Gönderi

Moliére'le Scarron... iki asırdan fazla bir zamandan beri durmadan hararetle tartışılan şu dikkate değer Tartuffe komedisi olduğu için, bizde uyandırdığı kararsızlıkları takip ederek büyük komedi yazarının üçüncü perde altıncı sahneye aldığı fikrin gerçek kaynaklarına kadar geriye gideceğiz. Pek kuvvetli olan bu sahnedeki sahtekâr [Moliére'nin Tartuffe karakteri], doğru bir ithamın tesirini yok etmek için, kendini müdafaa etmekten uzak kalarak, kendi kendini suçlandırır. Bunu sadece Tanrı'nın kendisine yaptığı bir imtihan sanır ve bu yüzden namusunu koruyan zilleti takdis eder. 1664 yılının tiyatro seyircileri bunu vaktiyle bir yerde, şüphesiz Scarron'da gördükleri için doğru bir fikir edinmişlerdi. Bu 1664 yılında zavallı Scarron ıstırap çektiği ve alay edildiği için ölmüştü. Hayatında uyumayan bu adam, Saint-Gervais kilisesinin pek temiz olan mihrabında dört yıldan beri uyuyordu. Kitapları ölümünden sonra uşaklara, oda hizmetçilerine, taşralı kibarlara büyük bir zevk veriyordu. Bu kitaplar, hassas insanlar tarafından pek hoşgörülüyordu. Fakat şehirde, hattâ sarayda yarı gülünç-yarı acıklı bir hikâye derlemesinde, kötürüm adamın, sağlığında yazdığı Mürailer'e [İkiyüzlüler] dair bir İspanyol hikâyesini okuduklarını itiraf eden pek az sayıda meraklı vardı. Bu hikâyede Montufar adında birisi, bilhassa Scarron'un "sahte bir alçak gönüllülük sahnesi" diye adlandırdığı yerde, Tartuffe gibi açık bir şekilde hareket eder ve konuşur. Biraz Montufar gibi görünen Tartuffe, ismine varıncaya kadar bir benzeyiş bulunmayan mürai hiç de o değildi. Bu Montufar tehlikeli bir dolandırıcı idi. Kibar bir ihtiyar kadınla ortak olmuştur ve dindar bir yüz takınıyordu. Papaz Martin adı altında Seville'de birçok dolaplar çeviriyordu. Montufar'ın ne olduğunu bilen bir asılzade bir gün tesadüfen kiliseden çıkarken onunla karşılaşır. Montufar ve ondan hiç ayrılmayan ahlâksız kadın, elbiselerini öpen, dualalarında kendilerini hiç unutmamaları için yalvaran bir insan kalabalığı ile çevrilmişlerdir. Buna tahammül edemeyen bir asilzade kalabalığı yarar, Montufar'a bir yumruk aşkederek onlara bağırır: —Alçak hilekârlar sizi, insandan da Allah'tan da korkmuyorsunuz! Arkasını metinden anlatıyorum: “Öfke ile daha fazla konuşacaktı, ama biraz telâşla gerçeği anlatan iyi niyeti, lâyık olduğu başarıya ulaşamadı. Büyük halk, mübarek adamlarına böyle hareket edip sihirbazlık gösterdiğini sandıkları bu adamın üstüne saldırdılar. Yerde sürüklendi, tekmeler yedi. Eğer Montufar takdire değer bir zekâ ile onun vücudunu sararak dövmek için pek azmış bu insanları ayırarak hatta indirdikleri silleleri kendi de yiyerek araya girmeseydi asilzâde oracıkta hayatını kaybedecekti. Montufar bütün kuvvetiyle bağırıyordu: "Kardeşlerim, Allah aşkına onu bırakın, Meryemin başı için sâkin olun." Bu kısa söz fırtınayı yatıştırdı, halkın, meydanda, bu kadar kötü muamele etmesinden memnun, fakat yüzünde son derece üzüldüğünü belli ederek