yaratanının suretini müşahede etmekten dolayı meydana getirir. Bütün bunların ait olduğu kişi ârif değildir. Arif, bunların kullanım yerlerini bilen kimsedir. Bu, ârife saklanmış bir müşahededir. Arif, ‘telvinde temkin (değişmede sebat)’ sahibidir. O varistir, fakat genel nebiliğe varis olunmaz. Tasarruf eder, gerektiği şekilde ve gereken kimse adına amel eder. Eziyet görür, gücü yeterken bağışlar. Cezalandırdığında ise cezalandırması şiddedidir. Çünkü cezalandırması, Allah’ın rahmetiyle karışık değil, saftır. Ebu Yezid şöyle der: ‘Benim cezalandırmam daha şiddedidir.’ İşte bu, bana göre ârifın niteliğidir. Bunu iyice öğren, Bu kaynağın mertebesine (ulaşmak) zordur. Allah ihsan sahibidir.
·
907 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.