Gönderi

Filozof Olamamın Binlerce Sebebinden Sadece Birkaçı
Çocukken eniştemin "büyünce ne olacaksın" sorusuna "filozof" diye karşılık verdiğimde, annem elindeki örgüden kafasını hiç kaldırmadan şu yorumu yapmıştı: " Ben hep diyorum size geri zekalı bu çocuk" Annem gibi elişiyle uğraşan teyzem devam etti sonra : " Benim oğlanlar da salak ama inan bunun kadar değil." Babam televizyonda akşam haberlere bakarken : " Oğlum manyak mısın? Ne işin var filozofla milozofla? Sen bi öğretmen ol her ay maaşını al, Allah'ına şükret ; hem filozoflar okuya okuya kafayı yer." demişti.Ablam ne iş yaptığımdan ziyade ona istediği hediyeleri alabileceğim bir meblağa sahip olup olmamala ilgileniyordu sadece.Eniştem her zamanki hinliğini yapmış, suratıma bakarak pis pis sırıtıyordu.Ben filozofluğun ne olduğunu da bilmezdi o zamanlar.TRT de bir belgesel izlemiştim.Sonraları Sokrates olduğunu öğrendiğim şahıs çevresindekilere bir araba laf söyleyip elindeki baldıran zehrini dikmişti kafaya...O lafları saydırırkenki beden dili, jest ve mimikleri mest etmişti beni. Büyüyünce filozof olmak istediğini söyleyen bir çocuğa hakaret etmek..Aslında babasından kalan yüklü mirası reddedip kardeşlerine dağtan Wittgenstein'a, mal varlığının tamamını bir hayat kadını ile köpeğine bırakan Auguste Comte'a veya istese istediği üniversitede istediği makamı ve bu makamın imkanlarını elde edecekken ormanda bir kulübede tek başına yaşamayı seçen Heidegger'e bakıldığında annem haksız sayılmazdı.Sadece annem değil ; babam, teyzem, eniştem ve hattâ bütün bir Şeker - Tekke... İşin aile eşraf kısmı biraz böyle.Peki ya eğitim? İlkokulda derslerle aram fena değildi aslında.Mesela öğretmenimizin Hayat Bilgisi'nden yaptığı bir sınavda : Kendinizi tanıtınız. Merhaba, ben babamın oğluyum, dedemin torunu, dayımın yeğeniyim ; aklınızın almayacağı kadar hasta Fenerbahçeliyim.Babam da öyledir.Annem ve ablam da baya bir Fenerlidir. Aile üyelerinizi tanıtınız. Dayaklarını yemediğim zamanlar annem ve babam süper insanlardır.Kafa bulmadığı zamanlar ablam da.Yaramazlık yapmadığım zaman onlar da beni çok sever. Bunun dışında Fenerbahçeli İlyas ve Selçuk aile üyelerim gibi, misal abim gibidir.Babam bu iki futbolcuyu evladı gibi sever. Beslenme hakkında bildiklerinizi yazınız. Yemek yemeyi herkes sevmelidir.Mesela benim en sevdiğim yemek, köfte ekmek.Annem çoğu zaman bulgur pilavı yapar,ben başka bir şey yok mu diye sorarım.Salça ekmek yapayım der.Başka? Yoğurt ekmek ye o zaman.Başka anne? Ekmeğin üstüne sana yağ sür.Başka bir şey yok mu anne? Zıkkımın pekini ye, der. Temizliğin önemini yazınız. Temizlenmek çok önemlidir çünkü temizlik önemlidir; özellikle annem için.Annem burnumu çok temizler.İki parmağının arasına alıp "hıh de" der.Ve bu esnada öyle bir sıkar ki, annemin dünyada en çok nefret ettiği şeyin burnum olduğunu zannederim.Evimizde haftada bir - Pazar öğleden sonraları - banyo sobası yakılır.Başka sıcak su bulunmaz.Yani sobanın üstündeki ibriği saymazsak.Banyoya girmeden evvel annemi sinirlendirmişsem eğer, bu çok kötü olur.Banyoda kaçılacak bir yer yoktur ve ıslaksındır.Yani bu gibi durumlarda banyodan pancar gibi kırmızı bir vücutla çıkılır. Dünya hakkında bilgi veriniz. Dünyamızı çok tanımalıyız.Mesela Şeker- Tekke çok güzeldir.