Gönderi

İSMAİL HAKKI YILANLIOĞLU BÖYLEDİR İŞTE!
İsmail Hakkı Yılanlıoğlu da ebedî âleme göçtü. Bir yüce dağımız daha devrildi. Cenaze namazını, Kastamonu'nun o meşhur Nasrullah Camii'nde "Er kişi niyetine" kıldık. İsmail Hakkı Yılanlıoğlu dünyaya "er kişi" olarak geldi. Yetmiş dört yıllık ömrünü tam bir "er kişi" olarak tamamladı. Ve gönül kubbemize tam bir "er kişi" sedası bırakarak göçüp gitti. Acımızı paylaşmak için bizi arayanlar veya aziz naaşını omuz lamak için aramıza koşanlar, onunla ilgili duygularını, yürekleri nin samimiyetiyle ifade ettiler: "....Bir yiğit adamdı." "Dosdoğru bir insandı." "Benzerine çok az rastlanan kişilerdendi." "Milletimizin, vatanımızın karasevdalılarındandı." "Bir edep ve fazilet örneğiydi." "Türk dünyasının çilesini çeken idealistti." dediler. Yılanlıoğlu gerçekten de söyledikleri gibiydi. Gerçekten de o mübarek ayetin aydınlığında: "Emrolunduğu gibi dosdoğru yaşayan" Yunus gönüllü bir insandı. Ben onu önce o çarpıcı soyadıyla Orkun dergilerinde tanıdım. Bazı yazılarını ve şiirlerini, Toprak dergilerinde okudum. 1964 yılında ise damadı olarak şereflendim. Böylece onunla yan yana, gönül gönüle ve yine onun ifadesiyle "Bir dâva arkadaşı" "Bir Türkiye ve Turan sevdalısı" olarak tam yirmi sekiz yıl çok bahtiyar yaşadım. Bu yirmi sekiz yıl, birbirinden güzel hatıralarla, ürperten, yücelten, şaşırtan, gururlandıran, huzurlandıran olaylarla yüklüdür. Şimdi bu yaralı kalbimle hangisini yazsam acaba? "Emrolunduğu gibi dosdoğru" adamdı dedim. Gerçekten de bu yirmi sekiz yıl içinde, bir defa ama bir defa olsun onun yalan söylediğini veya verdiği sözde durmadığını görmedim, duymadım. Yalandan, riyadan, ikiyüzlülükten, korkudan, haramdan nefret eden bir mükemmel insandı. 1961-1969 yıllarında Kastamonu milletvekili olarak siyasî hayatımızda yer aldı. Şimdi onun sekiz sahifelik vasiyeti gözlerimin önünde. Vasiyetini 1961 yılında Meclis'in açıldığı ilk günlerde yazmış. Çocuklarına ve eşine hitap ederken diyor ki: cumhurbaşkanının seçilmesi için CHP ile 27 Mayıs darbecileri birlikte hareket ediyorlar. İstenilen kişiye oy vermediğimiz takdirde Meclis'in tanklarla kuşatılacağını, muhalif milletvekillerinin öldürüleceğini söylüyorlar. Benim hiç kimseden korkum yok. Bir ülkede demokrasi ya olur ya olmaz. Meclis'te emirle hareket etmeyeceğim. Hem milletvekili andına hem de millete verdiğim şeref sözüne bağlı kalacağım. Emre uymadığım için beni de öldürebilirler. Oğullarım katillerden intikam almasınlar. Ben evlatlarımı katiller, hırsızlar, alçaklar arasında bulunsunlar diye yetiştirmedim. Çocuklarım devlete ve millete hizmet için daima yükselmeye çalışsınlar..." İsmail Hakkı Yılanlıoğlu görüldüğü gibi, milletvekilliği sıfatını ve mesuliyetini ölümü bile hiçe sayarak yürüten yürekli siyasilerimizden birisi oldu. 1961-1969 yılları arasında Meclis'imizin en devamlı milletvekillerinden biri de şüphesiz odur. Milletvekilliği yıllarında seçmenlerinin önüne düşerek, banka banka veya bakanlık bakanlık koşuşturduğunu, şuna buna kredi veya bayilik için avuç ovuşturduğunu kimse iddia edemez. Kendisini Meclis'ten koparıp iş takipine sürüklemek isteyenlere verdiği cevap meşhurdur: - Ben dâva vekili değilim, ben milletvekiliyim. Ben kanun yapmak, hükümeti murakabe etmek ve millete hesap vermekle mükellefim. Özel iş takipi için seçilmedim. Böyle bir şahsiyeti hangi teşkilat tutar, hangi şehir omuzlar? Nitekim Kastamonu da ona ancak sekiz yıl tahammül edebildi. 