Öğlen yemeğinden önceki o son teneffüste, kafamda bütün planı yapmıştım. Eğer planım işe yararsa
öğrenmek istediğim o çok değerli bilgiye ulaşacaktı. O gün teneffüse çıkan bütün çocukların bir amacı
vardı. Top oynayanlar zil çaldığında galip gelen taraf olmak, uzun eşek oynayanlar mümkün
olduğunca az altta kalmak, dalya oynayanlar da, ebe olmadan yıkılan tuğla parçalarını dizerek
ebelikten kurtulmak istiyorlardı. Ama benim amacım bambaşkaydı. Ben o gün okulda kimsenin sahip
olmadığı bir oyuncaktan ve onunla oynayabileceğim oyunlardan vazgeçip, karşılığında benim için
daha değerli olan bir bilgiye sahip olmak istiyordum. Bu bilgiye ulaşma isteği küçük çocukların değil
de, daha çok büyüklerin hissettiği duyguların bende de tezahür etmesi sonucu ortaya çıkmıştı. Okulun
geride kalan 4,5 yılında aynı sınıfta olmamıza rağmen, varlığını son bir kaç aydır hissetmeye
başladığım Meleğin benden hoşlanıp hoşlanmadığını merak ediyordum. Ve bunu öğrenmenin bir
yolunu arıyordum. Gidip direkt soracak cesaretim yoktu. Öğretmenimize, yada babasına söylerse diye
korkuyordum. Babası öğrenirse büyük ihtimal beni döverdi. Yada babama söyleyerek sopa kısmını
babama havale edebilirdi. İşin kötü tarafı bu hislerimin öğretmenimizin kulağına gitmesiydi. O zaman
kaçınılmaz olan o sopa tüm okulun önünde atılırdı. Bu hapsinden kötü olurdu. Meleğin ve tüm okulun
önünde, daha tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bu duygu yüzünden sopa yemeyi göze
alamazdım. Benden hoşlanıp hoşlanmadığını öğrenmenin daha kolay ve zararsız bir yolunu arıyordum
kaç gündür. Bir başka sorunda benden daha yakışıklı olan sınıf arkadaşımız Murat ile daha çok
oynaması ve konuşmadıydı. Bazen sınıfta uzun uzun Murat'a bakarken yakalıyordum. Okula devamlı
birlikte gelir giderlerdi. Ben Murat’ın Melekle bir günde yaptığı sohbeti 4,5 sene de yapmamışımdır.
Hem akrabalardı, hem de evleri yan yanaydı köyde. Bütün bu düşünceler gelip geçerken aklımdan,
gözlerimde bu kafamdaki soruların cevabını bana getirecek kişiyi arıyordu. Çocukların hepsi mavi
önlüklüydü ve hepsi birbirine benziyordu. Sonunda aradığım kişiyi görmüştüm. Kömürlüğün
kenarındaki taş yolun üzerine oturmuş, elindeki çubukla yere bir şeyler çiziyor gibiydi. Aslında şansım
yaver gitmişti . Oturduğu yer elimdeki oyuncağın marifetini sergilemem ve onun dikkatini oyuncağa
çekmem için en uygun yerdi. Yanına gittiğim de, elindeki çubukla yerdeki bir böceğin yönünü
değiştirmeye çalıştığını gördüm. Böcek ne tarafa gitse, çubukla orayı kapatıyordu. Oynamak için can
atılacak bir oyun değildi bu. Kendi kendime...
“İşte aradığım fırsat elime geçti” diye düşündüm.