İstanbul ve Konya da çok güzeldir... Cosby ailesi ve Kara Şimşek İstanbul'da oturur.İstanbul bizim eve yakındır. Sınav sonuçlarını okurken öğretmen sırası geleni ayağa kaldırıyor, mütebessim bir surat eşliğinde tebrik ve şayet karşısındaki tembel bir öğrenciyse uyarılarda bulunuyordu.Sıra bana geldi... Ayaktaydım ; uzun uzun gözlerimin içine baktı ve şunu dedi : - Geri zekalı! Ama yani o zamanlar, küçük bir ilkokul öğrencisiydim ve dünyayı Şeker Tekke'den ibaret sanıyordum.Konya dediğin yer bir kaç sokaklı şu mahalleydi işte.Boğaz Köprüsü, Özgürlük Heykeli, İnek Şaban, Ceyyar sonra Fenerbahçe Stadı ve Haliç.. İstanbul, Amerika falan şeker tekke'nin öte yanıydı.Hepsi biraz ileride ve yan yana. Diyeceğim şehirler ve ülkeler arasındaki mesafelerin hele hele insanlar arasındaki mesafelerin baya bir uzak olduğunu sonradan öğrendim.Mesela sınavlarda kafadan değil kitaptan yazmam gerektiğini, hakikatin elden geldiğince söylenmemesi gereken bir şey olduğunu... Sokratesin o öldürülme sebebi var ya, işte bu tip şeyleri zaman geçtikçe öğrendim ben.Misal orta ikideyken yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen sıra arkadaşım Mehmet'e aklımdan her geçeni söylemem gerekiyormuş: - Bir suçlu düşün abi.Bir sebepten dolayı hüküm giymiş, hapse girip çıkmış biri olsun.Sabıkalı ya, iş vermiyor kimse buna.Aç aç gezen bu adam da dayanamıyor ve yiyecek bir şeyler çalıyor.Adamın zaten sicili bozuk be Abi Alıyorlar gene içeri.Şimdi bu adam suçlu mudur? - Nasıl yani? - Ya abi bak.Demek istediğim şöyle bir şey.Gazetede bi haber vardı geçenlerde.Babası mı, dayısı mı ; işte aileden biri tecavüz etmiş bi kıza.Bu yüz kızartıcı suçu örtbas etmek için de hayırsızın biriyle evlendirmişler garibanı.Bir adam tecavüze uğramış bir kızla niye evlenir ki abi? Adı üstünde hayırsız, şerefsiz geneleve satacak falan yani.Düşüyor pezevengin eline.. Kaçacak olsa yakalayıp işkence edecekler belki öldürecekler işte.Onun ki de can derdi be abi! Yani şimdi bu kadın suçlu mudur? - Sen hırsıza masum, orospuya namuslu mu diyorsun şimdi? - Ya abi aslında... - Olm sen geri zekalısın ya! Eski kasetçalarlarda yapabildiğimiz o ileri sardırma özelliği hayat için de geçerli olsaydı, o yılı kesin sardırırdım. Allah'ın belası Pkk ve terör olaylarının tırmanışı ; önce Madımakta 33 solcu ve alevi, üç gün sonra Başbağlarda 33 sünni vatandaşın katledilişi `; doğuda beyaz Toroslarla faili meçhuller, yakılan Kürt köyleri sonra ; Özal'ın kalp krizi sonucu vefatı, küçük Emrah'ın yeni çıkan kasetiyle arabeskten popa geçisi ; Türkiye’nin nereye belli olmayan gidişi... 1 Ocak'ından tut 31 Aralık'a kadar rezil bir yıl Evet, 1993'ten bahsediyorum.Yanlış zaman yanlış insan dedikleri bir olay var.Mesela, Cumhuriyet tarihimizdeki en şanssız kitle ergenliği 1993 yılına denk gelenlerdir.Düşün, sen kendini bulmaya çalışıyorsun, memleket kendini kaybetmiş vaziyette.Tam çevrene atarlanacağın zamanlar falan ; etrafa bi bakıyorsun herkes kendi derdine düşmüş.Ağzını açıyorsun güya afra tafra yapacaksın.Ne mümkün.Üstüne de bi ton laf işitiyorsun. Filozof olacak bir ortam görünmüyordu memlekette. Diyeceğim toplum benim gibi nev'i şahsına münhasır bir filozofa hazır değildi.