1969 seçimlerinde şehir, ağızsız dilsiz kesildi. Yılanlıoğlu milletvekilliğini kaybedince seçim masrafları dolayısıyla bir süre sıkıntıda kaldı. Borçlu kalmak, onun için cehennem ateşinde kavrulmak demekti. Dört kapılı bir Ponçiyak'ı vardı. Seçim ön cesinde bana vekaletname vermişti. O arabayı otuz bin liraya(mülkiyeti bizde kalmak kaydıyla) satmıştık. Bu paranın on bin lirasını peşin almıştık. Adam yirmi bin lirayı ise on iki aylık senetlerle ödeyecekti. Müşteri düzenbazın biri imiş. Dört yıl sonra kapımızı çaldı: - Ben, dedi sizin bu arabanızdan ekmek yedim. İyi kötü bir daire sahibi de oldum. Alacağınızı çingene parasına çevirdiğim de doğru. Şimdi bu arabanın plakası altmış bin lira. İsterseniz size yirmi bin lira daha vereyim. Siz de ondan sonra arabanın mülkiyetini bana devredin. Gelip durumu Yılanlıoğlu'na anlattım. O günlerde İngiltere'de bulunan küçük kızına, çok istemesine rağmen beş bin lira bulup gönderememişti. İmkânsızlık yüreğini pençelemişti. - Baba, dedim. Adam yeniden yirmi bin lira teklif ediyor. Alalım ve o paranın beş bin lirasını İngiltere'ye postalayalım. Cevabı bir tokat gibi yüzüme indi: - Bir adamın sıkıntısından istifade ederek ondan para sızdırmak büyük ahlâksızlıktır. Biz o arabayı adama otuz bin liraya satacağımıza dair söz verdik. Söz namustur. Sözümüzden dönemeyiz. Borcunu vadesinde ödememek, sözünde durmamak ahlâksızlığı onun üzerindedir. Beni onun seviyesine mi düşüreceksin? Arabanın mülkiyetini devret gitsin. 1963-1973 yılları arasında AP Sivas il başkanıydım. Partinin bazı meselelerini konuşmak için Ankara'daydım. Süleyman Demirel başbakandı. Güniz Sokağı'ndaki evinde beni kabul edecekti. Yola çıkarken Yılanlıoğlu elini omzuma koydu: - Dikkat et, dedi. Süleyman Bey'in bana yakınlığı vardır. Şimdi muhtemeldir ki senin vasıtanla bana bir yönetim kurulu üyeliği teklif edecektir. Böyle bir durum olursa benim adıma kendisine teşekkür edersin. Ancak benim hemen hemen hiçbir iş yapmadan, aydan aya birkaç bin lirayı alamayacağımı, helâlinden kazanamayacağım o paralara elimi katiyen uzatamayacağımı nazik bir şekilde anlatırsın, olur mu?" İçimden: "Ah! ah!" dedim. Ne kadar iyi niyetlisiniz. Süleyman Bey'in kapısında binlerce kişi varken size niçin yönetim kurulu üyeliği teklif etsin ki?" Başbakanın evine gittiğimde yanında Nazmiye Hanımefendi de vardı. Kendisine Sivas'la ilgili siyasî konuları arz ettim. Beni dikkatle dinleyerek not aldı. Sonra birden sözümü keserek: "Yılanlioğlu çok değerli bir arkadaşımızdır. Ona bir yönetim kurulu üyeliği düşünüyorum." dedi. Yutkundum. Bir süre kendimi toparlayamadım. Sonra Yılanlıoğlu'nun kendi evindeki tembihlerini tam bir nezaketle Başbakan'a arz ettim. Bu defa şaşıran Süleyman Demirel oldu. Bir süre önüne baktı. Sonra Nazmiye Demirel'e dönerek: "İşte İsmail Hakkı