Burada Yabancıları Sevmezler“Yabancı uyruklu olduğu değerlendirilen kişilerce provakatif amaçlı muz yeme eylemi içerikli video ve paylaşımın dolaşıma sokulduğu görülmüştür.” Dedi açıklamasında Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. Muz yeme videosu paylaşan Suriyelilerin sınırdışı edileceğini söyleyerek incinen, kalbi kırılan milli kimliğimizin gönlünü aldı. Muz yiyen bir Suriyeli videosuna denk geldiğinde içinde, önünü alamadığı bir Suriyelilere ait dükkan yağmalama, mülteci evi taşlama, savunmasız birkaçını da “muza karşı kan” sloganıyla Türk terbiye sınırlarına davet etme gibi arzular uyanan insanların provoke edilmesini önlemek tabi ki devlet yetkililerimizin vazifesidir. Ama burada önlenmesi gereken muz yiyenler değil, muz yiyen görünce şiddet göstermek için tahrik olanlardır. Videonun içeriğini tartışabilir, mizahi yönünü eleştirebiliriz. Ama internette binlercesine maruz kaldığımız saçma videolar için -ne yazık ki birçoğu ırkdaşlarımız tarafından üretilmekte- insan sınır dışı etmenin açıklaması şudur: Ben senden üstünüm ve benim izin verdiklerim dışında bir şey yapamazsın.”
Fıkra bu ya, Hitler bir gün bir arkadaşıyla yemek yemek için bir restorana gitmiş. Restoran sahibi Hitler’i tabi ki çok büyük bir saygıyla karşılamış. “Sayın Führer” demiş restoran sahibi “sıradaki büyük planlarınızdan bizlere de bahseder misiniz?” Hitler “Bir milyon Yahudi ve bir restoran sahibini öldürmeyi düşünüyorum.” Demiş. Adam kıpkırmızı olmuş, “Restoran sahibi mi?” demiş korkudan titreyen sesiyle. Hitler nahif bıyıklarının altından beliren müstehzi bir tebessümle arkadaşına dönmüş “Bak işte, sana hiç kimsenin bir milyon Yahudi’yi umursamayacağını söylemiştim.” Hitler’i bir kenara bırakıp restoran sahibi ile devam edelim. Bu tavrı açıklayan dünya literatürüne girmiş bir kavram var: Dehumunization. İnsandışılaştırma veya gayriinsanileştirme olarak tercüme ediliyor. İnsandışılaştırma, “Öteki”nin insani vasıflar taşımadığı, onun nefret edilecek bir obje, yok edilmesi gereken bir canavar, ezilmesi gereken bir böcek olduğu düşüncesidir. Bu fikre sahip insanlar tarafından ötekinin yaşadığı zulüm umursanmaz hatta hak edilmiş bulunur. Hukuk doktrininde soykırımın imhadan önceki aşamalarından biridir dehumanization. Çünkü karşınızdakini insan olarak değil de bir haşere gibi görürseniz -ki bunu kendinize bile itiraf edemeyebilirsiniz- bu insanların öldürülmesi veya ölüme terk edilmesi vicdanlarda herhangi bir kıpırdanmaya sebep olmayacaktır. Epey tehlikeli bir durum. Yani 'öteki'ne doğrudan zarar vermiyor olsak bile bu durumu normal görüyor oluşumuz bizi Hitler’le aynı kavrama örnek yapıyor. Çok bir fark yok yani. Allah ona doğrudan soykırım yapacak imkân vermiş bize vermemiş.