Şaka bir tarafa bir dehanın yaşaması gereken çocukluğu yaşamamıştım zannedersem. Zannedersem diyorum çünkü çok daha olumsuz şartlarda yetişen filozoflar da vardı.; bilim adamları, sanatçılar, edebiyatçılar da... İnsanlık tarihi boyunca farklı gelir gruplarından, değişik kültürlerden pek çok önemli adam çıkmış.Benden de bir filozof çıkabilirdi pekâlâ.Mümkündü yani.Fakat... Gerçekten mümkün müydü? 94 yerel seçimlerinde de Refah rüzgarı esti, 95 genel seçimlerinde de. Sonra ne mi oldu? Erbakan adil düzen kanlı mı gelecek, kansız mı? dedi. (Demese iyi olurdu!) Hoca şeyhlere Çankaya Köşkünde bir akşam yemeği verdi (Vermese iyi olurdu) Şevket Kazan adalet bakanı oldu (Olmasa iyi olurdu) Ufukta 28 şubat görünüyordu ve mümkün mertebe hayallerimi, planlarımı, düşüncelerimi parantez içine alıp bir şeyler yapmaya çalışıyordum. : Misal kitap okuyordum : Tolstoy'dan İnsan Ne İle Yaşar'lar, Dostoyevski'den Beyaz Geceler, Balzac'tan Goriot Babalar okuyordum ama... Aması var.Mesela öğle tatilinde Seyyid Hüseyin Nasr'ın Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi'ni okurken arkadaşlar başıma dikiliyor ve okuldan kaçıp okeye gideceğimizden bahsediyorlardı.Teklif değil emir.Hem büyük bir filozof adayını kahvehaneye davet etmek? Benim o gün oyunu takip etmediğim için Fiko'ya ara taşı atıp ortağım Tilki'den küfür yeme sebebim de biraz Nasr'dı aslında. Yani Seyyid Hüseyin Nasr kitabında Müslüman gence tavsiye ettiği, globalleşen dünyaya karşı takınması gereken o tavrı düşünüyordum tam o sırada.Diyeceğim yaşam alanım olan Şeker Tekke'nin globalleştiği falan yoktu.Modern bilimin, içinde bulunduğumuz çağdaki akıl almaz ilerleyişi falan eyvallah da,bizim evdeki en teknolojik alet babama yalvar yakar aldırttığım ımperial marka kasetçalar ve hala siyah beyaz olan televizyonumuzdu.Hem kahve arkadaşlarım Fiko'ya, Tilki'ye sonra sıra arkadaşım Mehmet'e moderniteyi çaksan girmezdi.Boş vakitlerinde selam verseler selamlarını almayacak kızlara aşık olup onlarla evlilik hayalleri kuran Allah'ın garipleri. Bende şöyle garip haller oluyordu o günlerde ; Çağdaş İslam Düşüncesi veya batı klasiklerinden artık elimde ne varsa okumaktan sıkıldığımda kitabı bir kenara koyup ve Cengiz Kurtoğlu 'nun, Bergen' in, Orhan Akdeniz'in şarkılarının olduğu karışık kaseti attığım oluyordu teybe. Filozof olma yolunda karşıma çıkan büyük engellere odaklanmak adına hikayenin bu kısmını sardırıyorum. İmam Hatip mezuniyeti ve katsayı sorunu sebebiyle üç sene geç kazandığım üniversiteye kayıt yaptırmaya giderken bana Ali babanın ismini verdiler. Felsefe bölümünde, çevirileri, makaleleri, yaptığı okumalar falan efsane, sen varır varmaz diz çök önüne dediler. Ben de aynen öyle yaptım.Beni ölçüp tarttığını sonradan anladığım birkaç şey sordu ; sonra soru faslını bana bıraktı.Aklı karışık ama okuma yazmayla da ilgili her gencin heyecanlı, o afaki iddialarında bulundum önce, sonra yıllardır içimde bekleyen o soruyu sordum: - Ali hocam, şayet çok çalışırsam kısa bir süre zarfında filozof olmam mümkün mü? Mümkün mü? dedi de kaldı öylece Ali baba.Soru ekinin sonundaki "ü" ile birlikte dudaklarını uzatarak beni öpecekmiş gibi duran Ali baba şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra tam olarak şunu dedi : Aslında pek mümkün değil! Ali babanın ağzından sorduğum soruya karşın ilk etapta mal, sığır, geri zekalı ve benzeri bir aşağılama ifadesinin çıkmaması benim için kafi