Yılanlıoğlu böyledir." dedi. İsmail Hakkı Yılanlıoğlu Kastamonu'nun çok köklü ailelerinden birine mensup. Ailenin soy ağacını gösteren tabloda bütün dedelerinin isimleri başında şeyh sıfatı var. Şeyh yani aydınlatan, irşat eden, yol gösteren, başöğretmen karşılığında bir kelime. Bu şeyhler silsilesi Abdülkadir Geylanî hazretlerine dayanıyor. Soyadlarının önce Geylan olması, Abdülkadir Geylani'ye kadar uzanmalarından geliyor. Dedelerinden bazıları keramet sahibi. Bu soylu ailenin Kastamonu'ya yüzyıllarca güler yüzle, şefkatle ve merhametle baktıklarını bilenlerden çok dinledim. Kastamonu'nun en meşhur camilerinden biri hatta birincisi olan Nasrullah Câmii'nin 200 metre kadar arkasında, dedeleri tarafından yaptırılan bir Yılanlı Tekkesi bir de Yilanlı Camii var. Dedeleri, cami bitişiğindeki Yılanlı Tekkesi'nde yatıyorlar. Bilinen ilk dedesi Kutbulârifin Şeyh Abdulfettah Efendi olarak şehrin iman gergefini nakışlayan aydınlık yüzlerden biri. Merhum kayınpederim bir gün bana demişti ki: "Tekkeler ve türbeler kapatıldığı zaman ben yedi yaşındaydım. Devlet bu ara da bizim Yılanlı Tekkesi'ni de mühürlemişti. İlkokulun ikinci sınıfındaydım. Bir gün okuldan eve gelirken bizim Yılanlı Tekkesi'nin önünde büyük bir kalabalık gördüm. Belki bin kişi veya iki bin kişi hep bir ağızdan tekbir getiriyor, bir girdap gibi dönüp duruyordu. Oradakilerden birine yaklaşıp merakla sordum: - Ne var, dedim. Ne oluyor burada? Hayırdır inşallah? Bir adam, ağlamaklı bir sesle ve dolu dolu gözlerle inler gibi cevap verdi: - Tekke içinde bütün şamdanlar alev alev yanıyor. Gözlerimle görmesem inanmazdım. Bütün şamdanlar alev alev yanıyor. Türbe kapısı kilitli ve mühürlü olduğu hâlde bütün şamdanlar yanıyor. Beni de bir merak aldı. Yanan şamdanları ben de görmek istedim. Büyük dedemiz Kutbulârifin Abdulfettah Efendinin yüksek sandukası üzerinde, bir sekizgen yassı demire asılı duran yirmi civarında içi boş şamdan olduğunu pencereden baktığımda görmüştüm. O şamdanlar içine fitille zeytinyağı koymadan, ateşlemeden nasıl yanarlardı? Kalabalığın bir kıyısından tekke penceresine doğru sokulmaya çalışırken birisi bağırdı: - Evin tek oğlu geldi işte. Evin tek oğlu İsmail Hakkı geldi işte. Kalabalık açıldı. Pencerenin yanında iri yarı bir başkomiser duruyordu. Adam âdeta kan ter içinde kalmıştı. Anladım ki kor kulacak bir şey var. Komiser beni bileğimden tutup kendine doğru çekti: - Bu şamdanları sen mi yaktın? Söyle bana! - Vallahi ben yakmadım! - Doğru söyle diyorum sana. - Ben sabahtan beri mektepteydim. İstersen öğretmenime de sor. Ben yakmadım vallahi. Başkomiser beni tutup tekke penceresinin yanına çekti. Pencere yerden birkaç karış yukarıdaydı. Durumu görünce ben de şaşırdım kaldım. Dedem Şeyh Abdulfettah Efendi'nin sandukası üzerindeki şamdanlar, bir karış yüksekliğindeki alevlerle âdeta gürül gürül yanıyorlardı. Ben o şamdanlara korku ve merak içinde bakarken başkomiser de başımı sağ elinin avucuyla pencerenin demir çerçevelerinden birine bastırıp duruyordu. Pencere bugün olduğu gibi hem yatay hem de dikey demir çubuklarla örülmüştü. Çerçeveler 20x20 ebadındaydı. Başım demirle