zavallı asilzâdeye yaklaşan Montufar'a bıraktı. Montufar adamı yıkıldığı yerden ayağa kaldırdı. Kucakladı, kan ve çamura bulanmış yüzünü öptü. Halka sert bir tekdir savurdu. Kendini dinleyenlere şöyle diyordu: "Ben kötüyüm, ben günahkârım, Tanrı nazarında hoşa gidecek hiç bir şey yapmayan bir insanım." Sonra şöyle devam ediyordu: "İyi bir adam gibi giyindiğime bakarak bütün hayatımda hiç hile yapmadığımı mı, başkalarının rezaletine ve başkalarının mahvına sebep olmadığımı mı sanıyorsunuz? Aldanıyorsunuz dostlarım, üzerime kılıçlarınızı çekip saldırınız." Yapmacıklı bir tatlılıkla bu sözleri söyledikten sonra daha yapmacıklı bir hamle ile düşmanın ayağına kapandı. Yalnız af dilemekle kalmadı, aynı zamanda asîlzâdenin kargaşalık sırasında kaybolan mantosunu, şapkasını, kılıcını gidip yerden aldı. Onları tekrar adamın üstüne giydirdi ve elini tutup sokağın başına kadar götürerek birçok kucaklaşma, birçok takdis hareketleri yaptıktan sonra ondan ayrıldı. Zavallı adam gördüklerinden ve başına gelenlerden öyle şaşırmış, öyle alt üst olmuştu ki, Seville'de işlerinin kendini alıkoyduğu müddetçe sokaklarda onu gören olmadı. Buna karşılık Montufar bu yapmacıklı alçakgönüllülük sahnesinde herkesin kalbini kazanmıştı. Halk ona takdirle bakıyordu. Çocuklar onun arkasından tıpkı sokakta düşmanın arkasından hey tilki herif! diye bağıracakları gibi hey mübarek adam! hey mübarek adam! diye bağırıyorlardı. İşte bakın, galiba Tartuffe'ün üçüncü perde, altıncı sahnesinin aslı: “Yok, yok bırakın istediğini söylesin. Onu boşuna azarlıyorsunuz, anlattıklarına inanın, daha iyi olur. Bütün bunlardan sonra beni neden hâlâ müdafa ediyorsunuz? Ne kadar fenalık edebileceğimi, düşündünüz mü? Evet evlâtlarım söyleyiniz, bana hain, rezil, serseri, hırsız, kaatil deyiniz. Beni bunlardan daha beter kötüleyiniz. Aksini iddia etmiyorum. Hepsine lâyıkım. Bunlar hayatta işlediğim günahların seyyiesidir. Hepsine yerlerde diz üstü sürünerek katlanacağım. İleri sürülen bu benzeyiş, ölümüne saygı duyduğumuz M. Despois tarafından başlanarak, yayıncıların en titizi olan M. Paul Mesnard'ın himmetiyle devam edilip bitirilen Büyük yazarlar Koleksiyonu'ndaki Moliére adlı kitapta işaret edilmiştir. Hiçbir şeyi kaçırmayan bu yaman adam, daha önce ayrı yarı tenkidçiler, yanılmıyorsam, Fransız Hikâyecileri adlı kitabında M. Charles Louandre tarafından gösterilen bu karşılaştırmayı ihmal edemezdi. Bununla beraber insan kendi kendine Paul Scarron'un Mürailer hikâyesinin gerçek yazarı olup olmadığı, alışkanlığını bir hayli ileri götürerek dağların ötesinde bulunan bir hikâyeciden alıp almadığı sorulabilir. L'abbé Languerue diyor ki: "Scarron birçok yazarları kopya ediyordu, fakat onlar bu adamın eline geçince birçok şeyler kazanıyordu.” "Beni temin ettiklerine göre başlangıçta, içinde Mürailer'in bulunduğu cilt, başlık olarak İspanya'nın En Ünlü Yazarlarından Alınmış Yarı Gülünç Yarı Acıklı Hikâyeler, adını taşımaktaydı. Bu başlık uzun