Seni o kadar özlüyorum ki, tarifi olamaz. Yanımda olsan “açsam yüzün baksam dursam". Dostluğuna, sevgine, şefkatine, teselline o kadar muhtacım ki sevgilim. Beni senden başkası avutamaz, teselli edemez. Ne yapayım söyle bana. Ne edip, nerelere gideyim. Derdimi kimlere dökeyim. Ah sevgilim ah... Bir gün içinde belli aralıklarla ölümün geliyor aklıma. O zaman beynim yüreğim çırpınıyor. ôyle dayanılmaz bir hal alıyorum ki... Beynim kocaman bir kazan, kulpları olan kulaklarım zonkluyor. Yazmak, seninle konuşmak gibi, sonra öyle olmadığı bilinci baskın çıkınca tekrar cız ediyor yüreğim. Derken, bir ağlama.. Bir ağlama daha. Birbirini izliyor. Bizim, ikimizin, hayatı o kadargüzeldi ki, sevdamız öyle anlamlıydı.. Yaşadığımızı öyle hissederdik ki her an... Tevatürsüz devrimci kavga içinde yeşerip, gelişen bir sevdaydı, dostluktu, arkadaşlıktı, yoldaşlıktı sevdamız. Sevdamız, günlük hayatın boktanlıklarına gelip takıldı ama hiç ona bulaşmadı, boğulmadı onda..
Günler geçiyor... Ekim’e geldik de geçiyoruz işte... Anlamı olmayan sıkıntılı günler... Bir de sensizliğe ilave başka üzüntüler peşimi bırakmıyor... Vay kurban.. "Hasretinden prangalar eskittim"... Ama gelmeyeceksin. Kahrolup, kahrolup oturuyorum... seni görmeyeli 7,5 ay oldu... Yani 7,5 aydır ağır aksak yaşıyorum... “aç kaldım, susuz kaldım. Terk etmedi sevdan beni... Hasretinden prangalar eskittim" Oy... Ahmet Arif bizim için mi yazdıydın bu şiirleri...
Sana şiirleryazmak istiyorum, bilemiyorum, ağıtlaryaksam diyorum, bilemiyorum. Ölmeden birkaç gün önce sana şiiryazmışım. Ne gariptir, ne acıdır… Ah... Bir, iki satır bırakmış olsaydın... Bir söz, bir deyiş, bir şey işte göndermiş olsaydın... Bilmem daha mı teselli bulurdum ne?
Sen aklıma gelince gözlerim akmaya hazır. Ve günde bilmem kaç kez böyle oluyor. Bazen resimlerini parçalamak geçiyor içimden. O kadar sen değilsin ki. Suretin senin onlar.. Niteliği değişen bu acı ne ola ki.. Şaşkınlığım geçti. Sensizlik taş gibi oturdu yüreğime. Bir de buralarda bu şartlar altında olmak koyuyor...
Ölüm
Seni tanıyorum. Sen gülümsememeksin, öyle bakmamak bir daha yürekten, öyle sevmemeksin. Dokunamamaksın bir daha. Güzelim bir şeyi anlatamamaksın. Artık ellerinle, beyninle döğüşememeksin; onca sevip sevilememeksin, sen dostla şakalaşamamaksın, çocuğunu artık öpememek, sevgilini bir daha saramamaksın ölüm. Sen kahrolmaksın; gizli döğüşmeksin, oradan oraya atmaksın kendini. Öyle durup dinlenmemeksin bir daha. Ölmek uyumak. Hayat. Ölmek uyumak olamaz….
