Keşke “Kitaplar için de ayrı bir ömrüm olsaydı.”dedirten bir kitap daha okudum. Beton, sayfa sayısı az ama derinliği çok olan harika bir eser.
Kitabı anlamak için Avusturyalı yazar Thomas Bernhard’ın hayatını bilmek gerekiyor.
Gayrimeşru bir çocuk Bernhard. Anne şefkati olmadan büyüyor. Aradığı tüm ilgiyi başarısız bir yazar olan dedesinde buluyor. O dönemde akciğer hastalığı geçiriyor. II.Dünya Savaşı’nın puslu ortamı ruhunu yıpratıyor. Salzburg’ta kaldığı yatılı okul da yüreğinde derin izler bırakıyor. Dönemin karanlığı, düzen, şefkat yoksunluğu içinde geçen ilk gençlik yılları, ünlü yazarın yaşadığı o güzel şehirden nefret etmesine sebep oluyor. Hayatı boyunca her şeye, herkese öfke duyuyor.
Beton, Thomas Bernhard’ın yaşadığı tüm bu karamsar ve umutsuz havayı yansıtıyor, kitap hayatından izler taşıyor.
Eser, biçim olarak alıştığımız romanların dışında. Bitmeyen tek bir paragrafla yazılmış. İlk sayfalardan itibaren gözlemlenen dil tekrarlarının, takıntılı birine ait olduğu anlaşılıyor. Kitap kahraman anlatıcı bakış açısı ile yazılmış fakat yazar, romana başlarken ve romanı bitirirken farklı bir anlatıcı varmış gibi davranıyor. Başkarakter Rudolf, besteci
Felix Mendelssohn Bartholdy üzerine bir yazı yazmaya çalışıyor. Ablası ile yaşayan kahraman, onun kendini mahveden varlığı altında eziliyor ve çareyi ortam değiştirmekte buluyor. Kaçtığı yerde yalnızlığından, bunalmışlığından kurtulamıyor. Devletin, kilisenin, toplumun çürümüşlüğüne şahit oluyor. Ablasına, kadınlara, toplumun elit kesimine ve tüm insanlara öfke duyuyor. Öfkesi gittikçe büyüyor. Betonlaşmış, soğuk dünyayı karşısına alan Rudolf, en çok ölüleri seviyor.