zamandan beri kaldırılmıştır. Michel David kitabevinin 1717 tarihini taşıyan bir baskısında buna benzer bir kayda rastlanmamıştır. Fakat bunun hiç ehemmiyeti yok. Orjinal baskısına ait olan bilgiler doğru olsa da (bunu araştırmak pek kolaydır) bugün bizi kandırmayan, fakat bir kitap yazarının, kendi kitabından daha az ilgi çektiği bir devreye pek uygun düşen belli belirsiz bir şekil altında iktibaslarını kendisi de itiraf ediyordu. Bu hikâyeri, hiç adlarını söylemediği ve okuyucuların da adlarını öğrenmek için hiçbir kaygı duymadıkları o İspanyol hikâyecilerine borçlu olduğunu ilân ediyordu. Açıkça görülüyor ki, akıl da tutulması gereken bu itirafa hiç dikkat edilmemiştir. Blois'li M. P. d'Anglosse tarafından bu hikayenin baştan başa Alonzo Geromino da Salas Barbardillo'nun Célestine'in Kızı (Le Hija de Celestina) başlığını taşıyan ve ilk defa 1612 yılında, Sargosse'da, dul kalan Lucas Sanchez'nin evinde basılan hikâyesinden almış olduğu ispat edilinceye kadar bu hikâye Scarron'un orijinal bir eseri olarak kabul edildi. Bu suretle Molière, Scarron'un olmayan malı almıştı. Bu muhakkak, fakat geriye büyük komedi yazarının Scarron'dan mı yoksa doğrudan doğruya Barbadillo'nun kendisinden mi iktibas ettiğini bilmek kalıyor. On yedinci yüzyıl Fransız şairleri, İspanya' dan yaptıkları aşırmalar için bir gurur duyuyorlardı ve hiç şüphe yok ki para yardımı istemek bakımından şu zavallı Scarron'dan ve Barbadillo hazretleri daha şerefliydi. Corneille pek güzel bir açıklıkla şöyle söylemiyor muydu: "İki taht arasındaki savaşa rağmen, İspanya ile alışverişe girmek için bana müsaade verildiğine inandım. Eğer bu çeşit ticaret bir cinayet ise uzun zamandan beri suçlu olurdum. Düşmanlarımızla bu gizli anlaşma için beni affetsinler hiç olmazsa onlardan intihal ettiğimi tasdik edeceklerdir." İncelediğimiz durum içinde acaba Moliére İspanya'dan mı yoksa Deux-Portes sokağında oturan kötürüm adamdan mı intihal etmişti? İlk bakışta bunu anlamak kolay değildir. Devrinin birçok yazarları gibi o da İspanyolcayı okuduğu sanılıyor. Düşmanlarından biri şöyle diyordu: . . . Onun ilham perisi geçerken kırdan İspanya'nın mânasız sözlerini çalan bir yazardan. Bu mısrada, kendisinin hırsızlığı için değil de mânasız sözlerini çaldığı için ayıplandığına dikkat ediniz. Burada intihalin on yedinci yüzyılda nasıl anlaşıldığı görülüyor: İyi ile beraber kötüyü, tane ile beraber süprüntüyü almak. Hele Mareto'nun bir kır şiirinden alınmış Sihirli Adanın Zevkleri'ni hedef tutan bu tenkitçi, nasıl düşünürse düşünsün Moliére kendi devrinde, İspanya edebiyatı içinde pek tecrübeli bir yazar olarak telâkki edildiği görülüyor. Hija de Celestina'yı bilmesi pek mümkündür. M. P. d'Anglosse'un küçük kitabı okunduğu zaman insan onun içinde, teyit edilen bir faraziye bulur. Gerçekte, Scarron'da, Barbadillo'nun hikâyesinden şu cümle ile belirttiği pek yanlış bir çizgi vardır: "O (Montufar) zindanlarda kıpırdamıyordu." Aslı şöyle diyor: "O (Montufar), zavallı hapisler için sadaka dileniyordu." Bu, Tartuffe'ün şu mısralarına tamamiyle uygundur: 'Ben gidiyorum, arayan olursa mahpuslara Sadaka dağıtmaya gitti, de.' İspanyol metinde de, Fransız kopyasında da bulunmayan fakat bunu Molière'in öğrenmiş olduğu tahmin edilen bir mükemmel fıkra anlatırlar. Barbadillo, alçak herifin maskesini düşürmek için kalabalık tarafından ağır bir şekilde yaralandığını tahmin eden asilzådenin ikinci perdedeki vakasını anlattıktan sonra ilâve ediyor: "Bu asilzâde, şu maceranın uyandırdığı öfke ile öyle dolmuş, öyle şaşırıp kalmıştı ki, Seville'e kendisini sürükleyen işlerini bitirmeden bu oyunu şeytanın oynadığına inanarak, görüntülere fazla güven duymaktan pişmanlık hissederek aynı akşam Madrid'e hareket etti. Çünkü böyle bir alçakgönüllülük duygusunun Montufar'ın kalbinde yerleşeceğini bir türlü kavrayamıyarak, gözlerinin aldandığına, görme duyusunun tıpkı ötekiler gibi, büyük hatalara düştüğüne inandı." Burada zavallı Scarron'un dehasını çok aşan bir kuvvetli alay var. İnsan, aslındaki şu satırlar içinde, madam Pernelle'in hoş bir ciddiyetle söylediği iki mısrayı görünce bir kanaate varıyor: 'Aman Yarabbi, insan kısmı zevahire [dış görünüşe] bakıp aldanıyor. Ayol, her görülene inanmamak lâzım.' Buna karşılık, fazla serbestçe tercüme yapan Scarron Mürai'nin karakterine aslında olmayan bir çizgi katıyor. O, Montufar "kadınlara rastlayınca gözlerini yere indiriyordu" diyor. Molière'in aldığı, ve Tratuffe'ün, Dorine'in göğsüne örtmek istediği mendil sahnesi kötürüm adama ait olduğu söylenebilir, fakat bunda da bir hükme varmamalıdır. Molière'in Pintisi'nin kaynakları arasında yine Scarron'a ait bir hikâyenin bulunduğu bir gerçektir. Bu, Pintinin Cezalanması başlığını taşıyan bir dalavera hikâyesidir. İspanyol edebiyatında tecrübesi olan bir bilginin meselâ M. Morel-Fatio'nun bu hikâyenin aslını bilmediği muhakkaktır. Molière'in eskilerden ve yenilerden yaptığı iktibasları, mükemmel baskısından meydana çikaran M. Paul Mesnard, Pinti'nin Cezalanması'nın adını bile etmez. Hikâye hemen hemen bilindiği için bu, bilgisizlik değil de küçümsemeden ileri geliyor. M. Charles Louandre onu eski Fransız hikâyecileri arasına koymuştu. Gözlerim altında duran metin 1687 tarihini, yani Pinti'nin yayımlandığı aynı yılı gösteriyor. Molière'in bu hikâyeyi veya tercüme edilen aslını görmesi mümkündür. Burada Plautus'un la Marmite'inde bulunmayan fakat Moliére'in piyesine konu yaptığı bir şeye yani ihtiyar bir para istifçisinin gülünç aşkına rastlanır. Scarron'daki Pinti'nin adı don Marcos'dur. Madrit'de bir asilzâde diye tanınır. "Bir kadın, almaktan hoşlandığı vakit güzel olmayacağı gibi vermekten hoşlandığı zaman da çirkin olmaz" demeyi âdet edinmiştir. Bu doğru sözlere rağmen ahlâksız adamların kurdukları tuzağa düşer. "Her türlü mal simsarlığı“ yapan Gamara adında bir herif gelip onu görür. Gerçekte dişleri dökük dalkavuk bir kocakarı olan ve Job'dan daha fakir bulunan