başkomiserin avucu arasında sıkışıp kalınca acısından ağlamaya başladım. Rahmetli babam dayanamayıp gürledi: - Başkomiser Bey, dedi zorlayıp durma. Görüyorsun ki çocuğun başı girmiyor. Başı girse bu aralıktan gövdesi girmez. Kabul edelim ki başı da girdi gövdesi de. Bu çocuk tek başına yerden üç metre yüksekliğindeki o şamdanlara nasıl uzanır? Oraya ulaşmak için bir seyyar merdiven lâzım. Ayrıca bir kişinin de o merdiveni tutması gerekir. Görüyorsun ki kapı kilitli ve mühürlü. Kimse mühürlü kapıyı açmamış. İçeriye birisi girse tozlu zemin de ayak izleri olur. Zeminin tozunu görüyorsun. Var mı bir ayak izi? Neden inat ediyorsun ki? - Necip Efendi! Bu işi yapanı bulmalıyım ben. Vali Bey'e ne derim sonra? O yakmadı, bu yakmadı diyorsun durmadan. Peki, kim yaktı bu şamdanları Necip Efendi biraderim? - Dünya'yı, Ay'ı, Güneş'i, yıldızları... Kim yarattı Başkomiser Bey? - Allah yarattı, kim yaratacak? - Peki, koca kâinatı yaratan Allah, şu beş-on şamdanı tutuşturmaktan aciz midir sence? Başkomiser hiçbir şey söylemedi ama tekkenin önünden de ayrılamadı. Karakoldan kocaman bir pertavsiz getirtti. Tekke kapısı üstündeki o mühre bir daha bir daha baktı. Hayır! Kapı açılmamıştı. Mühürde bir değişiklik yoktu. Başkomiser kalabalığı da dağıtamadı. Halkın tekbir sesleri yeri göğü doldurmaya devam ediyordu. Şamdanlar akşama doğru kendiliklerinden söndüler. Sonra babamdan öğrendiğime göre karakolda şöyle bir zabıt tutulmuş. O zaptın altında babamın da imzası varmış: ".... Kim olduğu bilinmeyen bir meczup kişi Yılanlı Tekkesi'nin kapısını açarak türbe şamdanlarını yakmış, badehu kaçıp gözden kaybolmuştur. Şamdanlar tarafımızdan söndürülmüş olup kaçan meczup kişinin aranmasına devam edilmektedir." Babamın da söylediği gibi zabıt, baştan sona kadar yalandı. CHP'nin halkımıza kök söktürdüğü devirde mühürlü bir tekkenin kapısından, bacasından, penceresinden içeriye girmek için insanın gerçekten deli olması gerekirdi de öyle bir zabıtla, iş geçiştirilmeye çalışılmıştı." İsmail Hakkı Yılanlıoğlu yüksek tahsilini askerî veteriner öğrencisi olarak yaptı. Ordumuza teğmen olarak katıldı. Çeşitli birliklerimizde, ordularımızda veteriner hekim olarak ve ihale komisyonlarında çalıştı. Müteahhitlerimizin rüşvet verme ahlaksızlıklarına boyun eğmedi. Ordudaki bütün hayatı, denilebilir ki bu ahlaksızlıkla mücadele ederek geçti. Helâl ve haram; sevap ve günah inancıyla yetiştiği için kursağına haram lokma düşmedi. 27 Mayıs 1960 askerî darbesinden sonra emekliye ayrıldı. Nihal Atsız'ın yakın dâva arkadaşlarındandı. Siyasete atılmasını ona Atsız tavsiye etti. 1961 milletvekili seçimlerinde Kastamonu'dan CKMP milletvekili olarak Meclis'e girdi. Doğrusu ben milletvekilliğini onun kadar ciddiye alan bir başka kimse tanımadım. Bir defa her gün, ama her gün okula gider gibi Meclis'e gidiyordu. Bir defasında, bir öğlen yemeği için kayınvalidemle bize gelmişlerdi. Yemekten sonra kayınvalidem kendisini arabasıyla yeğenine bırakmasını istedi. Yeğeni Dışkapı'da oturuyordu. Kayın pederim: - Hanım, dedi. Benim buradan Dışkapı'ya gidip Meclis'e dönmem bir saatlik zamanımı alır. Hâlbuki on beş dakika