Gönderi

SİYAH VE BEYAZDAN OLUŞAN GÖKKUŞAĞI
Ay, solgun yanan lambanın ışıklarının odayı tam olarak aydınlatamamasıyla odada oluşturduğu yarı uykulu bir halde çevresine gevşek ışınlar gönderiyordu. Bu loş ışıklar altında yarı esen rüzgar, karlara bürünmüş sokakların bembeyaz yansımalarıyla birlikte temas ettiği her yere ürkütücü ve bir o kadar esrarengiz hava katıyordu. Mevsimlerin devinimselliğine ve dünyanın zifiri karanlığına engel olan beyaz örtülü karlı genişliğe rağmen oluşan bu garip ortam, pencere kenarlarında dirsekleri mermere dayalı, ellerini kapatıp çenesine dayamış tasalı insan demetleri oluşturmuştu şehrin çeşitli yerlerinde. Kurtlar bile bu hengamede, daha doğrusu hengamesizlikte ulumaktan ürküyor, belirsizlikle geçen gecenin saatlerinde bu ıssızlığın ne getireceğine hazırlanmaya çalışır gibi davranıyorlardı. Kapının dibine sinmiş kediler, korkularını soğuktan donmuş miyavlamalarla süsleyerek sığınacak delik arıyorlardı. Gökyüzünün Bulutlarla ve Sislerle kaplanmamış olmasına rağmen Yıldızların ve Ay'ın belirgin olmayan görünümleri kişilerin ruhunda bir karaltı bırakmıştı. Şehir korkuyor, korkuyor, korkuyordu. Güneş açtı, karların erimesiyle oluklardan ve arklardan şırıl şırıl akan sular, kulaklarda oluşan korkutucu kurt ulumalarını dağıtır gibi kendine getiriyordu sesini duyan herşeyi ve herkesi. Başka mevsimlerde ortaya çıkması gereken her canlı, daha doğmadan, daha var olmadan bu karmaşadan kurtulmanın sevincini duyar gibi varlıklarının seslerini duyuruyorlardı sanki doğada. İşlerine giden insanlar, eriyen karlara basmaktan zevk aldığı için okul yolunu uzatan çocuklar, geceden kalma uluma hasretini sabahın ışıklarıyla doyasıya çıkaran köpekler ve kurtlar dillerini sarkıtmış, gecenin ıssızlığını delip geçen Güneşe ve kalabalık insan topluluklarına minnet duyar gibi yaklaşıyorlardı. Kediler kendilerine evlerin kapılarını açan dost insanlara teşekkür ederek bu teklifi reddetmeye, sokakta bu güzel sabah tılsımını duymak ister gibi oraya buraya zıplayıp duruyorlardı. Gecesinde herkesin içine çöken bu karanlık, bu buhran dolu dünya; doğan gün sonrası dünyanın kendisini silkelemesi sonrası gece sanki bu korkulu dünya hiç yaşanmamış gibi bir izlenim bırakmıştı. Bütün bu hava değişimine rağmen yerlerinden kımıldamayan, bilakis güneşi görünce içindeki karanlığa halel gelecek düşüncesiyle yastığının altına kafasını dayayıp yaşamaktan kaçmak için elinden geleni yapanlar da yok değildi. Onların böyle düşünmelerine sebep olan şey yeni umutlar sonrası hayal kırıklığına uğrama korkusu muydu, yoksa mutlu olma ihtimalinin olduğu alanda gerçekleşmesi gereken hareket etme bedelini göze alamamak mıydı çok kestiremezdiniz. Hatta bu iki durumun aslında aynı şey olup olmadığı bile tartışılabilirdi. Yaşanan büyük hayal kırıklıkları sonrası oluşan hareketsizlik; yeniden başlamaya üşenen birinin toparlanamaması anlamına mı geliyordu, yoksa hayallerin kırılmaya uğramadan önceki zamanlarında gerçekleşen ya da gerçekleşme ihtimali olan şeylerin artık yaşanmasının imkansız oluşu karşısında eski mutluluk günlerine duyulan çaresiz özlemini mi simgeliyordu? Cevabın ne olduğunu tam olarak kestiremiyor olsak da şunu biliyoruz ki bu kişilere karşı söyleyeceğimiz hayatın kısa olduğuna dair salık, onlar için hiçbir değişiklik meydana getirmeyecektir. Tomurcuklandıktan sonra meyvesi sahibi tarafından koparılan ağacın yalnız bırakılmış yaprağı, ağacın suyunu eksik etmeyen sahibinin kalpazan olduğunu düşündürmekten başka bir işe yaramayacaktır. Yaprağın gösterdiği solgunluğa rağmen bunu anlamayan sahip ise, yaprağın solmuşluğuyla