Gönderi

Cortazar’ın İşe Yarar Filminde bahsi geçen Bir Sarı Çiçek öyküsü
işe yarar bir şey filminde bahsi geçen julio cortazar öyküsü. tamamı şöyledir; ölümsüzüz; biliyorum şakaya benziyor bu söylediğim. biliyorum, çünkü kuralın istisnasını tanıdım, var olan tek ölümlüyü biliyorum. rue carbronne'da bir barda bana öyküsünü anlattı; gerçeği anlatmaktan rahatsız olmayacak kadar içkiliydi, oysa barmen (barın sahibiydi de) ve tezgâhtaki gedikli müşteriler öylesine gülüyorlardı ki içtikleri şarap gözlerinden fışkırıyordu. adam, benim yüzümde bir ilgi kıpırtısı seçmiş olsa gerekti, gitgide bana yaklaşıyordu; sonunda rahatça konuşup içebilmek için köşede bir masaya geçtik. adam, bana emekli bir belediye memuru olduğunu, karısının yaz için ana-babasının yanına gittiğini anlattı. karısının, onu bırakıp kaçmış olduğunu belirtmenin bir başka türlüsü işte. pek yaşlı olmayan, hiç de aptal sayılamayacak bir adamdı: kavrulup kurumuş gibi görünen bir yüzü, veremlileri andırır gözleri vardı. doğruyu söylemek gerekirse unutmak için içiyordu. kırmızı şarabın beşinci bardağına başladığımızda bu gerçeği ortaya vurdu. ama üzerinde paris kokusu yoktu. paris'in, belki de salt biz yabancıların seçebildiğimiz o imzası. tırnakları tertemiz kesikti, altlarında hiç kir yoktu. bana 95 no.lu otobüste gördüğü, şöyle, on üç yaşlarındaki bir oğlan çocuğunu, çocuğa bir süre bakınca nasıl kendisine, yani kendisinin anımsadığı o yaştaki tipine benzettiğini anlatmaya başladı. yavaş yavaş çocuğun tıpatıp kendine benzediğini kabul etmişti. yüzü, elleri, alnına düşen o bir tutam gür saç, iyice ayrık olan, utangaçlığından ötürü daha da ayrık duran gözler, bir öykü dergisine sığınışı, saçını arkaya atarken başını sallayışı, davranışlarındaki içler acısı beceriksizlik. benzeyiş öylesine tıpatıptı ki adamın yüksek sesle güleceği gelmişti. çocuk rue de renne'de inince o da montparnasse'da bekleyen arkadaşına boş vererek otobüsten indi. çocukla konuşmak için bahane arayarak bir sokağın yolunu sordu. sorusuna bir zamanlar kendinin olan bir sesle yanıt verildiğini duyunca şaşırmadı. çocuk da o sokağa doğru gidiyormuş, böylece bir süre, utangaçlık içinde yan yana yürüdüler. bu gerginlik sırasında adam gizli bir gerçeği keşfeder gibi oldu. bir açıklama değil de açıklamaları gereksiz kılacak bir şey. ne var ki bu şey, örneğin şimdiki gibi anlatılmaya kalkışılınca nedense bulanıyor, saçmalaşıyordu. uzun lafın kısası adam bir yolunu bulup çocuğun nerede oturduğunu öğrendi ve bir zamanlar oymak başı olmanın verdiği saygınlığı kullanarak kalelerin en geçit vermezine, bir fransız evine girmeyi başardı. burada efendiden bir sefillik havası, gereğinden yaşlı gösteren bir ana, emekli bir dayı, iki kedi buldu. sonrası pek güç değildi. kardeşlerinden biri ona on dördünü süren oğlunu bırakmıştı. iki çocuk arkadaş oldular. adam her hafta luc'lara gider oldu. anne ona sabahtan kalma kahve ısıtıyordu. savaştan, işgalden konuşuyorlardı, luc'tan da. bir gizin birden dışa vurması gibi başlayan şey artık bir geometri teoremi gibi gelişmeye, yazgı denen şeyin biçimini