sonra oturum açılacak. Ben buradan çıkınca en çok on dakika sonra Meclis'teyim. Seni maalesef bırakamam. Al sana taksi parası. Şuradan bir arabaya atla git. Beni vebal altında bırakma. Söylediği gibi yaptı ve çıkıp Meclis'e gitti. Evinin telefonu günün her saatinde açıktı. Arkadaşları aradıklarında eğer evde yoksa sorarlardı: - Mektepte mi? Mektep dedikleri TBMM idi. Herkes onun mektebe gider gibi Meclis'e devam ettiğini bilirdi. Seçildikten bir süre sonra Adalet Partisi'ne geçti. Alparslan Türkeş'le fakülte yıllarına kadar uzanan çok eski arkadaşlığı vardı. Türkeş 27 Mayıs darbesinden sonra başbakanlık müsteşarı olunca kayınpederim özellikle bu eski arkadaşından uzak durdu. Ne kendisi için ne de yakınları için ondan bir talepte bulundu. Ama Alparslan Türkeş 13 Kasım 1960 tarihinde, on üç arkadaşıyla birlikte komiteden koparılıp Hindistan'a sürülünce eski arkadaşının evine ilk ziyarete koşanlardan biri de Yılanlığlu oldu. Hatta o kadar ki Türkeş'in muhterem eşi Muzaffer Hanım'ı ve çocuklarını bir süre için alıp Kastamonu'ya götürmeyi teklif etti. Muzaffer Hanım Ankara'dan ayrılmak istemeyince Yılanlıoğlu bu defa eski arkadaşının iki sevgili kızını (Umay ve Çağrı) alarak onları Kastamonu'ya, oradan da dedelerinin köyü olan Numanlar'a götürdü. Maksadı hem 13 Kasım tasfiyesinden sonra, Türkeş'in geride bıraktığı ailesinin yanında olmak hem de o günün ağır havasından onları birazcık olsun uzak tutmaktı. Alparslan Türkeş Hindistan'dan Türkiye'ye döndüğünde İsmail Hakkı Yılanlıoğlu Adalet Partisi Kastamonu milletvekiliydi. Yılanlıoğlu bu defa, Türkeş'i yanına alarak Kastamonu'ya gitti. Orada iki arkadaş tam bir hafta beraber kaldılar. Şehrin çarşı-pazarını birlikte dolaştılar. Kastamonu'daki bu beraberlikten bir süre sonra AP Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala vefat etti. Adalet Partililer ilçe ve il kongrelerini hazırlamaya koyuldular. AP Kastamonu il kongresinde ben de bulundum. Kongreye Ankara'dan Cahit Okurer ile Dr. Saadettin Bilgiç de gelmişlerdi. Divan teşekkül ettikten sonra AP Kastamonu Milletvekili Av. Sabri Keskin söz aldı. İsyankâr bir ses tonuyla konuşmaya başladı: "Arkadaşlar!" dedi bu partide herkes yerini ve mesuliyetini bilmeli. Biz Demokrat Parti'nin devamıyız. Biz Demokrat Parti'ye düşman olanlarla, merhum Menderes'i ipe götürenlerle, darbecilerle beraber olamayız. İ. Hakkı ağabeyimiz AP millet vekilidir. Hâl böyle olmasına rağmen 27 Mayıs darbecilerinden biri olan Alparslan Türkeş'in kızlarını alıp Kastamonu'ya getirdi. Daha sonra Türkeş Hindistan'dan yurda dönünce onu da yanına alıp âdeta gözümüze sokarcasına şehrin caddelerinde dolaşıp durdu. Bu olmaz arkadaşlar! Bunu kabul edemeyiz. Bunu içimize sindiremeyiz. İsmail Hakkı ağabeye mesuliyetini hatırlatmak mecburiyetindeyiz. Partisini doğru seçsin." Av. Sabri Keskin'den sonra kürsüye Cahit Okurer çıktı. Türkeş konusuna hiç dokunmadı. Sonra Dr. Saadettin Bilgiç söz aldı. O da Türkeş-Yılanlıoğlu dostluğuna hiç eğilmedi.Sonra Yılanlıoğlu söz istedi. Kürsüye çıkınca dedi ki: "Arkadaşlar, Sabri Keskin'in burada söyledikleri tamamen doğrudur. Yani ben çok eski bir arkadaşım olan Türkeş'in kızlarını da alıp Kastamonu'ya getirdim, kendisini de... Türkeş benim kırk yıllık arkadaşımdır. 