hüzne kapılmaz, yeni açılacak çiçeklerin yapraklarına odaklar kendini. Yaşayabilenlerin yaşamayı beceremeyen ya da bir yaprak kadar hassas insanlara olan tavrını bu şekilde özetleyebiliriz. Tabi yaşayamayanların da kendilerini sulamaya gelenlere olan ters bakışlarını da unutmadan. Hayat, bir yerde acı çekenler ve bir yerde acıya kulak tıkayanların savaşamamasıyla barışını sağlıyor. Acı çekmeyenler ya da acı çektiğini sanıp yaşamlarına devam edebilenler, bu konuda suçlu ya da acı çekenlere karşı borç altında değilllerdir. Çünkü karanlıkta karanlığı hissedip, aydınlıkta aydın olabilmek, her duruma kendini adapte edip hayatın geçmiş duraklarında beklememek büyük bir gereklilik ve akılllılık örneğidir. Buna karşın hayatın geçmiş duraklarında durup onlardan uzaklaşanlara yarı kıskanç, yarı nefret, hatta bazen bunlardan bağımsız düzenli yaşayan gruba zaman zaman aşağalarcasına bakan acı çekenler; bu yaptıklarında tamamen haksızdırlar da diyemeyiz. Bu gruptakiler, kendilerine karşı yapılan bu kayıtsızlık karşısında savaşabilecek enerjiye sahip olmadıkları için kendilerini ihmal edenlere karşı savaşımı gerçekleştirmemiş oluyorlar. Bu durum acı çekenlerin kimi zaman intiharıyla, kimi zaman edebi eserler ortaya çıkarmasıyla, kimi zaman da bedenen var olup ruhen yok olarak geçirdikleri bir ömürle sonuçlanıyor. Hatta kimi zaman bizlerin bile fark edemedikleri bir ruh karmaşasında ne yaşadıklarını, nasıl yaşadıklarını bilemeyeceğimiz durumlarla karşılaşabiliriz. Çünkü nasıl yaşadıklarını bilsek, zaten onların neler çektiğini biliyor olurduk ya da onlar bu acılarına rağmen yaşadıkları şeyleri anlamlandırarak bir kalıp içinde acıyı omuzlayabilmiş olurlardı. Dünyada acı çekenlerle hayatına her şeye rağmen devam edebilenler arasında tek bir uzlaşı alanı mevcuttur. O da edebiyatın ve sanatın sunmuş olduğu alandır. Acı çekenlerin, yaşamayı beceremeyenlerin, sıradan yaşamın kendilerine yetmemesiyle oluşturulan bu geniş ızdıraplı aydınlanış sahnesinde yaşamayı becerenler, yaşamayı beceremeyenlerin ne hissettiklerini ya da ne durumda olduklarını olsa olsa birazcık duyumsayabilirler ancak. Lakin yaşamayı becerebilenler bununla yetinmezler, kendilerinin de yazar ya da eser sahibi gibi duyguları hissettiklerini fakat kendilerinin bunu dile getiremediklerini söylerler. Şunu bilmezler ki hissedilen şeylerin aynı olması bile, hissedilen şeylere bakış açısının aynı olduğunu göstermez. İki kişinin birbirini sevmesi, ikisinin de aynı şekilde ve aynı bakış açısıyla birbirine bağlı olduğunu göstermez. İşte bu noktada da aslında acı çektiği için yaşayamayanlarla, acıya rağmen yaşayabilenler uzlaşamamış olurlar. Buna rağmen yazmak ya da diğer tarafın bunları okuması büyük bir avuntudur. Bir tarafın biraz da olsa hissettiklerinin ne kadar ağır olduğunu hissettirmesi sanrısına, karşı tarafın zaman zaman kendilerine gelen dert ataklarında bu acılarla bezenmiş eserleri yaşamlarında aforizma seviyesindeki bilgi ve hisleriyle bezeleyip cümlelerinde kurmalarıyla iletişimlerini geliştirmesi noktasındaki katkı, bu iki grup arasında mutualist birliktelik oluşturulmasına katkı sağlar. Aslında yazanın anlaşılmadığı, okuyanın ise anladığını sandığı garip bir dünyadır burası. Acı çekenler, içlerindeki fırtınada onları gören birileri olduğunu göstermek için anlaşılmaya çalışılmaya mecbur; Yaşamlarına devam edebilenler ise bu eserleri okuyarak ruhlarında duyumsadıkları fakat her daim susturdukları sesleri ara sıra tatmin etmek için bu eserlere muhtaçtırlar. Mevsimler gelip geçiyor, ağaçlar kimi zaman yaprak döküyor, kimi zaman çiçek açıyor. Tozlu havaların