Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Eşcinselliğini gizlemeyen, hatta bununla her fırsatta övünen Fâzıl’ın aşk maceraları da kitabın devam bölümlerinde ortaya çıkar. Sarayda üç büyük aşk yaşar. İlk aşığının ismini vermektense nedense çekinir. Eşcinselliğini gizlemeyen, hatta bununla her fırsatta övünen Fâzıl’ın aşk maceraları da kitabın devam bölümlerinde ortaya çıkar. Sarayda üç büyük aşk yaşar. İlk aşığının ismini vermektense nedense çekinir. “Düştü dil bir sanem-i mümtaze Bir ocakzade-i ateşbaza Nazikane reviş-i etvan Anı tab'ımca yaratmış bârî” (Gönül seçkin bir sevgiliye, ateşle oynayan birisine düştü. Tavrı nazikti, sanki Allah onu benim huyuma göre yaratmıştı.) 1778’de yaşadığı ikinci aşktan söz eder sonra. İsmi Süleyman’dır bu zatın, ama Süleyman’ın, Fâzıl’a pek meyil vermediğini anlarız. O da isimsiz ilk sevgili gibi erkenden vefat eder gider. “Şöhret-i ismi Süleyman Bey idi Yüreği âşıka taştan pek idi Ruzigâr attı Süleyman'e beni Hüdhüd etti O'na bu nâle-zeni Kişver-i sinede hakan oldu Gönlümüz taht-ı Süleyman oldu Harf-i vâhid bana söz söylemedi” (Adı Süleyman Bey'di, yüreği âşıklara taştan da sertti. Zamanın rüzgârı beni Süleyman'a attı ve feryatlar içindeki bu kişiyi, onun hüdhüd kuşu haline getirdi. Göğsümün ülkesinde hakan, gönlümün tahtında Süleyman oldu, ama bana bir harfçik bile olsun söylemedi.) SARAYDAN SOKAKLARA... Fâzıl’ın üçüncü aşkıysa ona sadece duygusal yönden hasar vermez. Bizzat saraydan kovulmasına sebep olur. Murat Bardakçı’nın araştırmalarına göre bu kişi, Şehlâ Hazıf ismiyle bilinen, ünlü besteci Hanende Şehlevendim Abdullah Ağa’dır. Anlaşılan o ki, Fâzıl’ın saraydan kovulmasının sebebi bu bey değil, en an Fâzıl kadar ona yanık olan yaşlı musiki hocasıdır. Fâzıl bu aşk üçgeninden yenik çıkar çıkmasına, ama lafını da esirgemez. Akbaba, köpek, bunak, diye anar musiki hocasını. “Leb-i cânâneyi emse o habîs Tükrükiyle ider idi telvîs” (O alçak herif sevgilisinin dudaklarını emse, tükürükle kirletirdi.) 1784’te meydana gelen bu çekişmeden sonra, kendisi İstanbul’un sokaklarında beş parasız halde bulur. Çokça açlık çeker. İşsiz güçsüz dolaşıp dururken, yolu Galata’da bir meyhaneye düşer. Burada da yaklaşık yedi aylık bir ilişki yaşadığı, İsmail isimli dördüncü sevgilisiyle tanışır. “Kılmış üftadelere ol âfet Künc-i meyhaneyi cây-i vuslat Raksa başlar idi ol canane Gah ayağ üzre sunar peymane Yedi ay oldu o nev-mâh-ı münîr Hale-i sinede sahib-i te'sîr" (O afet, meyhane köşelerini sevgililere kavuşma yeri yaptı. Raksa başlar, bir yandan da içki sunardı. Parlayan yeni bir ay gibi olan o sevgili, gönlümün hâlesinde yedi ay kaldı.) Yıllar sonra bir gün, Fâzıl’la arkadaşları Haydarpaşa civarında dolanırken, kötü sesiyle şarkı söyleyip def çalan bir çingeneyle karşılaşırlar. Bu çingene İsmail’dir. Tabii zarafetini kaybetmiş, iri yarı bir adam olup çıkmıştır İsmail. Fâzıl onu tanır, ama İsmail hiç hatırlamaz. Fâzıl hüzünleniverir bir an, ama kimseye de tek kelime etmez. "Kılmadım kimseye razı ifşa Şive-i aşkı ne bilsin cühela,” der ve geçer vesselam.” HÛBANNÂME (GÜZEL OĞLANLAR KİTABI) Fâzıl daha sonra Aleko Bey isimli biriyle