Gönderi

GUSTAVE FLAUBERT'İN FİKİRLERİ Flaubert fazla ilgi çekicidir. Hem sert, hem yumuşak, hem saçma, hem fazla zeki olmak gibi akla gelen bütün tezatları kendisinde toplayan bir adamdır. Felâket ve âni talih değişikliğine uğramayan hayatı içinde devamlı olarak dramatik kalmasını bildi; hayatının komedisini melodram halinde oynadı. Kendi özelliği içinde Aristoteles'in dediği gibi Tragikôtatos (facia aktörü) olarak kaldı. ... Sağlığında mükemmel bir insandı, fakat hayattan kendine garip bir fikir çıkarırdı. Revue bleue'de bu zavallı büyük yazarın karakteri hakkında Henry Laujol imzasını taşıyan bir incelemeyi tam zamanında buldum. Bu adam edebiyatta tanınmamış değildi. Bu, hikâyecinin, kendisine şairlerimiz ve romancılarımız hakkında dikkate değer makaleleri borçlu bulunduğumuz bir tenkidçinin, dergilerde dağınık, bir cilt içerisinde toplanması pek gerekli birkaç hikâyesi de bulunan bir yazarın adıdır. Bu Henry Laujol adının bir nâzır yakınında çalışan ve edebiyata daha fazla hizmet etmesini bilen Cumhuriyetin sevimli bir memurunu gizleyen bir takma ad olduğunu bana kuvvetle söylediler. Bilindiği üzere çağdaş edebiyatın takma adlarını meydana çıkarmak gibi nazik bir vazifeyi üstüne alan M. Georges d'Heilly'nin haberine dayanarak bunu asla teyit etmek istemem. Bununla beraber bana söylenenin gerçek olduğu kanaatini veren şey, Henry Laujol imzasını taşıyan bütün sayfalarda sanat inancına, hayat gerçekleri kaygusunun karışmasıdır. Bu da tecrübeli bir insanı meydana çıkartmaktadır. Kendisinde, sırf edebiyatla uğraşmış insanlarda çok defa eksik olan hayatın ortalama ihtiyaçlarına ait bir duygu vardır. Bu, Don Juan'ı kendi kendine, saadetin yalnız evlenmede ve hayatın düzenli gidişinde olduğunu itiraf ettirmeye mecbur bıraktığı o güzel uslûblu hikâyede zaten görülüyordu. Don Juan'ın merhamet uyandıran ihtiyarlık çağında bu itirafı yaptığı bir gerçektir. Don Juan'ın böyle konuştuğu da bir gerçektir. Çünkü çoğu zaman saadet dediğimiz şey tanımadığımız bir şeydir. Mösyö Henry Laujol'un felsefesi, şairin yalnızlık gururunu öğretmeye ve zekâ hükümdarlarına kimseyi küçümsememeyi öğretmeye çalıştığı bu dikkate değer incelemesi içinde bugün daha iyi görünüyor. Sanat eserleri karşısında ev işlerini kor ve hararetle şu sonuca varır: «Kederini yenmek de bir şaheserdir. Savaşmak, ümit etmek; istemek, sevmek, evlenmek, çocukları olmak ve onları gerektikçe Totor diye çağırmak. Bütün bunlar Tanrı'nın önünde akın üstüne karalar sürmekten, kâğıtları karalamaktan, bütün gece bir sanatla çarpışmaktan daha mı budalaca bir şeydir? İnsanın bu güdük oyunla binbir işkence çekmesi cehennemdeki payını ele geçirmeden sarfetmesi de üste caba. "Haydi bakalım, seçtiğin kadınla sevinç içinde ekmeğini ye." Bunu söyleyen bir burjuva değildir, bir papazdır, bir edebiyat adamıdır, bir dereceye kadar bir romantiktir.» Bakın ne güzel söylemiş. Gerçekte Flaubert'in madam X...'i sultanım diye çağırıp kendisi de gülünç olurken, çocuklarına Totor diye seslenen insanlarla alay etmek gibi kötü bir huyu vardı. Flaubert “bu dünyada sanat dışında ancak alçaklığın bulunduğuna samimi olarak" inanmakta haksızdı. Bir ses benzerliğinden kaçınmak için sekiz gün geçirmekle övündüğüne göre alelâde insanların basit çalışmalarını küçümsemeye hakkı yoktu. Bu çalışmaları kendi çalışmalarıyla bir tutmak, herkesin kendi hesabına yaptığı tek şeyin bir insanın bütün insanlar için yaptığı şeyle aynı derecede olduğunu kabul etmek, galiba, M. Laujol'un yaptığı gibi, bir şiirin meydana gelişi ile, bir çocuğun yiyeceğini