Gönderi

256 syf.
9/10 puan verdi
“İlkbahar, ilkbahar, ben ilkbaharım!”
“Yaraladığın insanlardan tüm içtenliğinle özür dile. Kanatlarını kopardığın kelebekten de bilmeyerek üzerine basıp geçtiğin böceklerden de.” İnsanlar arasında bir sınır varsa o da kelimeler midir? Kitabı okuyunca bunu gerçek anlamda merak ettim. İnsanlar, taşan duygularını kelimelere dökmek yerine yüreklerinde saklayabilselerdi eğer her şey daha mı kolay olurdu?  Kitabı okumaya başladığımdan beri sık sık karşıma çıkan bir şeydi bu aslında. Gerek izlediğim filmlerde ve animelerde olsun gerekse rastgele okuduğum yazılarda olsun. Dil denilen şey beraberinde birçok yanlış anlaşılmayı da getiriyor şüphesiz. İnsanların büyük çoğunluğu dilini anlamadıkları birisiyle bir bağ kurumayacaklarını söyleyip dururlar. Ya tam tersiyse... Ya dilini çok iyi bildiğin biriyle bir bağ kuramayışının nedeni tam olarak bu çok iyi bildiğini söyleyip durduğun kelimelerse. Neyse işte konudan uzaklaşmamak için bu “dil mesafesi” denilen şeyi şimdilik rafa kaldırmak istiyorum. Kitabın konusu çok tanıdık. Hemen hemen herkes çevresinde bu tür bir hikayenin benzerine tanıklık etmiştir. Dünyaya “kendine özgü” bir anlamla sarmalanıp gelmiş o “özel” insanlara olan yaklaşımlara sanırım hepimiz aşinayız. İnsanca yaklaşım demiyorum çünkü insanlar aslında aralarında anlaşmış gibi aynı itici bir iyimserlikle yaklaşıyorlar o “kendine özgü” insanlara. Bu sözde iyimser davranışlar da kendine özgü anlamla dünyaya gelmiş insanları incitiyor. Kitap bize bu iyimserliğin altında açığa çıkan zorbalığı resmediyor. Bundan sonrası için yazım küçük spoiler içerebilir. Kitabın baş kahramanı duyguları şeffaflaşmış ve neredeyse görülemez olmuş Yunjae adında bir aleksitimi hastası. Yazar, duygu sağırlığını öyle gerçekçi ele almış ki Yunjae, sayfaları çevirdikçe ve hikayenin koynuna sokuldukça kurmaca bir karakter olmaktan çıkıp adeta ete kemiğe bürünen biri olarak çıkıyor karşımıza. Açıkçası normalde de donuk bir yüze sahip olduğum için kitabı okurken, Yunjae önemli bir şeyi bildirdiğinde ona sırf yüzünde korkmuş bir ifade belirmediği için inanmayı reddeden o dükkan sahibinin vurdumduymazlığını gözümün önüne getirmekte zorlanmadım. Çünkü gerçek hayatta bu tür sınırların içinde yaşayan çok fazla insan var. Ona inanılmadığında ve dahası insanlar sırf yüzünde donuk bir ifadeyle gezdiği için onu hafife aldıklarında Yunjae'ye kendimi çok yakın hissettim. Yunjae, yüzlerinde anlaşılmaz, karmaşık ifadelerle gezen kalabalıklar arasında özleyip durduğum o samimiyet duygusunu yüreğime çok güzel işledi. Kendisi bir duygu sağırı ama bana hissettirdiği duygu o kadar derinlerdeki... Öte yandan Yunjae'nin ninesi ve annesiyle ilişkisi kıskanılacak türdendi. İnsan okudukça öyle bir ninesi olsun istiyor. Kitap, ikinci yarısında daha çok Gon ve Dora üzerinden ilerliyor. Elbette içeriğinden bahsetmeyeceğim. Ama söylemeliyim ki Dora'dan ziyade Gon karakterini daha çok sevdim. Kitap boyunca türlü işler yapan bu haylaz çocuğun kendini ortaya ilk çıkışından beri sevdiren farklı bir albenisi vardı. Nihayetinde yaptığı tüm o saçmalıklar içinde büyüyen sevgi yoksunluğunun üzerini örtmek içindi. Gon, Yunjae'nin deyimiyle “iyi bir çocuktu.” Yaptığı şeyler ne kadar kötü olsa