almaya başlamıştı. hem de bu şey gündelik sözlerle de söylenebilirdi: luc, onun yeniden dünyaya gelmeyişiydi, ölümlülük diye bir şey yoktu, hepimiz ölümsüzdük. "hepimiz ölümsüzüz, kardeşim. bunu kimse kanıtlayamamıştı bundan önce, meğer benim başıma gelecekmiş, hem de 95 no.lu otobüste. mekanizmadaki ufak bir aksaklık, zamanın akışında bir karışıklık, geriye doğru bir katlanma, demek istediğim, iki zaman katı üst üste, ölmezden önce yeniden doğuş, yalnız peş peşe değil de yan yana, ikisi bir arada, luc'un ben ölmeden dünyaya gelmemiş olması gerekirdi. beri yandan ben de... onunla, otobüste karşılaşmamın usa sığmaz rastlantısına da boş ver. sanırım bunu önceden de söyledim sana. yüzde yüz bir kesinlikteydi, söze gerek yoktu. bu buydu, işte bu kadar. gelgelelim kuşkular sonradan başladı. çünkü böyle bir durumda adam ya kaçık olduğuna inanır ya da sinir hapları yutmaya başlar. kuşkulara gelince, öldürürsün onları, birer birer, kaçık olmadığının kanıtları da peş peşe gelir. arada biraz içimi döktüğüm zaman şu enayileri en çok güldüren de... işte dur, sana anlatayım. luc yalnızca benim başka bir çağda yeniden doğmam değildi, büyüdükçe bana benzeyecekti, şimdi seninle konuşan bu sefil serseriye. onun top oynamasını seyretmek yeterliydi; ayağını burkması, köprücükkemiğini kırması, heyecandan' kurdeşen dökmesi, en ufacık bir şey isteyecek olsa kıpkırmızı kesilmesi. beri yandan annesi de insanla ne olursa olsun her şeyi konuşurdu, utançtan kıvranan çocuğun önünde en inanılmaz, özel, mahrem... anılarla öyküler, onun ilk çıkardığı diş üstüne, sekiz yaşındayken yaptığı resimler, hastalıkları üstüne... konuşmasını seven bir kadındı. zavallıcık hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu, orası kesin. dayı da benimle satranç oynuyordu; aileden biri gibiydim. ayı çıkarabilsinler diye ödünç para bile veriyordum onlara. yok, luc'un yaşantısını öğrenmek kolaydı. büyüklerini ilgilendiren konuşmaların arasına ufak sorular sıkıştırmak yetiyordu. dayının romatizması, politika, kapıcının paragözlülüğü, anlıyorsun ya. işte böyle, vezirin, benim şah'ıma mat demesiyle et fiyatları konusundaki ciddi tartışmalar arasında luc'un çocukluğunu ayrıntılı olarak öğrendim. ipuçları üst üste yığılarak karşı çıkılmaz bir kanıt oluşturdu. ama beni iyice anlamanı istiyorum, hadi birer kadeh daha ısmarlayalım: luc bendi, benim çocukluğumda olduğum gibiydi; gene de onu tıpatıp bir kopya olarak düşünme. daha çok bir benzerim gibiydi, anlıyor musun? demek istediğim, yedi yaşımdayken ben bileğimi burkup çıkartmıştım. luc köprücükkemiğini kırmıştı. ben dokuz yaşımdayken kızamıkçık çıkarmıştım, o kızıl geçirmişti. ben iki hafta yatmışken luc beş günde atlatmıştı; işte biliyorsun, tıp bilimi ilerliyor, filan. bir yinelenişti her şey. neyse biraz daha belirgin bir örnek vereyim istersen: köşedeki fırıncı, napolyon'un yeniden dünyaya gelmişidir, ama bunu bilmez, çünkü akışın yönü değişmemiştir. demek istediğim fırıncının otobüste napolyon'a rastlaması olanaksızdır. oysa herhangi bir yoldan gerçeği kavrayabilse kendisinin napolyon'u yinelemiş