aynı teraziye koymak, bütün bunlar, güzelliğin, dehanın, fikrin hiçliğini ilân etmektir. Ayakkabı yapmanın kitap yazmaktan çok daha iyi olduğunu öğreten Rus havarisine el uzatmak demektir. Hiç düşünmeden sözünü ettiğiniz kilise adamına gelince, büyük bir mistik olduğuna, size verdiği öğüdün göründüğü kadar ahlâki olmadığına dikkat ettiniz. Aile bağları konusunda doğululardan şüphe etmek gerekir. Fakat bahsettiğim beliğ satırlarını yazarken artık soğukkanlığını kaybetmiş olan M. Henry Laujol'la çekişmede haksızım. Flaubert onu kızdırmış; buna da hiç şaşmadım. Flaubert'in fikirleri, sağduyusu olan herkesi deli eder. Bu fikirler saçma, öyle de birbirine aykırıdır ki, birisi sadece üç tanesini alıp da uzlaştırmaya kalkışsa, derhal kafasının çatlamasını önlemek için iki eliyle şakaklarını sıktığı görülürdü. Flaubert'in düşünüşü sanki bir volkan patlaması, bir tufandı. Bu kocaman adamın yer sarsıntısı gibi bir mantığı vardı. Azıcık şüphelendimi gerçekte olduğundan da fazla volkan kesilmeyi bilirdi. Bir donanma fişeği sanatı ile tabiî ihtiyaçlarına yardım ederdi. Öyleki doğuştan garipliği, hancıların görüşlerini kattıkları o vahşi manzara resimleri gibi, sanata bir şey borçlu idi. Büyüklük daima hayret uyandırır. Flaubert'in, mektuplarında ve konuşmalarında görülen tümen tümen saçmalıkların büyüklüğü, harikulâdedir.Goncourt'lar, sonsuz bir hayret uyandıracak olan sözlerinden, bazılarını derlediler. İlkönce Flaubert'in ne olduğunu bilmek gerekir. Dıştan bakınca; koca posbıyığı ile çocuk yanaklı bir kuzey devi, oldum olası saf kalmış mavi gözlü iri yarı bir korsan vücudu. Fakat ruhundaki şeye gelince bu, gerçekten tuhaf bir haritadır. Çok eski zamandan beri insanın değiştiği söylenmiştir. Flaubert değişen bir adamdı; fakat üstelik birtakım parçalara ayrılmıştır. Onu meydana getiren parçalar durmadan dağılmaya meyil gösteriyorlardı. Çocukluğumda Séraphin tiyatrosunda Flaubert'in mükemmel bir hayali, ruhunun bir timsalini gösteriyordu. Bu, piposunu içerek gelip dans eden bir çeşit macar süvarisi idi. Kolları vücudundan ayrılıyor ve durmadan kendi kendine dans ediyorlardı. Sonra her bacağı ayrı ayrı sanki kendisi farkında değilmiş gibi, kendi tarafına doğru kayıyordu. Vücut ve gövde sırasıyla birbirinden ayrılıyor, başta içinden kurbağalar çıkan astragan kalpağının içinde kayboluyordu. Bu yüz, Flaubert'in bütün zihnî ve manevî melekeleri üstünde hüküm süren o kahramanca ahenksizliği mükemmel bir şekilde ifade eder. Murillo sokağındaki küçük salonunda kendisini görmeme ve dinlememe müsaade ettiği zaman korsan elbisesiyle el kol sallayıp gürlerken Séraphin tiyatrosundaki Macar süvarisini düşünmekten kendimi alamadım. Bu kötü bir şeydi, itiraf ederim. Bir üstada karşı saygısızlıktı. Ama eserinin ilham ettiği o engin ve eksiksiz hayranlığım yine de eksilmemişti. Sonraları daha da arttı. Madame Bovary'nin bütün sayfalarına yayılan o değişmez güzellik beni hergün biraz daha büyülüyor. Ama bu kitabı bu kadar büyük bir güvenle, huzursuz bir elle yazmış olan bu adam bir kararsızlıklar ve hatalar uçurumunda idi. Onda küçük bilgeliğimizi düşüren bir şey var: sonsuz kelimelerin sırrını elde eden bu adam zeki değildi. Yazdığı satırların her birini yalanlamak için ayaklanan o anlaşılmaz nazeriyeleri, budalaca vecizeleri korkunç bir sesle anlattığını duyunca insan şaşkın bir halde kendi kendine şöyle der: romantik çılgınlıkların bütün kusurları, cinler halkının bütün günahları kendisine yüklenen sonsuz mutluluğa ermiş hayvana bir bakın. O böyle idi. Ayrıca yerinden sökülmüş zincir