da. O kendi yarattığı karanlığın ortasında gerçek benliğinden sızan ışıktan kaçamayan biriydi. Yine de içinden sızan bu ışığı kabullenmeyi reddediyordu. Pisliğin içine batmış olsa da bir damla kan görünce hıçkırıklarını bastıramayan, birinin canı yandığında bu acıyı görmemek için gözlerini kapatsa da kalbini asla kapatamayan biriydi. İşte Gon böyle olduğu için olsa gerek, kelebeğin kanatlarını ikiye ayırıp o zavallı böceği ezdiği gerçeğine rağmen onu sevmekten kendimi alamıyorum. Dora'ya gelince sanırım beni etkileyen tek sahnesi  Yunjae'yi öptüğü kısımdı. O öpücük çok beklenmedikti. Okurken kitabı heyecanla yüzüme bastırmama neden oldu. (Bir öpücüğün nesi bu kadar heyecanlı diyebilirsiniz ama duyguları şeffaflaşan biri için ilk öpücüğün anlamı hararetli atan kalbin renkli aşk sözcüğünü, hiçbir şeyin farkına varamayan beynin içinde gizlenen minik bademin üzerine fırlatmasıdır. Yani bu ilk öpücük bildiğiniz tüm klişelerden uzaktır.) Kitabın sonları çok daha hızlı okundu diyebilirim. Zaten genel anlamda kitap çok sadeydi (sadeydi diyorum ama yine de altını çizdiğin tonlarca paragraf vardı) edebi bir anlatımdan uzaktı. Kitap boyunca Yunjae'nin annesiyle Doktor Shim'i yakıştırıp durdum. Ama tabii onlar yalnızca dosttu. Yunjae'nin annesi uzun zaman boyunca komada kaldığında bile ona söz verdiği gibi Yunjae ile ilgilenen Doktor Shim, sen ne güzel bir adamsın. (İçimden sürekli bu tezahüratları yapıp durdum.) Böyle güvenilesi insanlar kaldı mı sahiden... Junjae'nin annesi ve ninesinin başına gelenler de eminim çok tanıdık gelmiştir. Hiç tanımadığı iki kadını sırf yüzlerinde kocaman gülüşler barındırıyorlar diye öldürmeye niyetlenmekten geri durmayan lanet bir adam eminim o satırları okurken size hiç yabancı gelmemiştir. Akıl almaz davranışları sizi hiç şaşırtmamıştır. Ben şaşırmadım. Şaşırmak isterdim ama. Maalesef daha çok ülkemizin bir gününü seyrediyormuşum gibi hissettirdi.Yazar belli bir hikaye üzerinde anlatıyor gibi görünse de aslında arka planda toplumun sorunlarına da ışık tutuyor. Yunjae'nin deli saçması bir adamın elinden ölen ninesini düşündükçe ülkemizde hiç tanımadığı biri tarafından hayatı ellerinden alınan gencecik bir kız aklıma geldi. Ne var ki ilerleyen satırlarda yazar tıpkı bizim toplumumuzda da varlığını büyüterek sürdüren o içler acısı tutumu ele almaktan kaçınmıyor. “Bildikleri halde bilmemezlikten gelen insanlar vardı. Onları nasıl anlamam gerektiğini bir türlü çözemedim. Doktor Shim'in yanına gittiğim bir gündü. Televizyon ekranında bombardıman yüzünden iki bacağıyla kulaklarından birini yitirmiş bir genç ağlıyordu. Ekrana bakıp duran doktor Shim'in yüzünde hiçbir ifade yoktu. Beni görünce dostça gülümseyerek bir selam çaktı. Benim gibi bir mankafa bile o gencin canının yandığını, korkunç ve talihsiz bir olaydan dolayı üzüldüğünü anlıyordu. Ama genç bu kadar acı çekerken doktor Shim'in neden gülümsediğini sormadım. Sormadım çünkü herkes aynı şeyi yapıyordu. Annem ve ninem bile kanalları değiştirirken aynısını yapardı. Uzaktan yaşanan bir trajedinin kendi trajedisi olmadığını söylerdi annem. Peki öyle olduğunu varsayalım. O zaman annemle nineme öylece apaçık bakarak hiçbir şey yapmayan o günkü insanlara ne demeliydi? Onlar kendi gözleri