Kendi çocuğunun dizinin bile kanamasını istemeyenlerin, bir çocuğun fakirlikten, açlıktan, savaştan, kölelikten kurtulmaya çalışmasını istememesi bu kavrama örnek olarak verilebilir. Çünkü kendisi ve çocuğu insandır, insani haklara sahiptir. Fakat o çocuklar ve ebeveynlerinin çektiklerinin, geri gönderildiklerinde çekeceklerinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü onlar insan değil alelade bir ‘şey’dir. Ölmesi, tecavüze uğraması, sığındıkları ülkelerde öldürülüp organlarının satılması gibi şeylere de maruz kalsalar acı çekmezler. “Romantik davranamayız, sayıları çok fazla oldu, ileride çok büyük problemlere sebep olacaklar, demografik yapımız değişecek, kaderlerine razı olmalılar, işimizi elimizden alacaklar, gitsinler vatanlarında ölsünler” gibi laflar bakış açımızın gayri insaniliğini ele veren argümanlar. Burada bir parantez açayım. Yabancıların tümüyle iyi ve zararsız insanlardan oluştuğunu düşünmüyorum tabi ki. İçlerinde suça karışmış olanlar, suça karışacak olanlar tabi ki vardır. Ama bizim kadar kötüler, hepsi bu. İnsanlar çünkü. Fakat aralarındaki kötüleri nazara vererek tüm yabancıları “karımıza kızımıza bakacaklar” diye nitelendirmek yukarıda bahsettiğim kavramın sınırlarına giriyor. Öğrendiğim kelimeleri cümle içinde kullanmak eğitim hayatımın en büyük kazanımlarından biri: “Ben dehumanization gördüm.”
Zygmunt Bauman, hayranlıkla okuduğum bu kitabında göç karşıtlığı, yabancı düşmanlığı, ırkçılık gibi konulardan ve buna dair çözüm fikirlerinden bahsediyor. Mülteci karşıtlığına Ezop’un Tavşanlar ve Kurbağalar masalından örnek veriyor. Tavşanlar zayıflıkları sebebiyle ormandaki tüm hayvanların zulmüne uğramaktadır. Nereye bir hayvan gelse oradan kaçmak zorunda kalırlar. Bir gün bir at sürüsünün üzerlerine koşmakta olduğunu görünce kaçmak için göle atlarlar. O esnada göl kıyısındaki kurbağaların, tavşanlardan korkarak suya atladıklarını görürler. Şöyle der Tavşanlar “Aslında işler göründüğü kadar kötü değilmiş.” Bauman, Ezop’un kıssasından çıkarılacak hissenin açık olduğunu söyler: “Her zaman kendisinden daha kötü durumda biri olduğu keşfinden dolayı tavşanın hissettiği tatmin, gündelik eziyetin ümitsizliğine verilen bir mola.” Bir sürü derdimiz var, geçinemiyoruz, hak ettiğimiz şeyler gasp ediliyor, özgür hissetmiyoruz, gelecek karanlık… Tüm bu konuda hıncımızı da bizden daha gariban olanlardan çıkarıyoruz. Çünkü bizim dibimizin de altı var. Ekonomik kriz, pandemi gibi zor zamanlarda sosyal devletin yeterince sosyal olmadığını anlıyor, verilen vergilerin yeteri kadar hizmet olarak dönmediğini ve mağdur edildiğimizi düşünüyoruz. Bu düşünmenin sonunda vardığımız sonuç “Bunlara hastane beleş, ilaç beleş, sıra da beklemiyorlar, devlet sadece bunlara bakıyor” oluyor. Saatlerce çalışıp aldığımız asgari ücretle asgari insani şartlarda bile yaşayamıyoruz, hayat pahalı, kiralar aldı başını gitti. Ama biz 20 kişi bir evde yaşamaya çalışan Suriyeli’nin aldığı fakirlik yardımını, aşağılık patronların verdiği aşağılık kayıt dışı işçi maaşını kıskanıyoruz. Öfkeliyiz. Haklı olarak öfkeliyiz. Ama bu öfkeyi konuyla alakasız kişilere yöneltiyoruz. Çocuğumuza muz alamamamızın sebebi muz yiyen Suriyeliler mi? Bir sokak yazısında dediği gibi: “Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değildi, zengin ve buralıydı.”