üstünde güçlükle dayanarak, nereden gelip nereye gittiğini ve sırtına vurulan şeyi farketmeden, edebiyatı romantik kıyıdan natüralist kıyıya geçiren o büyük aziz Christophe, o güzel sırtlı devdi. Büyük babalarının biri Kanadalı bir kadınla evlenmişti. Gustave Flaubert de damarlarında kırmızı derililerin kanını taşımakla övünürdü. Natchez'lerin soyundan geldiği doğrudur; fakat Chateaubi-and'ın yolundan gelmiştir. Romantiklik ruhunda vardı. Kolejde iken yastığının altında bir hançerle yatıyordu. Genç adam Casmir Delavigne'nin sayfiye evi önünde hafif İngiliz arabasını durdurur ve "adi sandal küfürlerini" parmaklığa bağırmak için bahçe sıralarının üstüne çıkardı. İlk defa dost olan bir arkadaşına yazdığı mektubunda Néron'u "eski çağın en büyük adamı" olarak selâmlıyor. Bilgiç bir kadın yazarın sâkin âşığı, Antony'nın çizimlerini oldukça acemice ayağına geçirmiştir. Yirmi yıl sonra şöyle anlatıyordu: "Onu öldürmeye tamamiyle hazırdım. Üzerine yürüdüğüm sırada bir hayal görüyorum sandım; altımda mahkeme sıralarının çatırdadığını duydum." Şüphesiz bu pek parlak saçmalarını romantizme borçludur. Fakat onlara kendi benliğini de kattı. Goncourt'lar Hâtira Defteri'nde, bu karışık çalışmaları, gök gürültüsünü andıran bir sesle yaydığı, kabiliyetinin tabiatına taban tabana zıt olan bu tezleri bu "göstermelik fikirleri" tarif ederken yüksek otlarla kapalı göle mandanın dalışı gibi daldığı şu bütün sonsuzluğun güzelliği hakkındaki karışık, anlaşılmaz nazariyeleri kaydetmişlerdi. Bütün bunlar şüphesiz fazla sâflıktır. M. Henry Laujol, demin işaret ettiğim incelemesinde, Flaubert'in en acınacak hâtırası, hayat ile sanatın uyuşmayacağını, yazı yazmak için hayatın bütün sevinçlerinden olduğu kadar, bütün vazifelerinden de vazgeçilmesi gerektiğini sanmış olmasından ileri geldiğini çok iyi görmüştür. Flaubert diyor ki: "Bir fikir adamının (hem sanatkâr, eğer üç misli bir fikir adamı değilse nedir?) dini de, vatanı da, hattâ sosyal inancı da bulunmamalıdır. Herhangi bir şeye katılmak, herhangi bir birliğe, hayır cemiyetine girmek veya bir dükkân edinmek, hattâ her ne olursa olsun bir ünvan kazanmak, şerefini, değerini düşürmektir. Ey benim sâf kalpli adamım, sarhoş, âşık, koca acemi asker olmamak şartıyla sâf şarabı, aşkı kadınları, zaferi tasvir edeceksin. Hayata karışınca insan onu kötü görür, acısını çeker veya fazlasıyla tadını çıkarır. Kanaatimce sanatkâr acaip bir mahlûktur, tabiat dışı bir şeydir." İşte hata da burada. Ağacın, çiçeğin, yemişin topraktan yetişmesi gibi, şiirin de tabiî bir şekilde hayattan doğacağını anlamıyor. Her zaman hatalarımızın cezasını çekeriz. O da kendi hatasının müthiş cezasını çekti. Tenkitçimiz çok doğru olarak şöyle söylüyor: "Bahtsızlığı, edebiyata insanın iyi yardımcısını bir tarafa bırakarak daha ziyade kurbanlara susamış ne idüğü belirsiz zalim Moloh'u görmekte inad etmesinden ileri gelmiştir." M. Lauajol ilâve ediyor: "Şımarık çocuk, sonra ihtiyar çocuk, daima çocuk! Flaubert, edebiyatçının mutlak mükemmelliği, yazarla öbür insanların aykırılığı, kötü bir mekân dediği dünya, ne bileyim daha neler hakkındaki o kolej nazariyelerini bir kutsal inanç gibi saklamalı idi. Bütün bu yüksek martavallar, ona ilk önce nas olarak görünmüştü. Onları ilk sofuluğunda da muhafaza etti. Vazifenin bu çocukça kavramı, göz kamaştırıcı parlaklığına rağmen, daima bir çeşit karanlık içinde bulunan bu zekâda lüzumundan fazla kaldı." Gayri şahsî sanat için de ölçüsüz bir ihtirası vardı. Şöyle diyordu: "Sanatkâr, uzak bulunduğu gelecek nesilleri inandıracak