ölçekte bir mutluluk sebebiydi.Yemek yediğimiz ve çay içtiğimiz sonraki üç saatte bırak kısa süreyi elde uzun bir zaman dilimi bile olsa niçin filozof olamayacağımı ayrıntılı bir şekilde anlattı bana Ali baba.Bir siyasetçi için reel politik neyse bir filozof adayı için tarihsel gerçeklik o idi. Coğrafya kaderdir derken kaderim olan Şeker - Tekke coğrafyası geldi aklıma. Sonra, her şey kaderdir, dedi Ali baba da Konya'nın diğer mahallelerini, yaşadığım son on yılı ve Türkiye'nin bütün sokaklarını düşündüm.Halef - Selef meselesinden bahsetti, kimse sosyal bilimler okyanusunda bir ada olarak var olamazdı.Misal dilde devrim yapıldıysa felsefede devrim yapılamazdı.Memleketteki tek mesele başörtüsü yasağı veya serbestiyetiydi.Taraf olan her iki kesimin de başka bir odak noktasının olmadığını söyledi ve devam etti : - Kaldı ki bugün Manadoloji, Ecce Homo veya Varlık ve Zaman gibi bir kitap yazsan, söz konusu eseri kimsenin fark etmeyeceği kuru gürültüden ibaret bir ortam var.Hem bunların hepsini geç asıl trajik olan şu ki bırak bugünkü Türkiye'yi, dünyanın başka coğrafyalarını falan ; kıta Avrupa'sının bizzat kendisi bile filozof çıkaramıyor artık, bariz bir tıkanma var. Bir olasılık? demiştim ta o zaman Ali Babaya : "Küçük de olsa bir ihtimal yok mu bu hususta?" " Bir ihtimal her zaman vardır" demişti Ali baba. Milyonda bir de olsa o ihtimalin ardına sığınıp kiralık ev aramaya başladım ben.Önümdeki dört sene, ikisi doğudan ikisi batıdan dört dil öğreneceğim ; her hafta en az dört kitap okuyacağım ; pek çok filozof adayı gibi münzevi bir hayat süreceğim, pratikte tecrübe ettiğim problemlerin sebeplerine teorik okumalarla cevap arayacağım dört dörtlük bir ev : Büyüyünce filozof olmak istediğini söyleyen çocuğa çevresindekilerin geri zekalı demesinin sebebini ; zamanında pencereye çıktı diye kız kardeşini döven Selami abinin yıllar sonra mahallelinin deyişiyle " götü başı açık giyinen" karısına ses çıkarmayışının sebebini ; çektiği onca çile içinde dedem pür neşe bir adamken ona nispetle daha iyi imkanlarda yaşamış babamın stresli bir adam olmasının bir sebebini ; İnönü'nün Cumhurbaşkanıyken Ankara'daki köylüleri kamyonlara doldurtup şehir dışına bıraktırmasının sebebini ; insanlık tarihinde köklü bir değişim yaratmış İslam'a Kemâlistlerin burun kıvırmalarının sebebini ; doğu - batı, eski - yeni, gelenek - modernite ve daha pek çok şey arasında kalan Türkiye’nin insanlık tarihinde görülmemiş mağduriyetinin sebebini arayacağım bir ev... İşte tüm bu plan projeler içinde ev bulup ben içine yerleşinceye kadar birinci dönem bitmiş ve yedi dersin üçünden çakmıştım.Memleketten getirdiğim ve hemen hemen hiçbirini okumadığım iki bavul dolusu kitaba baktım.Orhan Pamuklar vardı içinde, Ferid Edgüler, Ömer Laçinerler ve saireler... Ahmet İnsel okuyarak mı filozof olacaktım. Filozof olabilmek için önümde üç buçuk yıllık bir süre kalmıştı ve ilk altı aya dönüp bakınca hemen hemen hiçbir şey yapmamıştım.Yapamadıklarım yapamayacaklarımın teminatı gibi gelmeye başladı.Dedim önümüz bahar, bahar üretim zamanı, kedilerden tut bitkilere kadar ; vakit ilk felsefi metinlerimi verme zamanıydı.Bir şeyler yazılacaksa şayet, yazılmalıydı. Ben de yazdım. Fakat sistematik felsefi eserler yazma umuduyla oturduğum masadan daha çok mızmızlanma