ve hâlâ yinelemekte olduğunu anlar; anlar ki işe bulaşık yıkamakla başlayıp montparnasse'da iyi bir fırın sahipliğine yükselmenin çizgisi, korsika'dan fransız tahtına sıçrayan çizgiye eşittir; yaşam öyküsünün derinlerini iyice karıştırırsa mısır seferine, austerlitz'e koşut dönemler bulabilir. dahası, birkaç yıldan fırının başına bir şeyler geleceğini, kendinin de sonunda st. helena'ya düşeceğini bile kestirebilir, söz gelişi tavan arasında tek göz bir odaya kalacağını... ki bu büyük bir yenilgi sayılır, öyle değil mi? yalnızlığın deniziyle çevrilidir, gene de bir zamanlar kartallar gibi yükselerek edindiği fırınıyla hâlâ övünmektedir... anlıyorsun değil mi?" anlıyordum anlamasına da hepimizin çocuk hastalıklarına hemen hemen aynı yaşlarda tutulduğumuzu, hemen hepimizin futbol oynarken bir yerlerimizi kırdığımızı düşünüyordum. "biliyorum, olağan, göze batan rastlantılardan başka bir şeye değinmedim. örneğin, otobüste gözlerimden bir perde düştüğüne inandıysam bile luc'un bana olan benzerliği büyük bir önem taşımaz. önemli olan şey olayların sırasıydı, bunu açıklamak da daha güçtür, çünkü kişilik, belirsiz anılar ve çocukluğun öylenceleriyle ilişkilidir. o sırada, yani ben luc'un yaşında iken çok kötü bir dönemden geçtim. bu dönem uzayıp giden bir hastalıkla başladı; tam iyileşme sürecinin orta yerinde arkadaşlarımla top oynarken kolumu kırdım; bu iyileşir iyileşmez de okuldaki bir arkadaşımın kız kardeşine abayı yaktım. ay, ulu tanrım, ne işkenceydi o, demek istediğim, kızın yüzüne bakamıyorsun, o da seninle alay ediyor. luc da hastalanmış, tam iyileştiği sırada sirke götürmüşler, sıraların arasında yürürken ayağı kaymış, ayak bileği çıkmış. bundan kısa bir süre sonra annesi bir akşam onu pencere başında, elindeki küçük mavi bir mendili burarak ağlarken bulmuş; bu onun daha önce görmediği bir mendilmiş." birinin çıkıp şeytanın avukatlığını yüklenmesi zorunlu olduğuna göre ben de ilk çocukluk sevdasının yara bereler, kırılan kemikler ve akciğer hastalıklarının kaçınılmaz bir yan ürünü olduğunu ileri sürdüm. gene de uçak olayının bambaşka bir sorun olduğunu itiraf etmek zorunda kaldım. luc'a yaş gününde armağan edilmiş, pervanesi lastik bantlarla döndürülen bir oyuncak uçak. "bunu luc'a verdikleri zaman on dört yaşındayken annemin bana armağan ettiği mühendislik maketi ve bunun başına gelenleri hatırladım. bir yaz fırtınası kopmak üzereydi, ama ben hâlâ bahçedeydim. gök gürültüsünün çatırtısı duyulmaya başlamıştı bile. ben bahçe kapısının berisindeki ağaçlığın altında bir masada, bir iskele kurmaya girişmiştim. birisi çağırınca birkaç dakikalığına eve gitmem gerekti. döndüğümde kutuyla maketin yerinde yeller esiyordu. bahçe kapısı da ardına dek açıktı. çılgın gibi bağırarak sokağa koştum, ama görünürlerde kimsecikler yoktu. tam o sırada sokağın tam karşısındaki eve yıldırım düştü. bütün bunlar aynı anda olup bitmişti. luc'a armağanını verdikleri zaman, onun orada durmuş, bir zamanlar benim makete baktığım gibi kıvançla uçağa bakışını seyrederken içimden bunları anımsıyordum. anne bir fincan kahve