şekilde kendini hazırlamalıdır." Bu marazî merak, ona acınacak nazariyeleri iham etti. Fakat gerçekte büyük bir kötülüğü olmadı. İnsan, kendini, boşuna müdafaa eder, ancak kendinden haberler verir. Eserlerimizin her biri sadece bizden bahseder, çünkü yalnız bizi tanır. Flaubert eser içinde, yokum diye, boşuna haykırır. Decius'un tepeden tırnağa silâhlı olarak uçurum içine atılması gibi o da eseri içine kendini atmıştır. Dikkat edilirse Flaubert'in fikirleri tamamiyle kendinin olmadığı görülür. Yalnız harikulade bir şekilde gölgeleyip karıştırmak için bekleyerek dört elle onlara sarılmıştı. Théophille Gautier, Baudelaire, Lous Bouilhet hemen hemen onun gibi düşünüyorlardı. Goncourt'ların Hâtıra Defteri, bu bakımdan pek öğretici bir değer taşır. Orada Darwin'in Spencer'in, Taine'nin kitaplarında okuduğumuz eski üstadlardan bizi nasıl bir uçurumun ayırdığını görürüz. Fakat bizimle yeni nesil arasında da böyle geniş bir uçurum açılıyor. Bizden sonra gelenler, metodlarımızla, incelemelerimizle alay ediyorlar. Bizi anlamıyorlar. Biz de dikkat etmezsek ne demek istediklerini anlayamayacağız. Bu yüzyılda, fikirler korkunç bir sür'atle akıp gitmektedir. Doğduğunu gördüğümüz natüralizm çoktan can çekişiyor, sembolizm de ezeli Maî'nan göğsünde ona kavuşmak üzere hazırlanmış gibidir. Ruh hallerinin, düşünüş tarzlarının bu hazin akışı içinde ihtiyar Flaubert'in eserleri, saygı görerek, ayakta duruyor. Bu gerçek teklifsiz konuşmalarında ve mektuplarında bol bol ortaya koyduğu tezatları, irtibatsızlıkları iyi kalpli yazarı bağışlamak için yetişir. Hem bu tezatlar arasında bir tanesi var ki takdir ve takdis edilmelidir. Flaubert hem hiçbir şeye inanmıyor, hem de bir kilise adamından daha acı bir şekilde kendi kendine soruyordu: “İnsan, işinden nasıl bir meyve alır?" Flaubert edebiyat işçilerinin en çalışkanı idi. Günde on dört saat çalışıyordu. Araştırmak, vesika toplamak için birçok zamanını kaybediyor, (en kötü yaptığı da bu idi, çünkü metodu ve tenkidi yoktu.) M. Henry Laujol'ün "kükreyen kara sevda" diye pek güzel ad taktığı şeyi hazırlamak için uzun öğle sonralarını harcıyor, terliyor, ofluyor, soluyor, kendini bitmez tükenmez zahmetlere sokuyor, ormanın denizin, dalgaların bol havası için yaratılmış o iri yarı vücudunu bir masa üstüne eğerek, felç onu, yıldırım gibi çarpmadan önce, uzun zaman tehdit ettiği halde, eserini tamamlamak için, hezeyan içinde bir kâtibin inatçılığına, büyük bilgin keşişlerin hasbi gayretine, artistin, sanat adamının içgüdüden gelme ateşliliğini katmıştı. Hiçbir şeye inanmadığı, hiçbir şey ümit etmediği, hiçbir şeyi arzulamadığı halde niçin kendisini böyle çetin bir çalışmaya vermişti? Hiç olmazsa bu zıt felsefeyi, zafer içinde, şu ıstıraplı itirafı yaptığı zaman uzlaştırdı: "Netice itibariyle çalışma, hayatı çalıp aşırmak için yine de en iyi çaredir." Bedbahttı. Bunda haksız bulunsaydı ve yanlış fikirlerinin kurbanı olsaydı, gerçek işkencelerini daha az hissedecek değildi. Emma'nın ıstıraplarını, açlıktan da soğuktan da ıstırap çekmediği için inkâr eden L'abbé Bournisien'i taklit etmeyelim. Filân adam etini ısıran, demir dişleri hissetmez, filân adam ise bir kuş tüyü yastıkta rahatsız olur. Flaubert, Rönesans prensesi gibi, "iyi doğmuş her yaratıktan müşterek olan sıkıntının yükünü fazlasıyla taşıdı." Acınacak veziceleri haykırmada bir teselli buldu. Ona pek ağır şikâyetleri yöneltmeyelim. O harbi muhakeme etmeyi bilmeyen, fakat savaşları kazanan şu yiğit kumandanlardandır.
·
848 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.