önündeki olaya bizzat tanıklık ettiler. Öyle ki “uzakta yaşanan trajedi” mazeretini uyduramayacakları bir mesafedeydiler.” Yunjae'nin sözleri doğrudan bizim toplum olarak geldiğimiz (ya da zaten bulunduğumuz mu demeliydim) noktayı anlatmıyor mu? Hepimiz vicdanımızı birazcık da olsa yatıştıran türlü mazeretler uydurarak kimi zaman uzaklarda yaşanan trajediye kimi zaman da gözümüzün önünde yaşanan felaketlere böyle yaklaşmıyor muyuz? Sadece anladığımızı söyleyerek sessizce izliyor, seyrettiğimiz acıyı yüreğimizde hissettiğimize kendimizi inandırarak derinden iç çekiyoruz. Oysa gerçekte hepimiz bir toplumun parçası olmak adına birbirimizin vurdumduymazlığını sahte anlayışlı gülücüklerin arkasına gizleyip birbirimize sözde teselliler veren birer duygu sağırları değil miyiz? “İnsanlar uzaktayken elden bir şey gelmez deyip trajediye gözlerini kapatırlar ancak korktuklarını bahane ederek yanlarında olan olaylara da yaklaşmazlar. İnsanların geneli hisseder ama harekete geçmez. Acıyı paylaştıklarını söyleyip hızlıca unutuverirler.” Gerçekten ne diyebilirim ki... Körler gibi bakışıp dilsizler gibi konuşuyoruz. Kitabın sonuna da değinmek istiyorum. Yunjae'nin duygularının yüreğine sığmayıp taşmayı başardığı ve ölümden döndüğü kısım inanılmazdı. Karmaşık duygular hissederek okudum. Bana Ashes of Love Çin dramasında duyguları mühürlenen Jin Mi karakterinin yaşadığı akıl almaz şeylerin ardından dışarı sızmayıp içinde birikip kabaran duygularının nihayetinde son damlayla kırılıp parçalandığı ve duyguların bu büyük çözülmeyle kendi özgürlüğünü eline aldığı o sahneyi hatırlattı. Yine aynı kırılıp parçalanma. Ve sonunda duygular özgür... “Vücudumun bir yerlerinde kurulan set patladı. İçimde bir şeyler sonsuza dek kırıldı. “Hissedebiliyorum.” diye fısıldadım. Sonunda insan olmuştum.” Belki de duyguları özgür bırakmak en iyisi. Çoğumuz hissedebilen insanlar olarak yaşamımızı sürdürüyor gibi görünsek de eminim yüreğimizin kapalı kapıları ardında gizleyip ısrarla gün ışığından sakladığımız bazı duygular vardır. Belki de artık tamamıyla özgür bırakmalıyız. Son satırlarda gözlerimin dolduğu sır değil. Benim için bu çok nadirdir. Öyle ki Yunjae'nin döktüğü ilk gözyaşı sanki benim yanaklarımı ıslattı. “Aniden yanağımda bir sıcaklık oldu. Annem, yanağımdan bir şey sildi. Gözyaşıydı. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Ne var ki üstüne üstlük bir de gülüyorum. Annem de aynısını yapıyordu.” Ve incelememi bitirirken içimden binlerce duygu akıp geçiyor. Yazar Won çok iyi iş çıkarmış. Kitabın sonunda “Kalbimdeki hikayeleri yazarak ortaya dökebiliyorum.” diyor. Yazar Won, hayat binbir tatla karışık akıp giderken böyle bir hikaye yazdığın için teşekkür ederim. Böyle bir roman yazarak içinde yaralar taşıyan, aynı zamanda büyük potansiyellere sahip gençlere ulaştığın için de teşekkür ederim. Ve son bir teşekkürümü de kitabın gidişine göre, bu yazar Yunjae'mi öldürecek bu gidişle, diye sızlanıp dururken sürpriz bir sonla Yunjae'yi yaşatmaya devam ettiğin için söylemek istiyorum. Kaleminle Yunjae'ye hayat verdiğin için teşekkür ederim. Tüm samimiyetimle.
Badem
BademWon-pyung Sohn · Peta Kitap Yayınları · 20211,999 okunma
··
694 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.