getirdi, her zamanki beylik lafları konuşuyorduk ki bir çığlık duyduk. luc kendini aşağıya atacakmış gibi bir hızla pencereye koşmuştu. yüzü kâğıt gibi, gözlerinden yaşlar boşanıyordu. hıçkırıklarının arasından, kesik kesik, zar zor anlatabildi: uçak yörüngesinden sapmış, az açık duran pencerenin aralığından dışarı uçmuş. luc, 'bulamayız artık, bulamayız artık,' deyip duruyordu. onun hıçkırıkları daha dinmeden alt kattan bir bağırış duyduk, dayısı koşarak odaya girdi, karşı evde yangın çıktığını haber verdi. anlıyor musun şimdi? evet, birer kadeh daha alsak iyi olacak." sonradan ben hiçbir şey demediğim için adam anlatmasını sürdürdü. artık luc'tan, luc'un alınyazısından başka bir şey düşünemez olmuştu. annesi luc'un bir meslek okuluna gitmesine karar vermişti; "yaşam yolu" dediği şeyde oğlunun namusuyla ilerleyebilmesini istiyordu. gel gör ki luc bu yolda çoktan sapmıştı. anayla dayıya her şeyin boşuna olduğunu yalnızca bu adam söyleyebilirdi, (ama onun da ağzını açması olanaksızdı, deli sanırlar, luc'tan tümüyle uzak tutarlardı sonra), ne yaparlarsa yapsınlar sonuç aynı olacaktı: aşağılanma, öldürücü tekdüzelikte bir yaşayış, hiç değişmeyen yıllar, sırtı, başı ve yüreği kemirip duran felaketler, acılar, sonunda küskün, kızgın bir yalnızlığa, bir köşe başı meyhanesine sığınış. ne var ki işin en kötüsü luc'un yazgısı da değildi. en kötüsü şuydu ki sırası gelince luc da ölecek, bir başkası luc'un ve kendi kendisinin çizgisinde yaşayacaktı ölünceye değin, sonra başka birisi çarkın içine girecekti. luc, onun gözünde daha şimdiden önemini yitirmişti; geceleri çektiği uykusuzluk, çizgiyi o öteki luc'tan da öteye çekiyordu. adları robert, claude ya da michael olacak olan ötekiler, sonsuz bir uzantının varsayımı; sonsuza değin uzanan, irade ve seçiş özgürlüklerine inanmış olarak, bilmeden hep aynı çizimi yineleyen bir zavallı sefiller dizisi... adamın gözyaşları şarabının içine akıyordu. ne gelirdi insanın elinden, hiçbir şey. "şimdi, luc'un birkaç ay sonra öldüğünü söylediğimde bana gülüyorlar. öyle mankafalar ki anlayamıyorlar... yaa, sen de başlama bana o biçim bakmaya. birkaç ay sonra öldü. bronşit filan gibi başladı, aynı yaşta benim sarılığa tutulduğum zamanki gibi. beni hastaneye yatırmışlardı, ama annesi luc'u evde alıkoyup kendisi bakmakta diretti, ben de her gün gidiyordum, arada luc'la oynasın diye yeğenimi de götürüyordum. evin içi öylesine dertliydi ki benim gidişim her yönden bir avuntu oluyordu: luc'a bir can yoldaşı, bir paket kurutulmuş ringa balığı ya da şam tatlısı. bana özel indirim yapan bir eczanenin sözünü ettikten sonra ilaçları benim sağlamam doğal sayıldı. sonunda luc'un hastabakıcısı olmama bile izin verdiler. gözünde canlandırabilirsin böyle, doktorun doğru dürüst ilgi göstermeksizin gelip gittiği bir durumda, son belirtilerin hastalığa ilk konulan adla bağlantılı olup olmaması kimsenin umurunda değildir... neden öyle bakıyorsun bana? yanlış bir şey mi söyledim?" yok yok, yanlış bir şey söylememişti, hele şarabın iyice başına vurduğu düşünülürse. tersine, luc'un ölümü, düşlem gücü