Gönderi

264 syf.
8/10 puan verdi
·
Liked
Felsefenin ne olduğuna, ne anlama geldiğine değinmekle başlayan bu kitap, daha sonra felsefenin ilerleme sürecine dikkat çekiyor. Felsefenin seyrinde ortaya çıkan başlıca –temel- akımları da ele alıp irdeleyen bu kitap bize net bilgiler sunuyor diyebilirim. Fakat benim bu kitapta odaklandığım iki başlık olacak: 1) Felsefe tamamen toplumdan bağımsız mıdır? Kitabın bu başlık üzerinde durması ilgimi çekti. Çünkü, genellikle felsefenin özgür –başına savruk- bir düşünce sistemi olduğu yanılgısı var. Fakat bu gerçekten öyle mi? Felsefeyi tamamen toplumdan bağımsız özgül bir biçimde düşünebilir miyiz? Kitap bu konuda bu düşüncenin kendi içindeki karşıtlıkları ortaya döküyor. Felsefe bakıldığında toplumdan kopuk bağımsız bir düşünce sistemi gibi görünse de özüne bakıldığında toplumla ilintilidir. Yani toplumsal ve tarihsel koşullardan meydana gelir. Felsefe ilk aşamada toplum içinde var olur. Daha sonra boy verip gelişir ve toplumdan kopmaya hazır hale gelir. İşte bu aşamadan sonra toplumdan kopan felsefe kendi özgür bilincini oluşturur. Yani felsefe karşı dikildiği toplumun ürünüdür. Marx’ın bu durumu, ‘insanın, göbekbağını toplumdan kopartmış olması’ sözüyle dile getirdiğini de kitabın atlamamış olması bu başlığı tamamen aydınlatmaya yetiyor. Toplumdan kopan bu özgür –akılcı- düşünce sistemi toplum içine yerleşmiş dogmalara ve çeşitli değer yargılarına karşı çıkarak yani ‘hayır’ diyerek eleştirel yani felsefi düşünceyi ortaya koyuyor. Bu aşamadan sonra da toplumdan kopmuş özgür bir birey ortaya çıkıyor. Bu noktadan sonra Türk toplumunda bu felsefi düşünce sisteminin oturup oturmadığına dair bir soru yöneliyor bize. Bu da mercek altına aldığım ikinci başlık: 2)Felsefenin Türk toplumundaki yeri nedir? Kitap, Türk toplumundaki durumun biraz daha farklı olduğunu gözler önüne seriyor. Felsefenin toplumla var olduğuna değinen bu kitap aslında birey ile toplumun birlik halinde olmasından yani kaynaşmış olmasından bahsediyor. Ancak bu noktadan sonra birey toplumdan koparak özgür düşünceyi ortaya koyabilir. Fakat Türk toplumuna bakıldığında tam olarak birey toplumla birlik bütünlük halinde olamadığı gibi göbekbağını da koparamayıp birey haline gelememiştir. Bu da toplumda oluşan sınıflar arasında kesin sınırlar olmamasını beraberinde getiriyor. Yani Batıdaki gibi ‘kendisi için’ sınıflar değilde ‘kendinde’ sınıfların oluşmasını sağlıyor. Toplumun birlik ve bütünlük içinde iktidara yönelik sınıf mücadelelerine girişmemesi de toplumdan kopmuş özgür bireyi oluşturamamıştır. Özgür düşüncenin ortaya çıkamaması ideolojik olarak farklılaşmamayı da yani ideoloji sıradanlığını meydana getiriyor. Çünkü buna ihtiyaç dahi duyulmuyor. Bu durum sonucunda toplumda diğer sınıflar arasında fark yokmuşçasına değer yargılarına(dinsel) bağlı manevi bir dünya sistemi oturtuluyor. Özgür düşünce sisteminden geri kalmış Türk toplumunda ise daha sonra ‘batılılaşma’ adı altında ıslahat ya da reform denilen hareket ortaya çıkıyor. Batı kapitalizminin işte bu noktada bize darbeyi indirdiğini kitap çok net bir biçimde ortaya koyuyor. Osmanlı dönemi başlayan bu ıslahatların aslında tek amacı hem Batı tarafından sömürülmek hem de içerideki egemen zümrenin iktidarını yeni tarihsel ve ekonomik koşullara uydurmak. Bu noktada batılılaşma hareketi, batıya bağlı egemen zümrenin iktidarını pekiştirmek için ortaya attığı yegane ideolojik silah haline geliyor. Bu durum aynı şekilde yeni düzende de yani cumhuriyet sisteminde de seyrini sürdürüyor. Bu hareket gerçek köklü ıslahat hareketlerine girişilmeden ‘devrim’ yapıyormuş gibi ama devrim olmayan aldatıcı ideolojik görüşten ibaret oluyor. Mülkiyet biçiminin devrimsel bir sürece girmemesi de gerçek bir değişimi kesinlikle engelliyor. Egemen sınıfın varlığını bile isteye ortadan kaldırmak istemeyeceği aşikardır. Bu durumda hakkını dişe diş bir mücadeleyle koparıp alma amacıyla sınıf mücadelesine girişen bir halk kitleleri yoksa devrim de yok demektir. Egemen sınıfın yapacağı değişiklik sadece ıslahat ya da reform adı altında nitel olmayan değişikliklerden ibaret olur. Bu değişiklik de sadece onların iktidarlarının yeni koşullara uydururak devamlılığını sağlar. Gerekirse yeni bir sınıf yaratarak iktidarlarını bölüşmek pahasına güven altına alabilirler. Nitekim siyasal alanda tepeden inme –buyrukla ve zorla- bu devrim gibi görünen batılılaşma hareketi halkın özüne de yaşamına da asla işleyemez. Ayrıca ıslahat hareketlerine ön ayak olan siyasal iktidarın düşünce yaşamını da yasaklarla ve buyruklarla yönettiğini de asla unutmamalıyız. Bu tutumun akılsal düşünceye yönelmek istediğini iddia eden iktidarların özünü de ortaya koyduğunu değinmeden geçmiyor kitap. Kitap kısacası bizi bazı gerçeklerle yüzleştiriyor diyebilirim. Ve kitabın araya serpiştirdiği bir alıntıyla incelemeyi sonlandırmak istiyorum: Sartre’nin, Marksçılığı, ancak bu çağın kapanmasıyla yerini bir başka felsefeye bırakacağı düşüncesi, marksizmin en azından bu çağda aşılamayacağı gerçeğini bu durumla birlikte daha da belirgin hale getiriyor.
Felsefe El Kitabı
Felsefe El KitabıSelahattin Hilav · Yapı Kredi Yayınları · 2011110 okunma
·
272 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.