aşk yaşamaya başlar. “Dünyanın baş parmağında doğan… Somurtunca saçlarımı beyazlatan… Aleko’m benim, bağrımın şahı ve Rum ülkesinin ışığı… Yaşadığı yer hacıların ibadet merkezi,” diye övgülere boğar onu. Aleko bir gün, Fâzıl’dan bir şey ister. Öyle bir kitap yaz ki, der. Dünyadaki bütün erkeklerinin özelliklerini içinde bulayım. Fâzıl da başlar yazmaya. Hintlisi, Çinlisi, İranlısı, Tunuslusu… Her birinin fiziksel özelliklerini, aşka bakışlarını ve yataktaki hallerini şairane bir edayla anlatır. Hint güzeline “Öğrenciler, hocalar ve alimler onun aşk dilencilerdir,” diye hitap eder mesela. Borneo güzeline “Altın kakmalı dişleri beyaz bir gavur gördüğünde gıcırdıyor. O zaman öpücükleri morartıyor: Sırtımda izleri var,” der. Bizans güzeline “Elinden gelse Müslüman çocuklarını analarının karnından koparıp çıkarak: Bugün sadece tavernalarda dans ederek, Eyüp’ün bütün sofularını iflas ettirmekle meşgul,” diye yazar. Tabii hepsinden de övgüyle bahsetmez. Mesela Yemen güzelini hiç mi hiç beğenmez. “Baskı gören bir yetim gibi. O kadar zayıf ki kemikleri sayılıyor. Bu Arabistan kavruğu, sadece ekmekle beslenebilmiş bir softaya benziyor: Hiçbir şey olmaz ondan.” ZENANNÂME (KADINLAR KİTABI) Hûbannâme yazıldıktan sonra elden ele dolanmaya başlar. Öyle ki İstanbul sokaklarında pek çok kişi bu bilgilerden haberdar olur. Aradan bir süre geçtikten sonra, Aleko bu kez kadınlarla ilgili bir kitap yazmasını ister. Fâzıl şaşkın kalakalır. Yapma etme, der. Kadınlarla hiç ilişkisi olmadığını, onları yazamayacağını söyler, ama kâr etmez. Aleko son derece katıdır. Ya yazarsın ya da çeker gider düşmanlarınla bir olurum, der. Fâzıl da el mecbur alır kalemi eline, bu kez farklı milletten kadınları anlatmaya başlar. Başlar, ama içinden pek gelmediği için çoğuna burun kıvırdığını, bir zahmet beğendiğini anlarız. Yemen kadınları hakkında “Hepsi hasta, bedenleri yıkılmış, tenleri nâzende değil... Karınları su dolu sanırsın... Kadın ve cariyelerin hepsinin suratı çirkindir,” diye yazar mesela. Fas kadınlarına “Magrib'in kadınları kötü huyludur, çirkin dilli, çirkin hareketli, çirkin yüzlüdürler,” der. Şam kadınlarına “Aşifteleri gayesizdir, kötü mayaları çoktur... Her kadın ölü kefeninden farkı olmayan sade bir kumaş örtünür... Ayağındaki gümüş halka, atın ayağındaki bağ gibidir,” der. Ermeni kadınlaraysa “Hepsi kötü tavırlı, sadece edalı yürüyüşleri kalmış... Teni çirkin, sohbeti tatsız, konuşması ve tavrı kötü, vücuduyla elbisesi çirkin... Ama hepsi çirkin değil, içlerinde güzelleri de var,” der. Tabii beğendikleri de yok değildir. Çerkez kadınlarına övgüler düzer. “Kızları ay yüzlü olur, aşık onda her aradığını bulur... Onlara nazar ayağıyla çıkılır, kalbin gözüyle bakılır... Nedir o cömertlik, o bağlılık, o edep, nedir o mukaddes yaratılış...” İstanbullu kadınlarıysa dörde ayırır. Birincisine “perde ehli,” der. Bunlar dinine bağlı kimselerdir. İkinci grupta “hafif işveliler” vardır. Üçüncüde “fahişeler” dördüncüdeyse “lezbiyenler.” Fâzıl hepsinin sosyal konumlarını ve toplumla kurdukları ilişkilerini belgeselci bir tavırla anlatır. Ayrıca kadınlar hamamını, bu hamamdaki ilişki biçimlerine