Bauman, mültecilerden nefret etmemizin sebeplerine yönelik bir tez daha sunuyor. Onlar “kötü haber elçisi” gibi “kötü haberleri dünyanın uzak bir köşesinden kapılarımıza taşıyor.” “Tercihen değil, kalpsiz bir yazgının buyruğuyla bu hale gelen göçebeler rahatsız edici, sinir bozucu ve ürkütücü şekilde, bize, kendi konumumuzun zedelenebilirliğini ve zor elde edilmiş iyi halimizin içsel kırılganlığını anlatıyor.” Bir eski zaman halkının, kötü haber getirenlerin ceza olarak öldürüldüğü bir gelenekleri olduğunu okumuştum. Onun gibi bize bu kötü akıbetin her an başımıza gelebileceğini hatırlatan insanları ölmeleri pahasına bizden uzak tutmak istiyoruz. Bizim de başımıza gelebilecek bir sıkıntıya karşı içimizde uyanan duygunun hoşgörü ve şefkat değil de nefret olmasını yadırgıyorum. İnternette bir amcanın “Diyorlar sen Kürtsün. Bana sorsalar ne Kürt ne Türk olmak isterdim. Ben Norveçli olmak isterdim. Enayi miyim, Ortadoğu vatandaşı olmak isteyeyim.” Dediği gibi hiçbirimiz ırkımızı, ülkemizi, başımıza gelecek tehlikeleri seçmedik. Çok temel bir bilgi var hayatla ilgili: “Herkesin başına her an her şey gelebilir.” Hele bu coğrafyada hayatımız, düzenimiz pamuk ipliğine bağlı. Politik bir şey yazanların arka sekmesinde Silivri hava durumu açık vaziyette. Kıskanılacak bölümler bitirmiş gençler “Türkiye bir mühendis kaybetti, Avrupa bir kurye kazandı.” Diye mutlulukla vizelerinin fotoğraflarını paylaşıyorlar. Gençlerimizin çoğu yurtdışı hayali kuruyor. Birçok insan da önümüzdeki seçim sonucuna göre bu planlarını uygulamaya niyetliler. İnsanlar normal şartlar altında mevcut düzenlerinde değişiklik yapmamaya niyetlidirler. Gitmek son çaredir. Temel insan haklarından yoksun olduğunu, emeğinin karşılığını alamadığını, çok nitelikli olsan da bir teşkilata üye olmadığın için kamu kurumlarının sana kapalı olduğunu, can ve mal güvenliğinin olmadığını, başına bir şey gelir endişesiyle düşüncelerini özgürce dile getiremediğini düşünüyorsan gidersin. Bir de bunun tepende bombaların uçuştuğu, silahla evinin basıldığı, kaçmak için uçak kanadına tutunulan daha ileri versiyonunu düşünelim, savaştan, açlıktan, çok zor yaşam koşullarından kaçanları. Bence bu konuda empati yapabilecek şartlara çok yakınız. Yani biz de anlayamayacaksak gitmek zorunda kalanın halini, Norveçliye nasıl anlatalım “doktorum ama mecbur kaldım”ı. Aslında herkesin istediği şey aynı: Daha iyisi. Kendimizde üzüldüğümüze başkasında kızıyoruz.
Umut Sarıkaya’nın bir karikatüründe bir mülteci bir mağazanın vitrinine bakıp hüzünlenir ve şöyle der:” Kim derdi bir Arabın su sporları malzemeleri satan dükkana bakıp hüzünleneceğini… Nasıl bir şey geldi lan bizim başımıza böyle?” İnsanlığın başına çok kötü şeyler geldi, yine insanın sebep olduğu. Haksızlığa, zulme uğrayanlar, bunları engellemeye gücü yetmediğinde bırakmak zorunda kaldı evini yurdunu. Şu an ciddi göçmen krizleriyle karşı karşıyayız. Birçok sebepten dolayı göç dalgasının daha da artacağı tahmin ediliyor. Bunu engelleyemeyeceğiz. Buna karşı alacağımız tavır ise belki sorunun ufak bir kısmına çare olabilir. Bauman, ahlaka yönelik en büyük saldırının kayıtsızlık olduğunu söylüyor. Umursamadığımız hiçbir kötülük bizi de rahat bırakmayacak. Tek gezegen tek insanlık varsa “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.” Bize sunulan bütün suni ayrışmaları reddetmek, yeryüzünde başkalarından daha fazla hakka sahip olmadığımızı kabul etmek. Kant’ın deyimiyle “düşmanlığın yerine konukseverliği ikame etmek.” Problemi çözmese bile en azından kendi insanlık sınavımızdan geçmek için başka çare yok. Ben kendi adıma, bir Çankırılı olarak Norveç’te su sporları malzemeleri satan bir dükkana bakıp gözlerim nemli, hüzünle iç geçirirken arkamdan “la dem dra til landet sitt”(defolup kendi ülkelerine gitsinler) diye homurdanılan bir dünyada yaşamak istemiyorum.