27 Mayıs'tan sonra başbakanlık müsteşarı olunca birçok kimse onun etrafında oldu. Ben o zamanlar Türkeş'e gitmedim. Türkeş 13 Kasım 1960 tarihinde komiteden tasfiye edilip Hindistan'a gönderilince o kişiler birdenbire ortalıktan çekildiler. Ben işte o zaman eşimi de yanıma alarak Türkeş'in evine gittim. Eşini ve çocuklarını ziyaret ettim. Bir ihtiyaçları olursa her zaman yanlarında olacağımı söyledim. Peki gitmemeli miydim? Eski arkadaşımı aramamalı mıydım? Bu nasıl insanlık anlayışıdır? Mertlik, arkadaşlık ne zamandan beri suçtur? Türkeş'in kızları, benim kızlarımın arkadaşlarıdırlar. Onların üzüntülerini birazcık dağıtmak için alıp Kastamonu'ya kızlarımın yanına getirdim. Eşi de eşimin arkadaşıdır. Gelmek isteseydi onu da getirecektim. Türkeş 1964 yılında Hindistan'dan Türkiye'ye döndüğü zaman öyle başbakanlık müsteşarı filân değildi. Emekli bir albaydı. Dün onun kapısında sıraya girenler, ondan fellik fellik kaçıyorlardı. İşte ben o zamanlar da Türkeş'i bir eski arkadaşım olması hasebiyle gidip kucakladım ve alıp Kastamonu'ya getirdim. Eski bir arkadaşlık meselesinin siyasî bir kisve altına sokularak parti kongresine getirilmesi ayıptır." Bu kongre üzerinden yıllar geçti. Türkeş Millet Partisi'ne girdi. Onu MHP hâline getirerek genel başkanlık koltuğuna oturdu. Ve eski arkadaşı Yılanlıoğlu'na teklifte bulundu. Birbirlerine amca diye hitap ediyorlardı. Türkeş: - Amca, dedi ayrıl Adalet Partisi'nden, bize gel! Siyaseti birlikte yapalım. Yılanlıoğlu eski arkadaşının teklifine itiraz edemedi. Siyaseti aynı çatı altında yürütmeye başladılar. Bu arada İsmail Hakkı Yılanlıoğlu MHP'de genel sekreter ve genel başkan yardımcısı olarak da çalıştı. Ancak çeşitli sebepler yüzünden iki eski arkadaşarasında büyük fırtınalar koptu. Ben bu soğukluğu, başından sonuna kadar bildiğim için samimiyetle yazıyorum: Bu olumsuz yeni gelişmelerde, Yılanlıoğlu'na yüklenecek bir yanlış davranış yoktu. Türkeş politik davranıyordu. Yılanlıoğlu dosdoğru hareket ediyordu. Meselâ bir gün Türkeş, Yılanlıoğlu'nu çağırarak ona bir talimat verdi. - Amca, dedi, git şu Necmettin Erbakan'la bir görüş. Birlikten kuvvet doğar. Partilerimizi birleştirelim. Bak bakalım adamların şartı ne?: Yılanlıoğlu, Necmettin Erbakan'ı Çankaya'daki evine davet etti. Oturup uzun uzun konuştular. Bu toplantıdan basının haberi oldu. Gazeteciler o gün Yılanlıoğlu'na sordular: - Bu birleşme işinden Türkeş'in haberi var mı? - Var tabiî. Tamamen onun talimatıyla hareket ediyorum. Bu birleşme işini genel başkanımız istedi. Haber basında yer alınca bazı önemli yerlerden Türkeş'e uyarılar yapılmış. Türkeş bu uyarılardan sonra bir açıklamada bulundu: - Yılanlıoğlu'na ben böyle bir talimat vermedim. O toplantıdan katiyen haberim yoktur. MSP ile birleşemeyiz, dedi. Yılanlıoğlu üzüntüsünden bir hafta dışarı çıkamadı. "Türkeş sözünün arkasında durmadı ve beni milletimizin önünde yalancılıkla suçladı." diyerek eski arkadaşına derin bir kırgınlık duydu. Yılanlıoğlu zaman zaman yeni genel başkanının bazı