yeterli olan herhangi birinin 95 no.lu otobüste bir masala başlayarak bunu sessiz sedasız ölmek üzere olan bir çocuğun başucunda bitirebileceğim kanıtlar gibiydi. adamı yatıştırmak için, "yok," dedim. bir süre gözleri boşluğa dikili kaldı, sonra öyküsünü gene bıraktığı yerden ele aldı. "peki, nasıl istersen. işin gerçeği şu ki cenaze törenini izleyen o haftalarda ilk olarak mutluluğa benzer bir şeyler duydum. hâlâ arada bir luc'un anasını görmeye gidiyordum. bir paket bisküvi götürüyordum, ama ne o, ne de ev benim gözümde bir anlam taşımıyordu artık. ilk ölümlü olmanın kıvançlı bilinci iliklerime işlemişti sanki; ömrümün günden güne, şaraptan şaraba eriyip gideceğini, sonunda şu ya da bu yerde, şu ya da bu zamanda biteceğini, gerçekten öleceğimi, bir luc'un çarka girip de şapşal bir yaşantıyı yinelemeyeceğini bilmek. bunu olanca doluluğuyla anlamaya çalış kardeşim, o süre içinde duyduğum mutluluğu kıskan." çünkü besbelli bu süre dolmuştu. barla şu ucuz şarap bunun kanıtıydı, bir de bedensel olmayan bir ateşle için için yanan o gözler. gene de adam birkaç ay, ömrünün gündelik, sıradan düzlüğünün yuvasındaki yıkımın, elli yılı boşa harcamış olmasının her dakikasından tat alarak, özgün ölümlülüğünün inancıyla yaşamıştı. derken bir gün öğleden sonra luxembourg bahçesi'nden geçerken sarı bir çiçek gördü. "bir öbeğin kıyısındaydı, sıradan bir sarı çiçek. sigara yakmak için durmuştum, dalgın dalgın çiçeğe baktım. sanki çiçek de bana bakıyordu, bilirsin ya, bu tür iletişimler ara sıra... biliyorsun ne demek istediğimi, herkeste olur bu duygu, hani güzellik dedikleri şey. hepsi buydu: çiçek güzeldi, çok güzel bir çiçekti. ve ben lanetlenmiştim. çünkü günlerden bir gün ölecektim hem de temelli. çiçek güzeldi, gelecekte insanlar için her zaman çiçekler olacaktı. birden damdan düşercesine hiçi anladım, hiçliği demek istiyorum, hiç. ben bunun huzur olduğunu sanmıştım, bir zincirin son halkası. oysa ölecektim. luc zaten ölmüştü, bizler için bir daha hiç çiçek olmayacaktı, bir daha hiçbir şey olmayacaktı, hiç ama hiçbir şey, hiçlik de buydu işte. bir daha hiç çiçek olmaması. kibritin alevi parmaklarımı yaktı, acıttı. bir dahaki alanda bir otobüse atladım, nereye gittiği vız geliyordu, nereye olursa olsun, bence hepsi bir. derken deliler gibi dört bir yana bakınmaya başladım, her şeye bakıyordum, pencereden görülen her şeye, otobüsün içindeki herkese. son durağa gelince indim, banliyölere giden bir başka otobüse bindim. o gün akşama dek bir otobüsten inip öbür otobüse binerek çiçekle luc'u düşündüm, yolcular arasında luc'a benzeyen, luc'a ya da bana benzeyen birini arandım durdum, bir gün gene ben olacak, bakınca ben olduğunu bileceğim, ben, kendim olan birini bulmak sonra da yakasını bırakmak, bir şey demeksizin otobüsten inmek, onu bir bakıma esirgemek, şu zavallı aptal ömrünü şu enayi, boşuna ömrünü yaşayıp sürdürebilsin diye, ta ki bir başka enayi, boşuna ömür; ondan sonra bir başka enayi, boşuna ömür; sonra bir enayi, boşuna ömür daha... " hesabı ödedim.
·
940 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.