Bugün giderek büyüyen kentlerde doğan, buralarda büyüyen milyonlarca çocuk doğayı bilmiyor, doğayı tanımıyor, doğanın binlerce bitkisini, yüzlerce hayvanını ‘doğal koşulları' içinde görmüyor. Bitkileri ya evdeki saksıların içinde ya ‘botanik bahçeleri’nde görüyor, hayvanları da ya evcil hayvanlar olarak ya da ‘hayvanat bahçeleri’nde tanıyor. Kendimizi de, çocuklarımızı da yeryüzü cenneti olan ‘doğa’dan biz kendimiz sürdük. Köylerden gelip kurduğumuz kentlerde ‘kendimizin de doğanın bir parçası olduğumuzu’ hiç düşünmeden doğayı kestik, yıktık, tahrip ettik.
Bomboş toprakların üstüne evler yaptık, çarşılar, oteller, restorantlar yaptık. Buralarda oturuyor, yemek yiyor, alışveriş yapıyoruz. Denizde balıkları görmek yerine cam kavanozlara koyduğumuz balıklara bakıyoruz. Gökyüzünde uçan kuşlara bakacak zaman bulamıyor, kafes içindeki kuşları besleyerek oyalanıyoruz.
Yediğimiz meyveleri ağacının dalında görmeden, pişirdiğimiz sebzeleri bir kerecik olsun tarlasında görmeden büyüyen binlerce çocuğumuz var. Onlar artık 'kendilerinin de doğanın bir parçası olduğunu’ bilme şansına sahip olamayacaklardır. Böyle bir şeyi okul kitaplarında okuuukları zaman da ‘bunun ne demek olduğunu’ anlayamayacaklardır. Onlara -elbette kendimize de- bu kötülüğü biz, kendimiz yapıyoruz. Buna da 'uygarlık’ diyoruz, ‘uygarlaşma’ diyoruz ve elbette yanılıyoruz. Uygarlık da, uygarlaşma da bu değildir, bu olmamalıdır.
Çocukların ‘duyusal gelişimi’nden söz ediyoruz. Ama çocuklarımız, toprağa basmıyor, çıplak ayaklarıyla kumların üstünde, taşların üstünde, otların üstünde yürümeyi, koşmayı öğrenmiyor.
Elleriyle otları yakalamak, taşları tutmak, ağaç kabuklarının pütürlü sertliğini kavramak, onların renklerini, biçimlerini görmek, bir ağaç gövdesine sarmaşıkların nasıl dolandığını anlamak, çocuklarımıza çok, ama çok uzak.
Sayfa 114 - pdf