Selim Meleğin en küçük kardeşiydi. Ve bu sene okula yeni başlamıştı. Ablasına benim soramadığım
şeyleri sormasını isteyebilirdim. Hem küçük bir çocuğun bunu ne amaçla öğrenmek istediğimi çok
önemsemeyeceğini düşünmüştüm. Karşılığında da güzel bir oyuncak alacağı için, bundan kimseye de
bahsetmezdi sanırım. Tam karşısına geçip elimdeki topu olanca gücümle kömürlüğün duvarına
fırlatmaya başladım. Topun çıkardığı tok sesi duymasını istiyordum. Duvara çarpıp gelen topu her
elime aldığımda, gözümün kenarı ile Selim'e bakıyor, topu fark etmesini bekliyordum. Bu topu
Almanya'dan amcam getirmişti. Adına tenis topu deniyormuş. Demek ki oradaki çocukların oynadığı
bir oyun diye düşünmüştüm tenisi. Tenisin ne olduğunu bilmiyordum ama oynandığı top gerçekten
ilginç bir toptu. Biraz küçüktü normal toplara göre ama çok sağlam bir toptu. Bizim bakkaldan
aldığımız lastik toplar gibi güneşte ezilip bükülmüyor, en küçük dikene değince patlamıyordu. Evet
futbol oynamak için biraz küçüktü ama dalya için bundan daha güzel bir top bulunamazdı. Çocuklar
dalya oynamak istedikleri zaman, iç içe konulmuş çoraplardan yapılmış topları kullanırlardı. Çoraptan
yapılan toplarda hiç durmadan açılır, oyunlar duraklardı. Ama böyle bir topla hiç durmadan
oynayabilirdiniz. Bu top sizde olursa, top ile oynana bütün oyunlara dahil olur, öyle kenarda
böceklerle vakit geçirmek zorunda kalmazdınız. Hangi oyun oynanmazdı ki bu topla. İsterseniz istop
oynarsınız, isterseniz yakar top. İsterseniz de dalya. Topun güzel olması yetersizdi ama. Selimin topu
fark etmesi gerekliydi. Daha sert vurmaya başladım duvara. Ve sonunda beklediğim bakış gelmişti
Selim'den. İmrenerek topa bakıyordu artık. Bir kaç kez daha vurdum topu duvara. Gerçekten çok
sağlam bir toptu. Ama neden bu kadar küçük yapmışlardı ki? Keşke biraz daha büyük yapsalardı diye geçirdim aklımdan. Hem o zaman futbol da oynanabilirdi. Hem öyle çok fazla büyük olmasına da
gerek yoktu. Mevcut halinden iki, üç kat daha büyük olsa yeterliydi. Ama ne kadar küçük olursa olsun,
şuan okul bahçesinde ki en değerli oyuncak buydu. Ve bu oyuncaktan vazgeçmeye hazırdım. Artık
gözlerini toptan alamayan Selim' e odaklanmıştım bende. Topu kendisine uzatarak...
“Al oynan mı?” diye sordum.
Gözleri ışıl ışıl oldu birden. Gözlerindeki gülümsemeyi ve minneti halen unutamam. Başını salladı
sevinçle. O kadar hızlı koşup geldi ki yanıma hayret etmiştim. Resmen bir ok gibi fırlamıştı oturduğu
yerden. Önce belinden düşen pantolonunu çekti ve elimden aldığı topu olanca gücüyle duvara fırlattı.
Duvardan seken topu yakalayamıyor, olanca gücüyle kaçan topun peşinden bir oraya bir buraya
koşuyordu. Bir havaya atıyor, bir duvara vuruyordu. O kadar mutlu olmuştu ki, içimden...
“Keşke bu sevinci karşılık beklemeden, içinde bir hesap olmadan yaşatsaydım" dedim kendi kendime.
Ama yapacak bir şey yoktu. Hem küçük bir bilgi karşılığında top onun olacaktı. Aslında gayet adil bir
anlaşmaydı kafamdaki. Birden çalan zilin sesiyle ikimizde irkildik. Selim' de bende zili çalan öğrenciye
baktık. Selim o kadar üzülmüştü ki, oyunu yarım kaldığı için. Yavaşça gelip topu bana uzattı.
Beklediğim an bu andı. Bundan daha iyi bir ortam olmayacaktı belki de. Topu ondan almadan sordum.
“Top senin olsun mu?”
Birden yüzündeki o üzüntü siliniverdi. Gülen minnettar gözlerle bana baktı. Başıyla evet anlamında
onayladı.
“ Ama bir şartım var" dedim. “Ablana kimi sevdiğini soracaksın öğlen yemeğine dağıldığımızda. Kimi
seviyorsa gelip bana söyleyeceksin.”
“ O zaman top benim mi olacak? “ diye sordu. Hiç tereddüt etmeden.
“He senin olacak” dedim.
“Tamam" deyip elinde topla okula doğru koşmaya başladı. Hemen koşup arkasından yakaladım.
Öğlen yemeğindeki arada kendisini aynı yerde beklediğimi söyledim. Kafasını salladı gülen gözlerle.