de yer verir kitabında. Aşırı cinsel ilişkinin zararlarından, gerdeğe giriş şekillerinden ve nikahın gereksizliğinden dem vurur. Dilinin kemiği yoktur. Baskın zihniyete verip veriştirir. Tam da bundan ötürü, Fâzıl’ın ölümünden 28 yıl sonra, 1838’de Zenannâme’nin bastırılan nüshaları, dönemin Dışışleri Bakanı Mustafa Reşid Paşa’nın emriyle toplatılıp imha edilir. Osmanlı tarihinde toplatılan cinsellikle ilgili ilk kitap Zenannâme'dir. Sebebininse nikaha dair edilen sözler olduğu düşünülür. ÇENGİNÂME (ERKEK DANSÇILAR KİTABI) Fâzıl’ın dördüncü kitabı çengileri konu edinir. Yine bir mecliste otururken çengilere dair yapılan bir tartışmaya şahit olur. Taraflar farklı dansçıları övüyor, uzlaşmaya varamıyorlardır. Fâzıl’dan hakemlik yapmasını, hatta bununla ilgili bir kitap yazmasını isterler. O da başlar yazmaya. Todori isimli bir çengiden bahseder mesela. “Evi zevk ehlinin kerhanesidir, zina erbabı ve livata meraklıları orada toplanır. ‘Şak, şak’ diye çıkan seslerden, içeride dülger çalışıyor zannedilir.” Sonra çengilerin şahı, diye adlandırdığı Mısırlıyı anlatır. “Aşıklarını saymakla bitiremezler. Hem çehresi, hem yürüyüşü bir hoştur, şalvarını çözdüğünde daha da hoş olur... Ama bazı meraklıları, götünün çirkin olduğunu, üstelik Yahudi'ye yakışmayacak bir alet taşıdığını söyler.” Kız Mehmed içinse “Hanlarda gezen bir aşifte... Malını makatına vermiş, böylece yüz bin kocaya sahip olmuş... Livata düşkünlerinin de bol bol duasını alır,” der. Elmaspare’yiyse pek sevmez. “O da bir başka sofudur... Raksı niçin öğrendiğini kimseler anlamaz... Şakıyıp oynayacağına gidip kilisede İncil okusa ya!” DİVAN Fâzıl’ın beşinci kitabı olarak nitelendirebileceğimiz, şiirlerinden oluşan Divan’ında da kendi üslubu kolaylıkla ortaya çıkar. Kitap dualarla, kasidelerle başlar, ama sonra Fâzıl’ın baldır fetişi olduğuna dair beyitlerle karşılaşırız mesela. “Nısf-ı sânîsi o şuhun bize ehl-i gareziz Nısf-ı evvel sana ey âşık-ı dîdâr-ı caba Vasf-ı baldır ile sâhib-kademim ben Fâzıl Hiç bu vâdîde ayaklanmadı evvel udebâ” (Ey sevgililerin yüzlerine âşık olan kişi! O gencin belinden yukarısı sana, aşağısı da bana... Şairler şimdiye kadar baldırdan bahsetmeyi düşünememişler; artık bu konudaki öncelik Fâzıl’a ait.) SON YILLARI Fâzıl İstanbul sokaklarındaki avarelikten, parasızlıktan bunalınca, dönemin hünkarı III. Selim’e yalvarıp yakarır. En sonunda Anadolu’da çeşitli idare görevlere tayin olur. Tam işleri yoluna koyacağı düşünülürken, oralarda da tutunamaz. Gerisin geriye İstanbul’a döndüğünde daha beter bir borç batağında bulur kendini. Yetmezmiş gibi bir de Rodos’a sürülür. Rodos sürgününde hepten bunalır ve yaşadığı sıkıntı sonucunda görme yetisini kaybeder. 10 yıl boyunca kör gezer. Neden bilinmez, bu süreçten sonra sağlığına biraz olsun kavuşur ve yeniden görmeye başlar. İstanbul’a geri döner. Fakat yoksulluk yakasını bir türlü bırakmaz. Tarih 1810’u gösterdiğinde, Beşiktaş’taki evinde sefalet içinde vefat eder. Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin de mezarının bulunduğu Kızıl Mescit Türbesi’nin yanına defnedilir.
·
558 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.