Sinança oy sinança…
K.Maraş, Elbistan yakınındaki Nurhak dağlarında 31 Mayıs 1971′de devlet tarafından öldürülen 68 kuşağının simge isimlerinden Sinan Cemgil’in eşi Şirin Cemgil’in yürek burkan anlatısıyla Şirin Cemgil’in kendi tabiriyle “bitmeyen yazı”larından oluşuyor kitap. Beraber nasıl yola çıkılır, nasıl bir kişiyi arkanda bırakmadan yürünür onu görüyorum. Coşkulu bir sorumluluk, onların sorumluluğu ise insani varoluş. Başkalarının da farklı düşündüğünü, farklı yolları seçtiğini, hayatın zoruyla değil kendi iradenle tanıma şansı bulduğunu ve zekanın bütünlük gözetecek şekilde geliştiğini gördüğün sorumluluk. Böyle bir durumda bilirsin ki ardın var, ilerin var. En basit haliyle insanın yaşayan tarafını gösteriyor. Kitabın içeriği de bizzat öyle…
Sinan Cemgil, Öğretmen anne-babanın çocuğu olarak iyi bir eğitim aldı. Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Menderes Hükümetini, TBMM kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesi sebebiyle protesto etmesi üzerine Adnan Cemgil’in aldığı hapis cezası Sinan’ın henüz çocuk yaşta cezaeviyle tanışmasına sebep olur. “Komünistler Moskova’ya!” bağırışlarını ise, aynı dava yüzünden Yozgat’a sürgüne gönderilen annesinin yanında duyacaktır. 1964’de ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne girdiğinde siyasetle etkin olarak ilgilenmeye başlar. 1965 yılında çıkardıkları Dönüşüm dergisini satarken arkadaşı Şirin Yazıcıoğlu ile birlikte gözaltına alınan Sinan Cemgil, aynı yıl ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün (SFK) kuruluşuna katılır, bir süre genel başkanlığını yapar ve TİP'e üye olur. 1967 yılında ilkokul yapma amacıyla Muş’un Korkut ilçesine giden ODTÜ kafilesinde yer alan Sinan, arkadaşlarıyla birlikte halk kültürü üzerine de incelemelerde bulunur. Bu incelemelerden geriye kalan, kafilenin diline persenk olan Çift Jandarma türküsüdür. Sinan’ın Amerikalı öğretim görevlisinin "Yıllardan beri ODTÜ’de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz?" sorusuna verdiği yanıt bugünlere kadar gelmiştir: “Biz, ODTÜ’de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home.”
1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde, üniversitedeki hareketin doğal önderi olur Sinan Cemgil. ODTÜ’de Toplumcu Gurup içinde yer alır. 1968’de ODTÜ’deki boykota ve 1969’daki ODTÜ işgaline önderlik eder.
Sosyalist Devrim - Milli Demokratik Devrim (MDD) tartışmalarında Milli Demokratik Devrim’i savunsa da Hüseyin İnan’la birlikte “Türk Solu” ve “Aydınlık” odaklı MDD yorumlarından ve bu çevredeki tartışmalardan uzak durur ve farklı bir yol açmak için arkadaşlarıyla birlikte harekete geçer. 1969 yılında Şirin Yazıcıoğlu ile evlenir.
Sinan Cemgil, dönemin Ankara büyükelçisi Robert Commer’in arabasının yakılması olaylarına katılmıştır. Eylemde birlikte yer aldığı arkadaşı Mustafa Taylan Özgür’ün İstanbul’da öldürülmesi üzerine 1970 yılında doğan oğluna söz verdiği gibi arkadaşı Taylan’ın adını verir.
Mayıs ayı ne aymışsın, ne aymışsın. Of Of Of..
Sinan, Hüseyin, Deniz, Yusuf, Vedat, Alpaslan, Kadir, İbrahim, Battal, Can, Taylan, Necmettin,
Mahir, Alptekin, Ömer, Koray, Ulaş, Cevahir, Nail…..
32 kişi öldürüldü,…
Mezar taşlarını koyun mu sandın,
Adam öldürmeyi oyun mu sandın… Of..
Altmış kuşağında dünyayı değiştirme düşüncesi ve duygusu yoğun mu yoğundu. Her şey bu düşüncenin yol açtığı tutku çevresinde dönüyor, şekilleniyordu. Evrendeki bütünlük, bu bütünlükteki çelişki, hareketin sonsuzluğu... Sıçrama ve dönüşümün zorunluluğunu
farketmek, gerçekliği olaylarda keşfetmeye çalışmak coşkulandırıyordu kuşağı. Hayatın bilincine vararak yaşamak, ihtiyaç alanlarını genişletiyor, yetinmeciliği söküp alırken ömürlerinden, bu uğurda bir lokma, bir hırka kanaatkarlığına erişiyorlardı. Bütün insanların mutluluğuna ve özgürlüğüne ihtiyaç duyuyorlar, yalnızca kendi mutlulukları ve kendi sınırlı özgürlükleri onlara yetmiyordu. Hayattan doğan düşünceyi, hayata geçirmenin, bilgiye, bilime dayalı tutamaklarını bulup, çıkarma ve özümseme süreci müthişti. Sosyalist olmak, diyalektik materyalizmi öğrenmeye çalışmak müthişti. Engels'in kendileri sol Hegel'ciyken Feuerbach'ın kitaplarını okuduklarında söylediği gibi, bu kitapların "kurtarıcı etkisini bir kimsenin bizzat tatması gerek." Altmış kuşağı da onların yani, Engels, Marx ve Lenin'in kitaplarının "kurtarıcı etkisini" bizzat tadıyordu.