yerini rüzgarın savurup durduğu beyaz karlarla kaplı sokaklar yer alıyor. Beyaz karlarla kaplı sokaklar da yerini sıcacık, köstebeklerin gösteri yaptığı, koyu yeşil yaprakların enerji saçtığı, her saatte dışarıda bir cümbüşün olabildiği ilkbahar sonu ortamına bırakıyor. İnsanlar bazen mevsimine göre ruh hallerini değiştiriyor,, bazen de ruh hallerini mevsimine göre şekillendirerek yorumluyorlar. Bazen de mevsimler herhangi bir mana ifade etmiyor, yaşamak kendileri için düşünülmeden sürdürülen akış halinde gösteriyor kendini. Kediler miyavlıyor ve kediyi seven bir kadın, aslında kediyi kendisinden daha çok sevmesine rağmen kediye yaklaşmayı beceremeyen diğer bir adamı duygusuzlukla suçlar gibi bakıyor. Bütün yanlış duygular ve yanlış düşünceler bile bir kalıp içerisinde bir yerlere oturuyor ve sırıtmıyor. . . . . Mevsimlerden kış mı yaz mı? Penceremi kapatsam da ilkbaharda beni ısırmak için sabırsızca bekleyen sivsirineklere karşı cephe mi alsam acaba? Pencerem kapalı mı açık mı şu an? Bu gelen rüzgar, tarihin hangi tozlu sayfalarından çıkıp saçlarıma, burun deliklerime, kulak zarıma ve daha şu an hissedemediğim hangi yerlerime temas ediyor? Esen şey rüzgar mı yoksa yorgan altında tiril tiril titreyen hasta bedenimin savunmasızlaşan cılız vücudumun duyarsızlaşan yanılgısı mı? Gözümün önündeki ufak oda, benim bir zamanlar kaldığım odam mı? Oturup ayaklarımı yere basıp ayağa kalksam, zeminsiz bir mekanda boşluğa mı düşeceğim acaba? Gözümle gördüğüm her şey bir mana ifade ediyor mu, renkler nereye gitti, her şey siyah beyaz mıydı önceden de? Sevgilim mi ayakta durmuş bana porselen beyazı dişlerini gösteren, yoksa kör olan gözlerim akislerle beynimdeki görüntüsünü mü gözümün önüne sokuyor acaba? Annemi özledim, babamı özledim. Ya da hayır ikisini de hatırlamıyorum. Etkisi artsın diye özlemek cinsinden kelimeler kullanmayacağım. Nerdeyim ben desem az önce kurduğum kendi odam cümlesini de yalanlamış olacağım için bu cümleyi kuramıyorum. Açık olduğunu sandığım pencerenin dibinde miyavlayan kedi sesine benzer sesler alıyorum. Dışarda bağıran, yeri gelince susan, yeri gelince de sevişen insanların sesleri geliyor kulağıma. Bunlar kaybettiğim duygu ve hislerimin yerine geçmiş zaman sesleri yerleştirerek oluşturduğum bir savunma mı yoksa gerçekten duyulan sesler mi bilemiyorum. Tek bildiğim; yatağımın ön tarafındaki köşede ağ kurmuş örümcekler sayesinde uzun zamandan beri burada hareket etmeden uyumuş olduğum gerçeğidir. Gerçi biraz dikkatli bakınca örümcek ağına benzeyen bu ağların, bir zamanlar intiharım için sakladığım urgana da benzemesi şaşkınlığını yaşıyorum. Kurtlar uluyor, penceremden gelen ışın demetleri sanki ışığı kesen bir karaltıyla karşılaşıp odama ulaşıyor gibi. Gözlerimin önünde siyah beyaz filmler canlanıyor. Anıların silinmesiyle oluşturduğum senaryoya, unuttuğum anıların kahramanlarıyla yeni anılar canlandırıyorum gözümde. Artık renkli bir gerçeği kaldıramayacak kadar yorgunum. Bir ömür boyunca siyah-beyaz film izlemeyi kabullenemeyecek kadar da hiddetli. Hiddetin ve yorgunluğun oluştuğu yerde gelen çöküntü kendimi harap etmekten başka bir işe yaramıyor. Ayaklarımı hareket ettirmeye çalıştığımda bedenimden çıkan tuhaf sesler, yorgan altında kesilmiş bedenimin yamalı birlikteliğine sahip olduğunu mu işaret ediyor bana? Ya da mesela kalbimi ayaklarımın altında hissetmem, mecazi kelimelerin gerçek anlamlara dönüştüğünü mü gösteriyor? Odamın rengi neden sürekli kül rengiyle siyahın tonlamaları arasında değişim yapıyor. Bu saçma sorulardan ve hep kendimden bahsetme saygısızlığından uzaklaşmam