kararlarına karşı çıktı. Kendi kanaatlerini açık açık ortaya koydu. Türkeş, Yılanlıoğlu'nun bu içi dışı bir özelliğine katlanamadı. O kadar ki Yılanlıoğlu'nu, kendi memleketi olan Kastamonu'dan alarak İstanbul'dan aday gösterdi. MHP'nin İstanbul'dan milletvekili ve senatör kazanması binde bir ihtimal dâhilinde bile değildi. Yılanlıoğlu Türkeş'in bu davranışına kırıldı. - Amca, dedi, sen beni harcamak için Kastamonu'dan alarak hiçbir seçim şansımızın olmadığı İstanbul'a kaydırdın. İnanıyorum ki günün birinde bana yaptıkların yüzünden vicdan azabı duyacaksın. Eski kırgınlığa bir yenisi daha eklendi. Ankara'da, Erkek Teknik Öğretmen Okulu tamamen silahlı komünistlerin eline geçmişti. Okulun her köşesinde tomsonlu Marksistler nöbetteydi. Alparslan Türkeş ülkücü gençler tarafından okulun basılmasını ve o silahlı militanlardan temizlenmesini istiyordu. Yılanlıoğlu onun bu teklifine şiddetle karşı çıkıyordu. - Olmaz amca, diyordu. Erkek Teknik Oğretmen Okulu tamamen silahlı militanların elinde. Şimdi biz oraya ülkücü gençleri gönderirsek sekiz-on şehit veririz. Çocuklara yazık olur. Karşı taraftan da o kadar militan ölür. Ben onlara da onların ana-babalarına da acıyorum. Okula devlet kuvvetleri müdahale etsin. Biz bu işe girişmeyelim. - Şehitlik büyük mertebedir Yılanlıoğlu. Sen çocukların şehit düşmelerine neden üzülüyorsun? - Amca! Senin bu teklifine bir şartla "Evet!" diyebilirim. Okulu basacak ülkücü gençlerimizin önünde senin oğlun Tuğrul Türkeş de bulunsun. Var mısın buna? - Olmaz. - Niçin olmaz. Senin oğlun dokuz aylıktır diğer çocuklar anasız babasız mıdırlar? Bu işe Tuğrul'u da sokalım. - Olmaz. - Şehitliğin büyük bir mertebe olduğunu az önce sen söylemedin mi amca? Neden bir şehit babası olmak istemiyorsun? Bırak oğlun şehit düşsün. Sen de şehit babası olursun. Bu teklifimi kabul etmiyorsan okul basma kararından vazgeçmeliyiz. Türkeş, partisinin genel başkan yardımcısı olan Yılanlıoğlu'nun israrı üzerine hem Erkek Teknik Öğretmen Okulunu silahlı militanlardan temizleme işinden vazgeçti hem de eski arkadaşından... Yılanlıoğlu 1992 yılında, İstanbul'da geçirdiği bir kalp ameliyatı sonunda vefat etti. Türkeş Ankara'dan Yılanlıoğlu ailesine bir başsağlığı telefonu olsun açmadı. Üç-beş cümleyle "Başınız sağ olsun!" demedi. "Yılanlıoğlu benim çok eski arkadaşlarımdan biriydi. Benim için nasıl fedakârlıklara katlandığını biliyorum. Zor günlerimizde eşimin ve çocuklarımın yanında oldu. Bunları unutabilir miyim? Dürüst insandı. İyi bir arkadaştı. Üzgünüm! Başınız sağ olsun." diyerek gönül almadı. Üstelik Türkeş'in kızları da karımı aramadılar. Türkeş vefat ettiğinde Yılanlıoğlu hayatta olsaydı Onun yeni eşini ve çocuklarını arar mıydı? Yılanlıoğlu'nun çok yakınında 28 yıl yaşamış bir kimse olarak tereddütsüz yazıyorum: Elbette arardı hem de hiçbir şey olmamış gibi davranırdı. Yılanlıoğlu işte böyle bir adamdı. Ankara'da Kocatepe Câmii'nin yapılmasında temelinden kubbelerine, minarelerinin alemlerine kadar karşılığında tek kuruş almaksızın onun emeği vardır.
Sayfa 134 - Yakın Plan Yayınları
·
1,685 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.