Bazıları yerinde duramıyor, özümsemeden, telaşla koşuşturuyor, bazıları günlerce uyku durak bilmeden okuyor, okuyor ve bu uğurda bıkmadan usanmadan seğirtiyor, üretiyor, örgütleniyordu. Yükselen kitle hareketleri onları çekerken, onlar da olayları ileriye sürükleyebilmenin yollarını araştırıyordu.…
Tüm insanlarla ve doğayla bütünleştiklerini duyumsuyorlar; bilinçten süzülüp, yüreğin perçinlediği gerçekleri algılamak onları insan olmanın tadına bürüyor, var oluşlarını her solukta bilinçle duyumsamalarını sağlıyordu. Hayatın anlamı, ancak onu herkes için yaşanabilir kılmada gelip, düğümleniyordu. Tek yanlı oluşun bir sonucu değildi hayır. Tüm güzelliklerin ancak bu gerçekte gelip, buluşmasından ve onların böylesine derin bir isteği kucaklamasından kaynaklanıyordu. Doğanın ve toplumsal akışın nabzını
yakalamaya, insan olabilme olanağını ele geçirmeğe çalışıyorlardı…
Unutkanlık toplumsal hastalığımız. Geçmişi unuturuz, kulağımızın dibindeki sesi duymayız. Sokakta ki insan, Gezi döneminde veya sonrasında ya da yıllar evvelinde kaç kişinin öldürüldüğünü, haksız yere hapse atıldığını umursamaz bile. Kötü haber duymak istemiyordu çünkü. Bilinçli ya da bilinçsiz bir reddetme bu. Bu duymazlık daha kötüsünü davet etti ama fark edemedik. Tabii kimseyi suçlayamayız.. Sessiz kaldığı için. Çünkü bir yerlerde düğmeye basıldı sanki. Demirden bir top onlara karşı çıkan, karşısında duran ve boyun eğmeyen herkesi, her şeyi ezip geçsin diye programlandı gibi.. İşte bu aynı düzen zamanında 68 kuşağını ezmiş. Şimdiki kuşağı daha da eziyor ve korkarım eğer değiştirilmezse bir sonraki nesli daha da ezecek.
Hissediyor musunuz? yıllardır üzerimizde çok büyük bir baskı vardı. Hala daha da var. Her şey değişti, hava değişti, zemin değişti, sanki başka bir meridyendeymişiz gibi olduk.
Amaa 68 devrimci kuşağı böyle miydi… 68 kuşağı.. ABD ye biat etmeleri gerekirken abd makam aracını devirip yakan Taylanlar, Türk milletini abd emperyalizmine satıldığı zamanlarda yaşasın tam bağımsız TÜRKİYE diye bağıran Yusuflar, Denizler, Hüseyinler .. ABD nin sınırları Karstan başlar diyen abd başkanını Türkiye Cumhuriyeti kabul görürken yurda abd empetyalizminin doğudaki koruyucusu olan 6. Filoya alkış tutmayan Harunlar.. yobaza, burjuva diktasına, siyasal islamcılara, amerikancılara, çiftlik sahiplerine, işçinin, öğrencinin, halkın kanını emen siyasal partilere boyun eğmeyen 68 kuşağı..
Kitap bende öyle hisler uyandirdi ki, düşüncelerin üşüştüğü toparlanmadan yazılan, belki anlam düşüklüğü fazlaca olan derme çatma bir hale büründü. Gerçi bu belki yazdığım son uzun yazı olduğunu bilmeden bunları not etmek geçti içimden. Belki kimse okumayacak ama dursun burada, Şirin Cemgil’in her bir duygusuna denk düşen yürek acılarımızın ortaklığına.. ve kayıtsız kalamayacağım sevgisi hatrına.. Bir kitap, gelişi güzel birkaç satır yazı nasıl böylesi kalbime hançer gibi saplanıyor :( Kötü bir ülkede, kötü bir çağda dahası kötü bir dünyada yaşamamıza rağmen, -ama bunu uzaylılar değiştirmeyecek ya da oy sandıkları, bilhakis bizler yapacağız bunu. Bunun bilincine vardığınız andan itibaren gerisi gelecektir. Umarım gelir,…- hâlâ iyi bir şeyler düşünmek adına…