Tekrar koşarak okula girdi. Anlaşmada bir terslik vardı. Önce bilgiyi getirmesini, sonra topu vereceğimi
söylemeliydim. Ya eve giderken topu kaybederse. Ya birisi elinden alırsa. Hem öğrenmek istediğim
şeyi öğrenemeyecektim, hem de toptan olacaktım. Neyse olan olmuştu artık. Neler olacağını bekleyip
görmekten başka yapacak bir şey yoktu . O son ders boyunca ön tarafta oturan Meleğe baktım. Ama
o hep Murat'a bakıyordu. Aslında sorumun cevabı gözümün önünde duruyordu ama ara sıra da bana
bakması umut beslememe sebep oluyordu. Nihayetinde Murat akrabasıydı. Onunla benden daha
fazla ilgilenmesi normaldi. Selim'de o ders boyunca eminim ki, sıranın altında sakladığı elinde topu
tutmuştu. Ve bütün ders ona bakmıştı. O güne kadar sahip olduğu en değerli oyuncaktı büyük
ihtimal. Çamurdan yapılan arabalarla oynayan, bezden yapılan topların peşinden koşan çocuklar için
gerçekten değerli bir oyuncaktı. Nihayet ders bitmişti ve ben eve gitmek yerine dışardaki tuvaletlere
gidip saklandım. Okul tamamen boşalana kadar orada bekledim. En son öğretmenimiz çıktı okuldan.
Çok sinirli biriydi öğretmenimiz. Meleğe karşı hislerimi duymasını istediğim son kişiydi. Bahçe
tamamen boşalınca çıktım tuvaletten. Havalar yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı ve çok kötü kokuyordu
tuvalet. Hemen kömürlük tarafına geçip beklemeye başladım. Hava çok sıcaktı ve tam tepedeydi
güneş. Gölgelik bir yere de geçemiyordum. Selim geldiğinde göremezdi yoksa beni. Ara ara gelen
çocuk sesleri, harmanlarda ki eşeklerin anırmaları, öten kuşların sesleri birbirine karışıyordu. Ellerim
cebimde o tozlu sahada bir o tarafa bir bu tarafa gidip geldim bir süre. Meraktan ölmek üzereydim. “Acaba sorabildi mi?, ne cevap aldı?” Kafamda sürekli bu sorular vardı. İnşallah herkesin içinde sormamıştır diye geçirdim içimden. Okulun
giriş kapısıyla benim olduğum yerin arası neredeyse 100 metreydi. Uzun ince bir okul bahçemiz vardı.
Selim'in girmesini beklediğim bahçe kapısından Meleğin girdiğini görünce birden ürperdim. Eteğini
savura savura hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Elinde bir şey tutuyordu. İşlerin benin için yolunda
gitmeyeceği belliydi. Melek erkek gibi dimdik yürürdü hep. Ama bu sefer daha da bi dik yürüyordu.
Okulda öğretmenimizin beden derslerinde asker yürüyüşü yaptırmasının da etkisi vardı tabi bu
şekilde yürümesinde. Yaklaştıkça sinirli yüzü daha bir belirgin olmaya başladı. O an duvardan atlayıp
kaçmayı düşünmedim değil. Ama bu seferde benden hırsını alamadığı için öğretmene yada babasına
söyleyebilirdi. En iyisi olduğum yerde bekleyip, olacaklara göğüs germekti. Hem kaçarsam gözünde
daha da küçülecektim. Belki de kızmasının sebebi kardeşini bu işe dahil etmemdi. Belki de yanıma
gelip...
“ Neden bana sormadın da, kardeşimi bu işin içine kattın” diye soracaktı.
Ama yüzündeki ifadeye bakılırsa bu düşüncem çok iyimser bir yaklaşımdı. Bütün bu düşünceler
kafamda olanca hızıyla dolaşırken o da çoktan yolu yarılamıştı. Resmen her adımda yerden bir toz
bulutu kaldırıyordu. Kolları yanında, hiç ileri geri gitmiyor, dümdüz duruyordu. Yolu yarıladığında,
elindeki şeyin kardeşi Selim'e verdiğim top olduğunu net bir şekilde görebiliyordum artık. Sıcağın
altında nerdeyse bir saattir bekliyordum ama hiç terlememiştim. Ama şimdi şıpır şıpır ter akıyordu
her tarafımdan. Korku ve endişe ile bana doğru gelen o sinirden deliye dönmüş kıza bakıyordum. Ne
vardı ki bu kadar sinirlenecek? Acaba Selim hiç olmadık bir yerde, mesela babasının falan yanında mı
sormuştu. Yoksa neden bu kadar kızsın ki. Ellerimi cebimden çıkaramadım bile. Kafamı eğmiş,
gözümün altından bakabiliyordum ancak. Birden o kızın üstündeki okul elbiseleri değişti. Yerine, o
dönemde televizyonlarda en çok izlediğimiz savaşçı Zeyna'nın kıyafetleri geldi. Avucunun içindeki
yuvarlar şey, tuttuğu kılıcın topuzuydu. Kükrer gibi bir sesle kılıcını kınından bir hamlede çekip çıkardı.