temalı fragmanlardan müteşekkil sayfalar doldurup kalkıyordum.Sistematiğini falan geçtim büyük ihtimalle felsefenin F'sinin olmadığı metinlerdi bunlar. Mesela evden dışarı sadece cuma günleri o da cuma namazı kılmak için çıkan bir kişinin yazacağı şeyler. Yerdeki taşı kaldırsan altından bir çocuğun belirteceği ; kalabalık aileleri, sokakları insanlarla dolu Şeker Tekke'den Erzurum'un terk edilmiş bu Gavurboğan mahallesine, bir dört duvarın arasına gelince elbette yalnızlık üzerine yazılar yazılacaktı.Yalan söylemeden yazmalıydı yazar. Bizzat yaşadığım, düşündüğüm, hissettiğim, gördüğüm ne varsa onu yazıyordum ben ; ilkokulun bilmem kaçıncı sınıfında Hayat Bilgisi sınavına verdiğim cevaplar gibi. Ne kadar boktan olursa olsun yazdıklarım hakkında nihaî bir hüküm verme hakkımın olmadığını düşünüp gene yemek yediğimiz bir günün sonunda bir umutla Ali babaya uzattım kağıt tomarlarımı.Hem beni dinledi hem metinlere baktı Ali baba. En sonuncu kağıda da şöyle bir göz gezdirdikten sonra : "bunlar" dedi. -Felsefe metni falan değil, olsa olsa boktan bir hikayenin fragmanları. Yani hikaye iyi de olabilir pek tabii. Ama işlenip sıkı bir kurgu dahilinde verilirse... İşte, bir ihtimal. -Milyonda bir ihtimal mi, diye sordum Ali babaya. Gülerek yok dedi. - Ama on binde bir ihtimal falan olabilir.Memlekette filozofa nispetle hikayeci çıkma olasılığı epeyce yüksek. Filozof olamadığım sonraki mayıslardan birinde gene Ali babayla mahalle kahvesinde oturuyorduk.Ali baba elini kaldırıp kahvehanenin kapısını gösterdi ve Bak! dedi : - Saat beş fakat şu kapıdan içeri Kant falan girmeyecek.İnsanların saatlerini sokaktan geçişine göre ayarladıkları filozof ne bu şehirde, ne de Türkiye’nin başka bir şehrinde var.Şu hacı amcaların vakit tayini hep namaz saatlerine göredir ; ya namazdan önce buluşurlar, ya namazdan sonra, Kant'a göre saati ayarlamak nedir şimdi bu adamlar için? Yan masada oturan işsiz gençlere bak.Bu çocuklar çileden dertten zaman mefhumunu kaybetmişler.Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini bir düşün.En alt tabakada fizyolojik ihtiyaçlar var.Piramidin en üstünde kendini gerçekleştirme. Sabah öğle akşam birer poğaça ile gün geçiren bu gençler mi kendini gerçekleştirecek.Ya dedelerimiz, nenelerimiz ; kuru ekmek bulunca Allah'a bin kere şükreden insanlar. Onların çocukları olan nesil mesela, rutubetli güneş almayan kıç kadar evlerde ömür tüketmişler hatta çoğu hâlâ bu tip evlerde yaşıyor.Önceki nesil ya savaşın çocukları ya torunları. Bu insanlardan sonra biz varız işte ; gariban bir neslin şaşkın çocukları. Yani Maslow'un piramidinin en altındaki bizler en üstüne çıkmak gibi afaki hayallerle boğuşuyoruz.Aradaki bi ton basamak ne olacak ama? Ya şimdi akşam pişireceği pilava koyacağı bir kaşık yağın derdindeki bir anne filozof olacağım diyen çocuğa elbette biraz salak gözüyle bakacak. - Yani Ali baba. - Filozof olamıyorsan memur falan olmalısın pek tabii. Mesela filozof yetiştirecek bilinçte bir öğretmen. Baban çok da haksız sayılmaz yani. Ne bileyim ben. Çay istedim kahveciden. Pakette kalan son iki sigarayı yaktık Ali babayla. Radyoda Azer Bülbül den " Aklım başımda değil ama deli değilim" çalıyordum.
Sayfa 43 - Ketebe Yayınları 1.baskı
··
3,058 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.