gerekiyor artık. Ah bir doğrulabilsem, her şeyin daha güzel olabileceğini farkettirebilecek cümlelerle kapı pervazında gözlem yeteneğimi konuşturacam. Fakat olduğum yerde görünen kısmıyla diyebilirim ki gökyüzü kül rengi bulutlarla kaplanmış. Ya da masmavi bulutlar gözlerimin önünde kül rengi halini almış olabilir. Gözümün önünde gördüğüm pencere dışındaki bulutların, aslında duvar olan fakat pencere sandığım boşluğa isabet eden salondan yansıyan lamba ışınlarıyla oluşan yansımalar olabileceğini de göz önünde bulundurmalıyım. Hayır, zorlamanın manası yok. Şu an kendimi zorlasam da renkli bir cümle kurabilecek durumda değilim. Sıkıldınız değil mi? Hayatınızın hangi döneminde olursanız olun umudunuz olan geleceğe dair bir karanlık perde çekerek kurduğum cümleler olduğunuz yerde canınızı sıktı. Güneşinize ve rengarenk dünyanızın üzerinize serptiğim tozu hemen alıp tekrar cilalatma gereği duydunuz. Sizi yargılıyorum sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sizi kıskanıyor da değilim. Beni renkli yaşamınıza dahil etmeniz için odamdaki acınası halimle başbaşa bırakmamanız gerektiğine dair telkinlerle kendimi sağlam kazığa bağlamaya çalışıyor da değilim. Ben sizden siyah beyaz yaşayan birini kabul etmenizi istiyorum. Hayır istemiyorum. Kararan ruhum, artık herhangi bir konuda talep ortaya koyup bu talebi elde etmesiyle huzura kavuşacağını sanma durumundan çoktan uzaklaştı. Ama yine de dışarıda rengarenk bir dünya var. Saklanan sincabın fısır fısır dolaştığı, sularıyla kıyıyı dövüp duran denizin gümbürtülü sesleriyle taçlanan martı sesleri var. Ağaçların sallantılı yapraklarının yağmur çiselemelerine hasret görünümü var. Ben hariç hisseden ve duyumsayan bir dünyanın dipdiri görünümünü yakalamış canlılar topluluğu var. Kavga eden, barışan, tekrar kavga eden fakat tekrar barışan, yaşamdan umudunu kesmeyen hayatla barışık bir savaş var. Kulaklarımı açsam, gözlerimdeki pası kaldırsam, odamdaki pencerenin yerini bir hatırlasam bende bu girdaba katılacağım. Yazarak anlaşılmamayı fakat bilinmeyi kabul etmiş ruhumdan sıyrılıp, anlaşılan fakat bilinmeyen aktif bir insan olsam her şey düzelecek. Fakat yine de siyah beyaz filmleri sürdürdüğüm hayal kırıklıklarından oluşan bir sürü filmler çekmeye devam edecek gibiyim. Başında sevgili, bende yaşamış ve belki de gerçek hayatta yaşamaya devam eden bir insan ordusunu da yanına alarak birbirine benzemeyen mutlu sonla biten tiyatro eserlerine devam edecek. Ben de olduğum yerden, yani yatak sandığım yatay konumumdan, üzerimdeki şeye yorgan dediğim, bu parçanın altında kaynaşmaya çalışan bedenimin olduğu biçimsiz vücudumun temas ettiği yüzeyden hayallerimi yaşatmaya çalışacağım. Dışarda yağmur var. Tiyatromda oynattığım insanlar, cenazemde yazılarımın ne kadar güzel olduğuna kısaca değindikten sonra gördükleri rengarenk yaşamlarına geri dönüyorlar. Onlara kızmaktan ziyade kendimi suçlamam gerek. Fakat şu an mezarımda, başlarında sevgilim, gerisinde cenazeme gelen herkesle siyah beyaz hayallerimden oluşan tiyatro oynatmakla meşgulum. Kar yağmasına rağmen gece zifiri karanlığından ödün vermiyor. Kurtlar ulumaktan korkuyor. Kediler kapı önünde miyavlıyor. Sevgilim geliyor, kardan yaptığı gelinliğiyle donduğum yerden beni uzaklaştırıyor. Uluyan kurtlara kendine has nağmeleriyle eşlik ediyor. Ve sonra evimizin dibinde miyavlayan kediyi de alıp, rengarenk dünyayı beraber izlediğimiz sadece pencerelerden oluşan evimizden herkesi selamlıyoruz. Tabi kendisi gerçekte o sıra mezarıma mor renkli çiçekler dikerken. ONUR DEĞER
·
729 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.