bayan İsidore'un güzelliğini, akıllılığını, büyük parasını över. Pinti onu görmeye razı olur ve kadının kedisine verdiği bir ziyafette ona tutulur. Ziyafetin sonunda don Marcos (yazarımı takip ediyorum), evine kadar beraber gelen Gamara'ya güzel dul kadının kendisine hoş göründüğünü, her ne kadar gerçekte onunla evlendikten sonra kadının gösteriş ve süs içinde yaşayamayacağını, iddia ediyorsa da onun kadar endamlı bir kadını hiç bulamayacağı için artık onunla evleneceğini, elini bütün kalbiyle ona uzatacağını itiraf etti. Tedbirli don Marcos, içinden pazarlıklı Gamara'ya şöyle söylüyordu: Alelâde bir kadından ziyade bir prenses gibi yaşıyor. Sahip olduğu oda takımlarını paraya çevirmesini, benim paramla birleşecek bir paranın bize iyi bir gelir olabileceğini, işletmek suretiyle Tanrı'nın bize verdiğini, yine Tanrı'nın bize vereceği çocuklarımız için hatırı sayılır bir ana para olacağını düşünmüyor. Don Marcos kendini kapısının önünde bulduğu zaman bu ve buna benzer nutuklar çekiyordu. Gamara bu kadının işlerinin, taraflardan birinin ölümüyle bozulabileceğini söyleyerek ertesi gün, İsidore'la evlenmesini bir neticeye bağlayacağına söz verdikten sonra müsaade aldı. Don Marcos, Isidore'a az önce ayrıldığı âşkının halini anlatmaya gidecek olan kılavuzunu kucakladı. Bu sırada bizim cambaz cebinden bir mum parçası çıkardı, kılıcının ucuna dikti. Civardaki umumi meydanın haç üstüne çarmıha gerilmiş bir İsa heykelinin önünde yanan bir lâmbadan onu yakarak, evlenmesinin başarısı için hazin ve kısa bir dua okumadan yattığı evin kapısını maymuncukla açtı. Uyumaktan ziyade düşünmek için kötü yatağına gidip sokuldu. Ertesi gün müstakbel karısının evine gider ve hayatı nasıl anladığını anlatır: ”Evimde erkenden yatılmasından, geceleyin, evimin iyice örtülmesinden hoşlanırım. İnsanın bir şeyler bulacağı bir evin, hırsızlara tamamiyle örtülü kalmasına imkân yoktur. Kanaatimce bir şerir hırsızın, bulduğu şeyleri almaktan başka bir zahmeti yoktur ama onlar, bir çok yıllar sarfedilmiş büyük bir emeğin mahsülüdür." Scarron'un Pinti'si, zengin ve âşık olarak artık Molière'in pintisidir. Şu ahlâksız Gamara, şu ahlâksız Frosine'in tam kendisidir. Don Marcos Isidore'la evlenir, kadın suç ortağı ile beraber zavallı adamın parasını ve eşyalarını alarak kaçar. O da kasacığı için ağlar. Fakat bundan sonra artık Molière'in komedisiyle en ufak bir benzeyiş yoktur. Bunlar gerçeğe yakın olmakla beraber içinde güzellik bulunmayan bir takım gülünç ve acıklı maceralardır. Elimden geldiği kadar özetini verdiğim bu araştırmalar, Molière'in çaldığı malı zavallı Scarron'a geri vermeye meyleder. Fakat Scarron'un, soyulduğu sırada, bakışlarının eşyalarını taşıdığı anlaşılmıştır. Pintinin Cezalanması, Mürailer'den daha fazla kendinin olması büyük bir talih eseridir. Molière'e gelince onun bütün aldıkları şeyler kendisinin oluyor, çünkü ona kendi damgasını vuruyor.
·
683 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.