Cândido açısından korku bir duygu ya da his değildi.
Sinir sistemimizin çökmesi, güçsüzlüğümüzün ve dayanıklılık
sınırlarımızın ortaya çıkıp bizi utanç ve güvensizlikle doldurması değildi.
Bütün bunlar korkunun etkileriydi.
O, korkunun sebeplerinin sosyal çatışmalarda yattığına ve bu
çatışmaların insanın sinir sistemine nüfuz ettiğine inanıyordu.
Rio kentinin şiddeti, insanları kendi evlerinde, kapılarında güvenlik
alarmları takılı, balkonları ve pencereleri demir tellerle çevrili dairelerinde,
kilitlerin ve anahtarların ardında saklanmaya mahkûm etmişti.
İşte buydu, kimsenin bundan muaf olamadığının korkunç kanıtı.
Ve işte buydu kent insanlarının bir güvenli cennetten
diğerine geçerken –yere düşmemeyi ümit ederek siperden
sipere atlayan– askerler gibi davranmalarının nedeni.
Lüks arabalar şehirde savaş tankları gibi dolaşıyordu;
zırhlı kapılar, kurşungeçirmez camlar, elektronik güvenlik cihazları...
Cândido motosikleti ile dolaşırken kendisini korunmasız hissediyordu,
ama daha güvenli bir ulaşım aracına da gücü yetmezdi.
Bu ona kaderci bir bakış açısı kazandırmıştı;
vadesi gelmeden kimsenin ölmeyeceği inancını.
Deus cria, Deus protege. (Tanrı yaratır, Tanrı korur.)
Cândido inancını üzerinde çelik bir zırh gibi taşıyordu.
Bu inanç böyle durumlarla karşılaştığında paniğe
kapılmamasını sağlıyordu. Yetiştiği kentte kapısı açık bırakılan
evlerle, şimdi yaşadığı Rio’daki hapishaneye benzeyen
apartman blokları arasındaki tezatlıktan nefret ediyordu.
Rio’da birini ziyaret etmek adeta bir ritüele dönüşmüştü;
kimlik tespiti, diyafona isim bildirme, uygun katta açılan asansör,
sihirli bir göz tarafından teyit edilen ziyaret,
kalın dişli anahtarlar tarafından tek tek açılan kilitler...