Bahçenin ortasında devasa bir at beliriverdi o anda. Atın üzerine bir hamlede sıçrayıp bindi. Kılıcını
havaya kaldırıp, atı da şaha kaldırdı aynı anda. Büyük bir ordunun üzerine saldıran korkusuz bir
savaşçı gibi nefretle bağırıyordu. Sonra atını hızla üzerime sürmeye başladı. At çılgınlar gibi koşmaya
başladığı anda zaman da yavaşlamıştı. O kısacık mesafeyi gelmesi sanki bir kaç dakika sürecek gibiydi.
Elindeki kılıcı olabildiğince kaldırdı havaya. Giderek daha da yaklaşıyordu. Bende ellerim cebimde,
omuzlarımı birbirine yaklaştırarak olabildiğince ince görünmeye çalışıyordum. Sanki bu şekilde
yaparsam vücudumu, Dünya’da daha az yer kaplayacaktım. Belki de bu şekilde görünmez olmaya
çalışıyordum. Hani “yer yarılsa da içine girsem” dersiniz ya. Ama o benim bu halime bakmadan atını
olabildiğince hızla üzerime sürmeye devam ediyordu. Ben ne yapmıştım ki, bu kadar kızmıştı?
Yaptığım şeyden pişman olmuştum işte. Neden hala üzerime gelmeye devam ediyordu. Korkmuş
halimi göremiyor muydu? Ama anlaşılan işimi bitirmeden durmayacaktı. Artık yanıma kadar gelmişti.
Atını yanımda tekrar şaha kaldırdı. Ben onların haşmetli gölgeleri altında küçücük kalmıştım. Kılıcını
olabildiğince yukarı kaldırdı. Son darbeyi vuracaktı artık . Bende kaderime boyun eğmiş, artık
gözümün altından bile bakamıyordum. Kılıcını indirirken görmemek için gözlerimi sıkıca kapattım.
Kafama indirdiği kılıcın sesini duydum. Kafama sertçe bir şey çarptı. Gözlerimi bir müddet açamadım.
O atın kişnemeleri, nal sesleri kesilmişti. Burnuma yerden kaldırıldığı tozun kokusu geliyordu halen
ama sesler yoktu artık. Gözümü yavaşça açtım ve yerdeki topu gördüm ilk. Sonra da geldiği gibi
dimdik yürüyerek giden Meleği gördüm. Bahçenin yarısına varmıştı bile. Cevabı bizzat kendisi vermek
için gelmişti ve şimdi de gidiyordu. Bazen cevapların sözlü olmasına gerek olmadığını o gün
öğrenmiştim. Bir bakış, bir hareket yada başınıza atılan bir top cevabın ta kendisi olabiliyormuş.
Bahçe kapısından çıkan Meleğin arkasından bakakaldım. Belkide ucuz atlatmıştım. Ya babasına yada
abilerine söyleseydi. Şuan büyük ihtimal okul bahçesinde dayak yemeye devam ediyordu. Aslına
bakarsanız karlı çıkmıştım bu işten. Hem topumu geri almış hem de cevabı öğrenmiştim. Hem köyde
kimin bundan daha güzel bir topu vardı ki. Bu topla istediğim herkesle oynayabilirdim. Hem ben çocuktum daha. Bana aşk meşk işlerinden daha fazla oyun lazımdı. Bu olaydan yaşananlardan sonra
bi daha Meleğin yüzüne bakamayacağımı biliyordum. Onunla tek kelime daha konuşamayacaktım
artık hayatım boyunca. Yerde ki topu aldım elime. Ona da haksızlık etmiştim. Bana geldiği günden
beri ne güzel oyunlar oynamıştık onunla. Ama bir kız için vazgeçmiştim ondan. Aşk için bir şeylerden
vazgeçmek gerektiğini ilk tecrübe ettiğim olay buydu. Aşk ile yoluma devam etmek yerine, aşk için
vazgeçtiğim şeyle yoluma devam edecektim. Asıl soru şuydu; “ Hangisi beni daha mutlu edecekti?
Aşk mı, yoksa aşk uğruna vazgeçtiklerim mi?” Bu düşüncelerle çıkış kapısına doğru ilerlerken birden
o korku dolu anlarda tam anlayamadığım ama sakinleyince hatırladığım sözleri geldi aklıma.
“Al topunu başına çal topal.”
Bazen sözlerin kılıçlardan daha yaralayıcı olduğunu da işte o gün öğrenmiştim.